İnsan, akıl sahibi bir varlık olmasının zorunlu koşulu olarak sorgular ve bilmek ister. Sorgulama biçimi, her insanın yetiştiği kültüre göre değişir ve her kültür merak edilenlere kendi kuralları çerçevesinde bir cevap verir. Kimilerinin sorgulaması bu kalıplaşmış cevaplar ile son bulur, kimileri ise verilen cevaplarla yetinmez, tekrar sorgular ve bir adım daha atar. İşte bu adımı atmak yani eşiği geçmek, felsefe ile mümkündür. Bu makalede, insani bilimlerin önemi, Nussbaum’un ”Felsefe insanlığa hizmet edebilir.” düşüncesi ile ve yine Nussbaum ve A. Sen’in geliştirdiği “Olanaklar Yaklaşımı” ışığında, demokrasi, insan hakları ve feminizm başlıkları altında temellendirilmeye çalışılacaktır.
***
Felsefe ile tanışmak insanın kendisi ile tanışması gibidir. Felsefe ile insan, daha önceleri zihninde girmeye korktuğu odalara girer, yüzleşmeye korktuğu problemlerle yüzleşir, kalıplaşmış düşüncelerine şöyle bir bakar ve bu düşünceleri sorgulamaya başlar, yani önce kendisini, zihnindekileri aklın hassas ama bir o kadar doğru olan terazisi ile tartar ve sonra hayata bakışını zihninde yanan bu ışıkla değiştirir. Felsefe işe insanı değiştirerek başlar, insanlığa hizmet ederek devam eder, etmelidir. Nussbaum‘un “Felsefe insanlığa hizmet edebilir” cümlesi bazı başlıklar altında ele alınıp temellendirildiğinde cümlenin önemi ve felsefenin işlevi daha iyi anlaşılacaktır.
Felsefenin insana ve insanlığa hizmet edebildiğini anlamak için önce insanın ne olduğu sorusunu sormak gerekir. Nussbaum ve Aristoteles’e göre insanın ne olduğu sorusunun cevabı transandant (aşkın) bir cevap olamaz (Erkızan, 2017:16). Bu soruya verilen cevap, Tanrının insana verdiği bir kapasiteden ve insanın da bu kapasiteleri yerine getirmekle yükümlü olduğunu söyleyen bir cevap olamaz. Böyle bir anlayış her türlü dogmatizmin önünü açar ve insan, kendisini bulamadığı ve gerçekleştiremediği bir insanlık anlayışı içinde yaşamak durumunda kalır. Burada insanlık yeşermez, burada ancak insan olmanın kökleri -eşitlik, insan hakları, otonomluk, sorgulama- söküp atılır. “Aristoteles, insanın ne olduğu ve onunla bağlantılı olarak ele aldığı iyi yaşam sorusunu insanın düşünen bir varlık olarak kavranılmasından hareketle yanıtlamaya yönelir” (Erkızan, 2017:24). İnsan nasıl doğası gereği bilmek isterse, akıl sahibi bir varlık olmasının bir diğer sonucu olarak da iyi yaşamak ister ve bu iyi yaşamayı tercihleri ile belirler. İyi yaşama hakkı ve iyi yaşamın ne olduğu ancak düşünen insan için bir anlam ifade edebilir. Düşünmeyen bir zihniyetin her yerine memnuniyet kavramı işlemişse bu zihniyet, tercih yapacağı bir alternatife bile ihtiyaç duymaz.
“Aristoteles, pratik akıla arkhetektonik işlev, yani-temel kurucu işlev yükler. Çünkü yalnızca pratik akıl, hem insanın diğer canlılarla ortak olarak paylaşılan etkinliklerin karmaşık insan yaşamındaki uygun yerini ve hem de insanın diğer canlılar arasında özgünlüğünü belirleyebilir. Aristoteles, akıl sahibi olarak etkin düşünen dinleyicilerine (phronimos, yaşama bilgesi) bir yaşam önerir. Bu yaşam;
1. İnsanın sahip olduğu bütün yeteneklerinin/kapasitelerinin etkin bir biçimde kullanımını içerir. Böyle bir yaşam gerçek bir insan yaşamıdır. Böyle bir yaşam bir bitki veya bir inek veya bir kelebek tarafından da sürdürülebilecek olan yaşamdan farklıdır.
2. İyi yönetilmiş ve planlanmış bir yaşam olması bakımından da diğer varlıklarla paylaşılan ve paylaşılmayan etkinliklere uygun ve gerekli önemin verilmesi. Bu, böyle bir yaşamın pratik akıl tarafından biçimlendirildiği/biçimlendirilmesi gerektiği anlamına gelir” (Erkızan, 2017:25). Aristoteles‘in iyi yaşam hakkındaki tanımlarına göre insan bütün potansiyellerini gerçekleştirebileceği bir yaşamı tercih etmelidir. Ancak böyle olan bir yaşam iyi yaşamdır ve böyle bir yaşamda insan, pasif bir özne olamaz, tam anlamıyla etkin bir öznedir.
İnsanın etkin bir halde olduğu ve bütün potansiyellerini gerçekleştirebildiği bir yaşam için felsefe ne yapmalıdır? Burada Epikuros‘un fikirleri felsefenin işlevini anlamamızda yol gösterir. Epikuros’a göre korku -ki buna ölüm korkusu da dahildir- mutluluğa en büyük tehdittir. Öncelikle bu korkudan kurtulmak gerekir. Korkuların temelinde dogmatizm yatar: Tanrılardan korkma, cezadan korkma gibi… “Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi düşüncelerini hakim kılmak için tanrıyı kullanır.” Bruno’nun bu sözü bütün dogmatikliği açıklar niteliktedir. Tanrı, metafiziktir. Metafizik ve bilinmeyen üzerine konuşmak, sadece inanç meselesi olduğundan, fikirleri değiştirmenin zor olduğu bir alandır. Retoriği iyi olan bir kimse, din hakkında çeşitli söylemler kullanarak insanları herhangi bir teoriye ikna edebilir. Biraz retorik bilgisine sahipseniz, bu bilgi karşınızdakini ikna etmek için harika bir avantajdır ki Bruno’nun sözünden de anlaşılacağı gibi bu avantaj genelde kötüye kullanılır. Dogmatizm beraberinde insanı engelleyen o korkuyu da getirir. Eğer korku yenilmezse, insanın hedeflediği mutlu yaşam o kadar tehlike altında olacaktır. Hedef mutluluk olduğundan diğer tüm etik değerler bu hedefe hizmet etmelidirler. Epikuros’a göre: ”Eğer felsefe insanın acılarını, kaygılarını, sıkıntılarını iyileştiremiyorsa, hiçbir anlama sahip değildir. Çünkü bedenin hastalığını iyileştiremeyen tıp nasıl anlamsızsa insan ruhunun sefaletini ortadan kaldıramayan felsefenin de bir yararı yoktur.” Bu bağlamda düşündüğümüzde felsefe ile tekrar insan olmak lazımdır. Felsefe önce kişiyi iyi etmeli, sonrasında iyi olan kişi hayata bakışıyla çevresindekileri iyi edebilmelidir. Bu, insandan insanlığa geçen uzun ve yorucu bir süreçtir ama hedeflenen şey mutluluk olduğundan, bu sürecin ne kadar zor olduğu onun ne kadar gerekli olduğunu değiştirmeyecektir. Bir birey başka bir bireye ne ile mutlu olacağını söyleyemez, kendi doğrusunu başka bir bireye dikte edemez. O yüzden hangi potansiyellere sahip olduğumuzu keşfetmeli, bu potansiyellerin ışığında kendimize bir hayat seçebilmeli ve bunu her türlü sınırlandırmanın dışında, insan olmanın gereği olarak yapmalıyız. Bu insani sorumluluk, felsefenin rehberliğinde gerçekleşecektir. Felsefe, dogmatik inançlara ve temel fikirlere karşı bir panzehir olmalıdır. Fakat felsefe ve felsefeci bunu yaparken dikkatli olmalıdır çünkü özellikle dogmatizm kısmı tehlikeli bir alandır. İnsanlara ne ile mutlu olacaklarını gösteremiyorsak, her birey kendi kararını vermeliyse, öncelikli kaygımız din ve vicdan özgürlüğünün korunması ise, yapılacak en doğru şey, kimsenin tercihlerine saldırmadan, insan haklarına ve demokrasiye karşı geliştirilen her türlü dogmatizme karşı çıkmaktır.
“Doğal kölelik, insanın kendini süreçlerde niteliksiz bir biçimde ve kendi doğasına karşıt olarak tekrarlamasıdır. Bu tekrarın temelinde ise, insanın kendi kendini akla dayanarak kuramamış olması yatar. Etkin bir özne olarak kendini kuramayan insan, yalnızca düşünsel olarak bağımlı olmakla kalmayıp, kendini bedensel olarak da köle kılar” (Erkızan, 2012:30-31). Otonom olmak, demokratik bireyin önemli bir özelliğidir. “Demokrasi ve demokrasiyi oluşturan demokratik bireyin oluşmasında felsefenin göz ardı edilemez bir önemi vardır. Demokrasi, kavramsal bakımdan, insanın yeşermesine olanak tanıması bakımından etik, politik ve estetik bir değere sahiptir. Ancak şu da bir gerçektir ki demokrasinin yeşermesinin kökeninde de insanın yeşermesi yer alır” (Erkızan, 2012:140). İnsanın yeşermesi salt akıl sahibi olmasıyla mümkün olmaz, insan kırılgandır, duygusaldır ve bu yüzden de insanın akıl sahibi olmasının yanı sıra, duygusal yanının da gelişmesi, bu gelişmeye olanak tanınması gerekir. Felsefe, edebiyat ve diğer sanatlarla ilişki içinde olduğunda ve bu ilişki devlet tarafından önemsendiğinde yani felsefe kamusal alana etki ettiğinde kaygı insanın iyi yaşamını gerçekleştirmesi olacağından felsefe insanlığa bu bakımdan hizmet edebilecektir. Demokrasinin ve demokratik bireyin oluşması için felsefe gereklidir ve demokratik bireyin üç temel arkhesi vardır: Bunlardan ilki eleştirel akıl, sorgulama ve kendini bilme ilkesi/yeteneğidir ki bu yetenek ancak ve ancak felsefe ile mümkün olabilir. İkincisi, ortak insanlık ve evrensel birey olma isteğidir, bu özellik olmadan, tam anlamıyla insan olmaktan bahsedilemez. İnsan kendini diğer insanlardan bağımsız görmemeli, onlarla bir görmelidir ki üçüncü ve son arkhe olan bir başkasının hikayesini anlayabilme ve hayal gücü gerçekleşebilsin. Bir yerlerde acı çeken insanlar, bizden bağımsız değildir, hayatını devam ettirmeye çalışan engelli bir birey, adaletsizlik ile boğuşan ve buna rağmen bir şeyler yapmaya çalışan insanlar bizden bağımsız değildir. Onların hikayelerini anlayabilmek, empati yapabilmek insan olmanın bir gereğidir. Demokratik bir birey, eşit insan haklarını önemseyen, dogmatizmi sorgulamış ve kendi yolunu çizmiş, bu yolu çizerken de başkasını kendinden ayrı görmemiş bireydir.
Felsefenin hayata dokunması gerekir, onun dokunduğu yerler insanın yeşermesine katkıda bulunur. Felsefenin kendini göstermesi gereken bir diğer yer, insanlığın yeşermesinde belki de en önemli yer ise feminizmdir. Feminist felsefe, özellikle dogmatik inançlardan örülmüş bir ağ ile kadının otonom yanını hapsetmiş, ona tercih hakkı bırakmamıştır. Bu dogmatik ağ, erkeğin zihniyetine de işlediğinden, anlatılan her hikaye herkese doğru gelmektedir. Günümüze kadar süregelen, toplum veya dinden türemiş, bizlere gelenek ve görenekler başlığı altında sunulmuş her kural, genel anlamıyla kadınların aleyhinedir. Bu kuralların, sorgulama cesareti gösterilip felsefe ışığı ile ele alındığında yanlışlanabilme ihtimâlinin olağan olduğunu görebiliriz. Kadına ilişkin her önyargı temelinde yanlışlanabilir kuralları barındırır.
Kadının tarihte var olma mücadelesini öncelikle belli mitlerle tasvir etmekte fayda var. Yahudilikte hâlâ inanılan Lilith efsanesi derdimizi anlatacak düzeyde bir mittir. Efsaneye göre, yaratılan ilk kadın Havva değil, Lilith’dir. Lilith ve Adem başlangıçta huzurlu bir şekilde cennette yaşamaktadır. Lâkin sonraları, Adem’in isteklerine boyun eğmeyen, “Biz seninle aynıyız. Ne sen fazlasın, ne de ben” düşüncesi ile onun istediği gibi olmayan Lilith, Tanrı’nın söylenmemesi gereken isimlerinden birini söyleyerek –ki bu cennetten çıkmanın tek yoludur– cennetten çıkar ve Kızıldeniz yakınlarındaki bir mağaraya sığınır. Daha sonra onu olduğu gibi kabul eden, şeytanın kendisi olan Samael ile ilişkiye girer. Bu ilişkiden yüzden fazla cin çocuğu olur. Adem geri dönmesi için gelen çağrıların hepsini reddeden Lilith’e ceza olarak, her gün bir cin çocuğu öldürülür. Lilith zaten bunun kızgınlığını ve intikamını yaşarken, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratıldığını öğrenir. Sonra şeytanın yardımı ile cennete yılan sureti ile girip, insanı isyan ettirir, yoldan çıkartır. İşte kutsal kitaplarda bahsi geçen yoldan çıkarıcı yılanın, Lilith olduğuna inanılır. Bu efsane aslında bize birçok kalıplaşmış düşüncenin temelini gösterir. Kadının erkeğe itaat etmesinin zorunluluğu, kadının itaat etmeme, erkeğinin yanından ayrılma hâlinin şeytanlıkla özdeş olduğu anlaşılabilir. Lilith isyan etmişse o ancak şeytana lâyıktır. İsyanın devam etmesi, pişman olunmaması hâlinde cezası çocuklarının ölümü olmuştur. Lilith zaten isyanın başlangıcı olduğu için, insanı yılan suretiyle yoldan çıkartması da ona iliştirilmiştir.
Bu bağlamda inceleyeceğimiz diğer bir mit Yunan mitolojisinden. İnsanlığın hamisi olarak bilinen Prometheus’un Zeus’tan ateşi çalması üzerine ona ayrı bir ceza, onun soyu olan insanlığa ise ayrı bir ceza verildi. Bu ceza insanoğlunun sevip, okşamaya doyamayacağı yaratılışında birçok tanrının işlevi olduğu kadındı. İnsanlık, kadınla sınandı. Kadının bir mitte dahi ceza olarak görülmesi feminizm ve felsefenin ne kadar doğru, ne kadar gerekli bir birleşim olduğunu kanıtlar niteliktedir. “Kadının fıtratında itaat vardır” düşüncesinin yeşerdiği bu anlatımlar, efsanelere değinmenin amacını, bir yerlerde başlamış olan, kadının arka plana itilmesi, itaatkâr görülmesi gibi temel sorunların günümüze aksettirdiği durumları daha elverişli bir şekilde inceleme imkânını sunar ve bir doğru yol işaretçisidir. Kadının ceza olduğu düşüncesi günümüzde anlatıldığında, muhtemelen o mite hak verilecek, bunun zaten böyle olduğu söylenecektir. Her sorun kendi içinde bir tarihsellik barındırır. Aslında efsane olarak anlatılan şeyler, sorunun yapıtaşlarıdır ve zihinlere gerçek gibi yerleşmiştir. Oysa kadın filozof ve matematikçi Hypatia’nın dediği gibi; “Efsaneler efsane diye, masallar masal diye anlatılmalıdır”.
İnsan akıllı bir varlıktır lâkin, insanın akıllı olması, onun her zaman doğru düşündüğünü göstermez. Ya da fazlaca insandan onay almış bir düşünce, doğruluğu kanıtlanabilir bir düşünce değildir. Kadının akıllı bir varlık olup olmadığını tartışan her zihniyet bizlere yukarıdaki önermelerin yerinde olduğunu gösterir. Kadını epistemik bir varlık olarak görmeyen düşünce yapısı, insanın akıl edebiliyor olması ile çelişmesinin ilk adımıdır. Akıl edebilen bir insan, nasıl olur da bir kadının bilemediği ihtimalini sorgular? Bu soru niçin problem olmuştur? Üstelik üzerine duyulan şüphe nasıl olmuş da kadınlar tarafından kabul edilebilmiştir? Görünen o ki; insanlar kalıplaşmış fikirleri ve önyargıları ile vedalaşmayı bir türlü öğrenemediler. Bir kabulün ne kadar kabul edilebilir olduğunu hiç sorgulamadılar. Bahsi geçen kabullerde zarar gören kadın haklarıdır, ama önemli olan ve asıl zararı gören kesin olarak “insanın akıllı olma özelliği” ve ”insan hakları”dır.
Max Scheler İnsanın Kosmostaki Yeri adlı eserinde, insan ve hayvan arasında çok güzel bir ayrım yapar. Hayvan, bulunduğu çevrenin doğruluğunu ve yanlışlığını sorgulamadan yaşayabilir, uyum sağlayabilir, bir nevî bunu yapmak zorundadır. Ama insan hayır diyebilendir, gördüğü güya gerçek olanın, kabuğunu soyarak realitenin ardındaki realiteyi görebilendir. Objektif bakabilen, bulunduğu yerden kendini soyutlayabilendir. O hâlde bir ben bilincine sahip olmak tam olarak realitenin realitesini görebilmektir. Var olduğumuzu bilebiliriz ama nasıl bir varlık olduğumuzu, neler yapabileceğimizi sorgulamazsak varlığımız sadece soyutluk aşamasında kalacaktır. Kadın bir şeyleri sorgulamadan kabul ederse soyutluk evresindedir. Sorguladığı an, birey olmaya, özne olmaya başladığı andır. İnsan, özgürlüğüne saldırı olarak gelen her düşünceye hayır diyebildiği sürece insandır. Çünkü insan otonom bir varlıktır. Kendi kararlarını kendi alabilir, yaşamını kendi kararları ile belirleyebilir. Bu bağlamda otonomluğa saldırı olarak nitelendirilebilecek her kurala karşı çıkmak birey olmanın gerekliliğidir. Karşı çıkma, sorgulama felsefe yapabilmek için yeter sebeplerdir. Felsefe yapabilme ise doğruya ulaşmanın yoludur, fakat bu yol çoğu zaman soyut kalır, realiteye nüfuz etmez. Feminist felsefe ise, bahsi geçen yolun realiteye nüfuz ettiği yoldur. Yani bu alanda oluşan farkındalık bir şeyleri değiştirebilir. İnsan bir şeyin farkındaysa o şey gerçektir. Lâkin burada asıl sorun bu farkındalığı topluma kabul ettirmektir. Aristoteles’in ahlâk üçgenini hatırlayalım. İnsan akıl, irade ve eyleme sahip olduğunda ahlâklı oluyordu. Yani bir şeyi akıl edebiliriz, ama onu eylemediğimizde o eylem metafizik kalacaktır. Fakat, eylem ne kadar gerçekleşmiş olsa da o eylem toplumda hâlâ metafizik kalabilir.
Sofistlerin önemli bir tezi vardır. Onlara göre “kendinde iyi veya kendinde kötü yoktur. Her şey toplumda şekillenir”. Bu düşünce aslında kilit birçok konunun çözümü niteliğindedir. Toplum insana, insanın nasıl olması gerektiğine dair bir kalıp belirler ve birey bu kalıba hayır demeyip özne olamadığı sürece toplumun istediği şey yani nesnesi olacaktır. Çoğu zaman bu kalıplaşmış düşünceler kadınların aleyhine olup, benlik bilgisi olmayan kadınla birleştiğinde görmezden geliniyor, üstü örtülüyor. Bu bağlamda yine sofistlerin yaptığı bir ayrımdan bahsetmekte yarar var. Bu düşüncede iki ayrım söz konusu. Bunlardan ilki doğal olan olan phusei, bir diğeri yapay/toplum tarafından koyulan kurallardan oluşan thesei alanı. Sofistlere göre değerler ve ahlâk apriori olmadığından aposteriori olarak toplumda şekillenecektir. Asıl sorun phuseide değil thesei alanındadır. İnsan elinden çıkmış bu alan elbette ki mükemmellik barındıramaz. Günümüz objektifinden bakarsak; din, gelenek, görenek başlığı altında bize aşılanmış, çoğunlukla erkeklerin çıkarına uygun bazı kurallar dizgesi görebiliriz. Kadının kendi bedeni hakkında söz sahibi olamadığına aşinayız. Kendi bedeni için söz söyleme hakkına sahip olmayan kadın, özel hayatı, nasıl giyineceği, nerede ne zaman nasıl bulunacağı/davranacağı konusunda da söz sahibi değildir. İşte asıl sorun o beden hakkında söz söyleyip, kural belirleyebilen zihniyettedir. Kadını bireysellikten ötekileştiren zihniyet ve bu ötekileştiren zihniyetin en sağlam tedavisi ben bilincine sahip olma ve kendini özne olarak görme ile mümkündür. Ve bu tedavi için reçete kuşkusuz felsefedir.
“Amartya Sen ve M. Nussbaum’un kurduğu Olanaklar Yaklaşımı, gelişmeye ilişkin asıl ve önemli sorunun her bir insanın ne olduğu ve ne yapabildiğidir: (to be and to e able to do)” (Erkızan,2017:24). Nussbaum, insan olmayı ve insani yaşamın biçimini, “Kalın-Keskin Olmayan” bir şekilde, maddeler hâlinde şöyle ifade ediyor: Ölümlülük, bir bedene sahip olma, acıyı ve hazzı deneyimleme kapasitesi, bilişsellik kapasitesi olanaklılığı, erken çocukluk gelişimi, insanın kendi aklını kullanarak yaşamını planlama, diğer insanlarla dostluk/bağ kurma, diğer varlıklarla ve doğa ile bağ kurma, eğlence ve oyun, ayrı-olmaklık. Bu on maddeden ikisi hayati önem taşır: Pratik akıl, yani insanın kendi aklını kullanarak yaşamını planlaması ve diğer insanlarla bağ kurmak. İnsan ancak otonom bir varlık olduğu sürece hayatını iyi bir şekilde devam ettirebilir, Akıl sahibi olmanın zorunlu ve doğal sonucu olan otonomluk olmadan insan olmaktan söz edilemez. Aynı şekilde diğer insanlarla bağ kurmak da oldukça önemlidir. İnsan diğer insanlardan ayrı olmak durumunda olsa da, -buradaki ayrı olmaklık birbirinde erime, bir başkasında özünü kaybetmeye önlem olarak ele alınır- başkasını sevebilmek, duyguları paylaşabilmek, empati yapabilmek insan olmanın gerekliliğidir. Bu iki madde dışında diğer maddelerin süreçleri ve özellikleri insanların yaşam biçimlerine göre değişiklik gösterebilir, fakat bu iki madde değiştiğinde bir insandan söz etmemiz mümkün değildir.
Nussbaum yukarıda sayılan on kategorinin iki bileşeni olduğunu söyler: Olanaklar ve sınırlılıklar. “İnsan olan değil, olabilen bir varlıktır” (Hatice Nur Erkızan). İnsanın olanaklarını sınırlayan her türlü şey iyi yaşamı derinden sarsacaktır. Sınırlılıklar aslında herkesin aşina olduğu şeyleri barındırır. İnsan hayatı boyunca sürekli bir şeylere rağmen yaşamaya, mutlu olmaya çalışır. Sınırlılıklar -ki bunlara temel ihtiyaçlar olan açlık, üşüme, barınma gibi ihtiyaçlar da eklenir- ve onlara karşı verilen savaş olmadan da insan olmaktan bahsedilemez. Fakat insan olanaklarını gerçekleştirmeyi engelleyen sınırlılıklarla (burada sınırlılık artık insanı birey olmasını, sorgulamasını, tercih yapmasını elinden alan sınırlılıklardır) savaşırken iyi yaşam mümkün değildir. İnsan, salt temel gereksinimleri karşılanması gereken bir varlık değildir, onun hayal gücü ve bu hayal gücü vasıtasıyla gerçekleştirebileceği olanakları son derece önemlidir. Felsefe insana olanaklarının farkına varması için yardımcı olur, farkındalığın somut bir hal alması içinse devlet ve topluma iş düşer. “İnsanın sahip olduğu kapasiteleri etkin kılması için gerekli yapılanma toplumun ve devletin görevidir, ancak ‘iyi yaşamı’ isteme ve onu gerçekleştirme bireyin kendi tercihidir. Bununla birlikte yasalar ve kamusal düzenlemeler insanın sahip olduğu potansiyelleri dikkate alarak yapılmalıdır. Nussbaum’un Olanaklar Yaklaşımı etik bir kavrayışı ifade eder; o adaletli bir toplumun nasıl olması gerektiğine ilişkindir” (Erkızan, 2017: 29, 30).
Felsefenin dokunması gereken bir diğer alan kuşkusuz ekonomidir. Çünkü artık toplumda refah düzeyi iyi veya orta olan yani en azından kendine yetebilecek kadar bir geliri olan insanlar mutlu sayılmaktadır. Fakat bu oldukça problemli bir algıdır. Mutluluk ve iyi yaşam sadece ekonomik nedenlerle tamamlanmış sayılamaz. Ekonomik bakımdan iyi olan ülkelerde insan hakları, kadın erkek eşitliği en az ekonomi kadar iyidir diyemeyiz. “Nussbaum’un dediği gibi; kişi başına düşen milli gelir kriteri insanlar için gerçekten neyin önemli olduğu ile ilgili değildir. O, insanlar için değer verdikleri bir hayatı sürdürmelerine ilişkin kaygıyı da ifade etmez. Oysa ve hiç kuşkusuz bir ülkenin asıl zenginliği insanlardır. Gelişmenin amacı insanlara kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir hayatı mümkün kılmaktır” (Erkızan, 2017:19). Ve artık günümüzde sadece ekonomik gelişmenin kendisi amaç olmuş durumdadır. Bu amaç doğrultusunda insan ise sadece bir araçtır.
Ekonomik gelişmenin iyi olması, insan haklarının korunduğunun, iyi yaşamın sağlandığının, bireylerde bir başkasının hikayesini anlama özelliğinin olduğu anlamına gelmez. Örnek vermek gerekirse; ben bir engelli ablasıyım. Devlet ona hayatını devam ettirmesi için belli bir miktar para veriyor. Dışarı çıkıp insanlarla iletişim kurabilmesi için tekerlekli sandalyesi var. Onu sandalyesine oturtup dışarı çıkardığımda, devlet tarafından sağlanan tüm bu iyi yaşama (!) rağmen, insanların ona olan bakışlarını, onu anlamadıklarını, empati duygusundan ne kadar yoksun olduklarını değiştiremiyorum. Bunun farkında olan kardeşimin bir sandalyede dışarıda oturuyor olması onun insanca bir yaşamın içinde olduğuna dair bir sonuç vermiyor. İletişim kurulması isteniyor ama bu iletişim ortak bir acıyı barındırmayan, onu dışlayan bir iletişim oluyor. İnsanlar, acıdan, çaresizlikten kendilerini soyutlayıp, kaçınca o acı yaşanmamış olmuyor. Ve bu farkındalık sadece ve sadece insan olmanın ne demek olduğunu anlamakla sağlanabiliyor.
“Sokratesçi kavrayış insanın içinde bulunduğu değerlere eleştirel yönelimini ve kendini tanımayı talep eder. Nussbaum’un Aristotelesçi insan kavrayışı burada Sokrates ile örtüşür” (Erkızan, 2017:19). Nussbaum’un faydacılığa eleştirisi de bu yoldan olacaktır. Faydacılık yaşamın niteliğini faydalık esasına göre ölçer ve insanı merkez alır, insanın görüşlerinden yararlanır. Fakat buradaki problem, anket vb. şeylerle ölçülen görüşlerin ve saptanan insan memnuniyetinin, son derece öznel düşünceleri barındırdığıdır. Yaşam, belli istatiksel verilerle, çıkarımlarla insanın kırılgan olduğunun ve her insanın farklı olduğunun paranteze alınmasıyla ölçülemez. Kişinin halinden memnun olması, onun iyi yaşadığı anlamına gelmez. Zaten memnuniyetin kendisi ve hayal gücü kavrayış koşullarına bağlıdır. Bu koşullar toplum ve kültür tarafından oluşturulduğundan birinin memnuniyeti diğerinin kabusu olabilir. “Koşullar hayal gücünü hapseder” (Erkızan, 2017:20). İşte tam burada insanın aldığı eğitim çok önemlidir. Eğitim, kendi yaşamını kurabilme bilincini kazandırır. Bu bilinci de diğer bilimlerin yanı sıra insani bilimler kazandırır. Yüksek öğrenimde insani bilimler oldukça önemlidir. Felsefe ile öğrenilen özne olma bilinci, empati kurabilme ve en önemlisi verilenle yetinmeyip sorgulama, hem insanın kendisi için hem de yapacakları tercihler için önündeki yolları aydınlatacaktır. Yüksek öğrenimlerde insani bilim yukarıda bahsedilen tüm koşulların sağlanması için, insanlığın yeşermesi için hayati önem taşır. Ancak bu bilimlerle birlikte insan ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini kavrar. Her bilimin annesi olan felsefe, insanda uyandırdığı merak duygusu ile onu geliştirmekten başka bir şey yapmayacaktır. Sorgulamak yanlış veya korkulacak bir şey değildir. Sorgulamak bir cesaret işidir. Nasıl ki hayatımızda belli bir sorunla karşılaştığımızda onu olmamış varsayamıyor onunla yüzleşiyorsak aynı şekilde bu yüzleşme toplumla, iktidarla, ekonomiyle, insan haklarıyla ve cinsiyet ayrımıyla ve en önemlisi kendimizle olmalıdır.
Bütün bu söylenenler ışığında felsefenin insanlığa en iyi şekilde hizmet edebilmesi için gerekli olan koşulları yedi madde ile ifade edebiliriz:
1. ”Felsefi Söylem Açık Olmalı: Eleştirel Akıl, Sorgulama ve Kendini Bilme İlkesi/Yeteneği”
Kendini bilmek ve sorgulamak demokratik bireyin en önemli özelliklerindendir. Sorgulayabilen birey geleneğe karşı duran bir bireydir. Buradaki karşı çıkma anarşizm ile karıştırılmamalıdır. Birey kendisi için, olanakları için geleneği eleştirebilmelidir. Ona biçilmiş kalıpları, kabul görmüş genel doğruları eleştirebilmelidir. Bu eleştirinin tek amacı herkesin kabul ettiği doğruların doğruluğunu sorgulamak olmalıdır.
2. ”Felsefe Kült Olmamalıdır. Gizli/Gizemli/Kapalı Söylemler (Esoterik, Esoterizm) Demokratik Akıl Karşıtıdır.”
Bazı felsefi metinler o kadar anlaşılmazdır ki felsefenin hayata dokunuşunu ortadan kaldırır. Gizemli bir felsefe, felsefe için önemli olabilir ama insanlığa hizmet edebilmek bakımından daha açık söylemlere yer vermeli, bireyin aklına hitap ettiği kadar sevinçlerine ve acılarına da hitap edebilmelidir. Filozoflar daha gizemli yazarak bazı kesimlerce anlaşılıp sevilebilirler ama onları anlamayan kesim için bu metinler gizemli kalacaktır. Felsefenin ne olduğu ve ne işe yaradığı açık ve seçik metinlerle anlatılmalıdır yani felsefe birilerine ait değil, herkese ait olmalıdır. Bu durum felsefenin derinliğine zarar veriyor gibi anlaşılabilir ama bu derinliği algılamadan önce, algılanması gereken insani problemler vardır ve bu problemlerin çözümü için de felsefi perspektife ihtiyacı vardır.
3. ”Felsefe Diğer Disiplinlerle İlişki İçinde Olmalı ve Onlara Saygı Duymalıdır.”
Ekonomi, sanat, edebiyat, politika gibi alanlara felsefenin dokunuşu gereklidir ama aynı şekilde bu alanların da felsefeye dokunması gerekir. Bu dokunma birbiri içinde kaybolma veya bahsi geçen alanların kendi niteliklerini kaybetmesi anlamında olmayıp, birbirlerine katkı sağlamaları ile olmalıdır.
4. ”18. Yüzyıl Aydınlanmasından 21. Yüzyıl Aydınlanmasına: Felsefe Dine Karşı Tutumunu Değiştirmelidir.”
Her insanın din ve vicdan özgürlüğü vardır, her birey, istediği dini görüşe sahip olabilir, fakat tek bir şartla: Bu dini görüş, insan haklarını ihlal etmemelidir. Felsefe dogmatizmi eleştirmelidir fakat bu oldukça dikkat gerektiren bir konudur. Çünkü eleştiri saldırganlığa bürünürse, bu en başta insan haklarına karşı bir tutuma dönüşür. Dogmatizmin doğurduğu; kadın-erkek eşitsizliği, ötekileştirme, çaresizleştirme, tercihsiz bırakma ve bir başkasının doğrularını veya kararlarını bir başkasına dayatma felsefenin eleştirmesi gereken konulardır.
5. ‘ Felsefe Diğer Disiplinlerle Diyalog İçinde Olmalıdır.”
“Felsefe kendisini Leibniz’in monadlarına dönüştürmemelidir” (Erkızan, 2017:33). Hem kendi içinde, kendi disiplinleriyle hem de ulusal bağlamda diğer tüm felsefe bölümleriyle ilişki içinde olmalıdır. Kendi alanına hapsolmak felsefeciye yakışır bir şey değildir. Felsefe, sınırlandırmayı eleştirirken sınırlandırmanın kendisi olmamalıdır.
6. ”Felsefe Dışlayıcı Olmamalıdır.”
Felsefenin yapması gereken en önemli şey öncelikle kendini eleştirmesi ve geliştirmesidir. Bir felsefe tarihi kitabına bakıldığında orada kadınlardan bahsedilmediğini ve büyük filozofların eserleri okunduğunda onların felsefeci kadınlar hakkında eleştirici ve oldukça kırıcı sözlerine çok rahat rastlanılabilir. Bu yüzden felsefe kadınları, engellileri ve diğer azınlıkları dışlamamalıdır. Çünkü bu dışlamaya ancak felsefe ilaç olabilir.
7. “Felsefe İnsani Yaşamın Kırılganlığına Karşı Duyarlı Olmalıdır.”
İnsan, hem akıllı hem de duygusal bir varlıktır ve bu duygusallıktan dolayı kırılgandır. İnsani bilimler hem akıla hem kırılganlığa hitap etmelidir. Bu bakımdan edebiyatın felsefeden öğreneceği eleştirel düşünmeyken felsefenin edebiyattan öğreneceği de duygusallıktır. İnsan ancak kırılganlığı ve duygusallığı ile doğru anlaşılabilir. Bu özelliği dışta bırakmak, insanı yarım bırakmak demektir.
Sonuç olarak, insanlığın yeşermesi ve iyi yaşam ancak hayatlarda barınan bir tutam felsefe ile mümkündür. Felsefe ile tekrar insan olmak, yine insan olmanın bir gereğidir. Felsefenin ışığı üzerimizden hiç çekilmemeli, bizler karanlıkta bırakılmamalıyız ve bunun için de önce insan olmanın ne demek olduğu bilinmeli, felsefenin de insan için neler yapabileceği anlatılmalı ve anlaşılmalıdır.
Kaynakça:
AYDIN, A. (2004). İnsanca Varolma Sanatı, Gendaş Kültür: İstanbul.
ÇOTUKSÖKEN, B. (2002). Felsefe: Özne-Söylem, İnkılâp Kitabevi: İstanbul.
ÇİLİNGİR, L. (2007). Niçin Felsefe?, Elis Yayınları: Ankara.
ERKIZAN, H.N.(2012). Aristoteles Yazıları, Feminizm ve Aristotelesçi Feminizm Üzerine, Sentez Yayınları: İstanbul.
ERKIZAN, H.N., (2012). Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan, Sentez Yayınları: Bursa.
ERKIZAN, H.N., (2012). Çağdaş Aristotelesçi Düşüncede İnsan:Nusbaum’un Özcü İnsan Anlayışı Üzerine Bir İnceleme, Arkhe-Logos, Sayı: 4, Sayfa: 37-66.
ERKIZAN, H.N., (2012). Nussbaum’un Felsefe Anlayışı Üzerine: “Felsefe İnsanlığa Hizmet Edebilir”, Arkhe-Logos, Sayı: 4, Sayfa: 15-35.
GÜVEN, E., (2012). Martha C. Nussbaum’un İnsani Gelişme ve Olanaklar Yaklaşımı, Arkhe-Logos, Sayı: 4, Sayfa: 75-99.
Yazar: Merve Karacan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.