Karakterlerinin psikolojisine ve onların dengesiz ruh hallerine odaklanan hikayeler olarak gösterilen şimdi sıralayacağımız filmler, başarılı bir psikolojik gerilimin neleri arzulatması gerektiğini gösteren yapı taşları denilebilir. Sonu gelmeyen kan ve şiddet sahneleri yerine, asıl amaçlarının zihinlerimizle oynamak olması gerekir. Az önce gördüklerinizden bir gerilim yaratmayı size bırakması gerekir.
Zamanımızın uçuk bir zekaya sahip önemli isimlerinden David Lynch’in söylediği gibi: “ Bir filmi insanlara lokma lokma verdiğinizde, herkes ne olduğunu hemen anlayabilir. Ben, hayal edebilmek için boşluklar ve birçok farklı yorumlamaya açık kapı bırakmayı seviyorum. Bu çok güzel bir şey.” O zaman okumaya başlayın ve yolculuğun tadını çıkarın.
- Das Experiment
Das Experiment, yönetmen Oliver Hirschbiegel’in 2001 yapımı Alman gerilim filmidir. Başrolde Moritz Bleibtreu, daha sonraları Mahkum 77 olarak bilinecek olan Tarek Fahd karakterini canlandırmıştır.
Tarek, gazetede yapay bir hapisanede gerçekleştirilecek bir sosyal deney hakkında ilan görür. 14 günlük deneyin sonuna kadar tamamlanması sonucu finansal ödül içeren bu çalışma, Tarek için reddedemeyeceği bir tekliftir. Bu meraklı 20 gönüllü kişi öncelikle Gardiyan ve Mahkum olarak ayrılırlar ve deney süresince rollerine sadık kalmaları istenilir.
Bilim insanları tarafından yakından izlenen ve incelenen bu süreç çok geçmeden insan içgüdüsünün ateşlediği karanlık davranışlara doğru hızlıca bir düşüşe geçer. Başlarda gardiyanların rol gereği üstünlüklerinden etkilenmeyen mahkumların davranışları yüzünden kısa süre sonra gardiyanlar, mekanlarının kontrolünü ele geçirmek için daha acımasız ve katı yöntemlere başvermaya başlarlar.
Son derece sert ama etkileyici bir film olan Das Experiment’i çok daha vurucu kılan özellik ise durumun gerçek bir hikayeye dayanmasıdır. Stanford Hapishane Deneyi (Stanford Prison Experiment) olarak bilinen bu deney, gardiyan veya mahkum gibi rollere sahip olunduğunda kişinin eline geçecek gücün getireceği psikolojik tepkilerin sonuçları hakkında bir çalışmadır.
- Kill List
Kill List filminde, birçok klasik statüsü kazanmış gerilim-korku filmlerinden esinlenmeler görülebilir. 1973 yapımı The Wicker Man filmini alın, biraz Race With the Devil ekleyin ve bir tutam da Rosemary’s Baby katın ve karşınızda başarısızlığa uğramayacak Kill List filmini elde edersiniz!
İki eski asker arkadaşı olan Jay (Neil Maskell) ve Gal (Michael Smiley), işlerinin getirdiği tecrübeleri kullanarak mesleklerine yakın bir iş olan kiralık katillik mesleğini yapmaya başlarlar. Kabul ettikleri bir başka görevde bu iki arkadaş, kendilerini hiç beklemedikleri bir durumda ve göründüğünden çok daha karanlık bir olayın ortasında bulurlar.
İngiliz yönetmen Ben Wheatley, ikinci uzun metraj filmi olan Kill List ile herkesin kaldıramayacağı görsel sahnelere sahip olan etkileyici bir yapım ortaya koymuştur.
- Angel Heart
Angel Heart filmi Alan Parker tarafından yönetilmiş olan bir Amerikan psikolojik gerilim yapımı. Başrollerinde Mickey Rourke ve Robert DeNiro yer alır. 1987 yapımı olan film, 1950’lerde geçer ve zamanının çok ötesinde bir film olması sayesinde, klasikler arasına girmeyi başarmıştır.
Harry Angel rolünde izleyeceğimiz Mickey Rourke, Johnny Favourite isimli bir şarkıcının kaybolmasını araştırmak için Louis Cyphere (DeNiro) isimli bir adam tarafından tutulan haşin bir özel dedektifi canlandırır. Hikaye boyunca Angel, Favourite hakkında farklı bilgilere sahip birçok karakter ile karşılaşır. Bu karakterlerin Angel ile karşılaşmalarından kısa süre sonra ölü bulunmaları, dedektifin umduğundan çok daha farklı bir olaya karışmış olabileceğini gösterir.
Rourke’nin formunun zirvesinde olduğu zamanlarda, verdiği en iyi performanslardan biriyle ve DeNiro’nun rolü için muazzam bir kast olarak seçilmesi, Angel Heart filmini başarılı bir atmosfere sahip, zekice hazırlanmış, kanla bezenmiş bir gerilim filmi haline getirir. Diğerleri tarafından birçok kez taklit edilmeye çalışılmış ama hiçbir zaman ulaşılamamış bir hikaye dönüm noktası etkisi ile kendini klasikler arasına koymayı başarmış bir yapımdır.
- Tell No One
Bu Fransız gerilim filminde Alex Beck rolünde François Cluzet’yi görürüz. 8 yıl önce eşini kaybetmesinin üzüntüsünü hala atlatamamış bir adam olan Alex, eşinin iyi ve hala hayatta olduğunu belirten ipuçları almaya başladığında kendini karmaşık bir zincirleme olaylar serisinin tam ortasında bulur.
Marie-Josee Croze, Andre Dussollier ve Kristin Scott Thomas gibi başarılı bir yardımcı oyuncu kadrosuyla göze çarpan film, gerilim unsurları sayesinde Alfred Hitchcock yapımları ile kıyaslanacak düzeydedir. Birçok sürprize açık hikayesi ve başarıyla işlenmiş senaryosu ile Tell No One, çılgınca bir gerilime sahip bir şaheser.
- Timecrimes
2007 yapımı bu İspanyol bilim kurgu-gerilim filmi, zaman yolculuğu konusunu ele alır. Nancho Vigalondo tarafından yönetilen ve başrolünde Karra Elejalde’nin yer aldığı yapım, hiçbir CGI veya özel efekt kullanılmadan, oldukça düşük bütçe ile çekilmiştir. Rahatlıkla en zekice işlenmiş, kompleks zaman yolculuğu filmlerinden biri olarak gösterilebilir.
Timecrimes filmi Hector (Elejalde) isimli bir adamın, eşiyle birlikte taşradaki evlerini yenilemeye çalışmaları ile başlar. Yakınlarındaki ormanı dürbünüyle incelerken Hector, genç soyunan bir kadın görür.
Merakına yenik düşerek durumu araştırmak için ormana gider, aniden saldırıya uğrar ve elinde makas ve yüzü tamamen kanlı bandajlar ile kaplı bir adam tarafından kovalanmaya başlar. Hector bu deli adamdan kaçabilecek mi? Ve neden saldırıya uğradığını öğrenebilecek mi?
Kesinlikle ne kadar az bilgi verilirse, o kadar ilginin arttığı yapımlara örnek olabilecek bir film olan Timecrimes sizi sürekli gerilimin doruklarında ve kendi algılarınızı sorgulayacak durumların içinde bırakacak, aynen Hector’a yaptığı gibi.
- A Tale Of Two Sisters
Asya sineması bilindiği üzere korku filmleri denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri. Ağır ağır oluşturulan gerilim, rahatsız edici bir atmosfer, filmlerin akış hızı ve tehditkar görselleri ile bu alanda başarılarını gösteriyorlar ve A Tale of Two Sisters’da bu duruma uyan bir örnek. Kore korku sinemasının en çok gişe yapan yapımlarından biri olan bu şaheser, zekice hazırlanmış, ilkel korku öğeleri ile bezenmiş, şaşırtıcı senaryo süprizleri barındırıyor.
Hikaye Soo-Mi (Su-Jeong Lim) isimli bir genç kızın akıl hastanesindeki durumunu göstererek başlıyor. Neden orada olduğuna dair hiçbir ipucu verilmiyor bizlere. Sonraki sahnede Soo-Mi’yi, babası ve ikiz kız kardeşi Soo-Yeon (Geun-Young Moon) ile deniz kıyısındaki evlerine doğru yolculuk yaparken ve ulaşırken görüyoruz. Vardıklarında ise kızların üvey annesi Eun-Joo (Jung-ah Yum) tarafından karşılanıyorlar. Üvey annenin kızlara karşı olan tiksintisini de belirtmek gerekir.
Bu dakikadan itibaren bizlere, üvey anne ve kızlar arasında oluşacak bir ayrılığın evlerinde yaratacağı rahatsız edici gerilime şahit olmak kalıyor. Gizemli bir hayaletin varlığı ile bulundukları ortamın gerilimi daha da artıyor ve bizleri sarsıcı bir finale doğru itekliyor.
Kim Jee-Woon tarafından yönetilen bu 2003 yapımı film, Kore sinemasının gururu denebilecek sarsıcı bir modern zaman gerilimi.
- The Secret In Their Eyes
“El Secreto De Sas Ojos” 2009 yapımı bir Arjantin suç-drama filmi. Juan Jose Campanella tarafından yönetilen filmin başrollerinde Ricardo Darin ve Soledad Villamil yer almaktadır. Muazzam hikaye örgüsü ve bir o kadar başarılı oyunculuklar ile film sizi başından sonuna izlemeye zorunlu bırakıyor.
1974 yılında Federal Adalet Ajanı Benjamin Esposito (Darin), genç bir kadının tecavüz edilip öldürülmesi olayını araştırmak için atanıyor. Kurbanın kocasına katilin yakalanacağı ve ömür boyu hapis cezası verileceği sözünü veren Esposito, iş arkadaşlarının olayı hızlıca sonuçlandırabilmek için iki masum insanı yakalamaları sonucu beklenmedik bir karmaşanın içinde bulur kendini.
Ustalıkla kurgulanan hikaye, Esposito’nun hala dava ile uğraştığı, olayın sonuçlanmamış olduğu 1999 yılına gidiş gelişler ile anlatılıyor. Alkol bağımlısı asistanının yardımları ve hiçbir zaman ulaşılamamış bir aşk olan eski patronu Irene (Villamil) ile dava tekrar açılır.
İnanılmaz ve sarsıcı süprizleri ve gerilim dolu finali ile bu film, dünya sinemasınn duygusal başyapıtlarından biri denebilir.
- Jacob’s Ladder
Adrian Lyne’in psikolojik gerilim filmi Jacob’Ladder’in başrolünde Tim Robbins yer alır. Vietnam savaşında yaşadığı olayları gördüğümüz Jacob Singer’in, gerçeği ortaya çıkarmak için çıktığı yolculuğu flashback’ler ve hayaller eşliğinde izleriz.
Jacob bir gün New York şehri metrosunda, postacı kıyafetlerini giyinmiş halde tek başına uyanır. Sürekli olarak eski eşini ve oğlu Gabe (çok genç bir Macauley Culkin)’in ölümünü hatırlatan karmaşık düşler ve giderek kötüleşen halüsinasyonlar görür.
Eski askerlik arkadaşları ile karşılaşıp konuştuktan sonra, onlar da bu tarz kabusları yaşadıklarını belirtirler. Bu görsellere sebep olan mantığı çözdükten sonra Jacob, istemsizce kendini hiç dostane olmayan bir gerçekliğin ortasında bulur.
Birçokları tarafından Tim Robbins’in en iyi performansı olarak gösterilen Jacob’s Ladder, sizleri depresif, kafası karışık ve kalp kırıklarıyla bırakır. Yine de güçlü ve sizleri kavrayan senaryosuyla bu filmi tekrar tekrar izlemek isteyeceksiniz.
- Repulsion
Roman Polanski’nin yönettiği bu film daha sonraları göreceğimiz Rosemary’s Baby ve The Tenant ile birlikte “Apartman Üçlemesi” diye adlandırılacak bir serinin ilk filmidir.
Çekimleri Londra’da yapılan filmin başrolünde Catherine Deneuve, kız kardeşi Helen’in yanına taşınan Carol isimli bir kadını canlandırır. Kız kardeşinin evden birkaç günlüğüne ayrılmasından sonra Carol’un yaşadığı paranoya’yı ve kontrolden çıkışını, unutulmayacak bir performans eşliğinde izleriz.
İzleyiciyi, nelerin gerçek ve nelerin tamamen hayal ürünü olduğu konusunda şüphede bırakan yapım, klostrofobik atmosferi ve Carol’un bastırılmış cinselliği sonucu ortaya çıkan rahatsız edici görselleri ile etkileyici bir film olmayı başarmıştır.
- Manhunter
Manhunter, bütün Hannibal Lecktor filmlerinin öncüsüdür. 1986 yılında Michael Mann tarafından yönetilen filmin başrollerinde William Peterson ve Brian Cox yer alır. Film, “ Diş Perisi” isimli bir seri katili yakalamak için başlatılan bir av’ın hikayesini anlatır. Manhunter filminden 4 film daha çıkarılmış ve Dr. Lecktor’ın gösterildiği bir de televizyon serisi çekilmiştir.
Will Graham (Peterson), emeklilikten geri gelmeye ikna edilir ve FBI ile tekrar işbirliği yaparak bir seri katilin yakalanmasına yardımcı olması istenir. Davanın ilerleyebilmesi için Will’in Lecktor (Cox)’u ziyaret etmesi gerekir. Hapse atılmış yamyam bir seri katil olan Lecktor, Will’e saldırdıktan sonra onun emekli olmasının nedenidir. Lecktor’un yardım etmeyi kabul etmesine rağmen Will, Hannibal’in zeka oyunlarının yanı sıra, eski travmatik anıların psikolojik etkileri ile uğraşması da gerekir. Giderek azalan zamanla seri katili bulma çabaları hızlanır ve bu süreç sonunda “Diş Perisi” (Tom Noonan) ile son derece gerilim dolu bir yüzleşme gerçekleşir. Ama başka bir kurban ve kendi ailesi arasında kalan Will’in bütün çabaları acaba boşuna mıdır?
Red Dragon kitabından esinlenilen Manhunter, özellikle Brian Cox ve Tom Noonan’ın başarılı performansları ile dikkat çeker. Eğer Hannibal Lecktor serilerinin hayranı iseniz ve henüz bu yapımı izlemediyseniz, sizleri gerilim dolu bir atmosfer bekliyor.
- Videodrome
Cinayet, Adilik, İşkence, Sadomazoşizm, Nihilizm – Videodrome.
Ustalar arasına ismini yazdırmış Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in dünyasına hoş geldiniz. James Woods’u Max Renn rolünde izlediğimiz film, bir televizyon kanalı başkanının, yayıncılıkta herkesin aradığı o önemli atılımı bulmaya çalışmasını izliyoruz.
Aradığı atılım Renn’in Videodrome’u keşfetmesi ile gelir. Asya televizyon gösterilen Videodrome, vahşi işkenceler ve cinsel görseller içeren bir televizyon programıdır. Kız arkadaşı Nicki (Blondie’den Deborah Harry) ile anında şovdan etkilenen ve bağımlısı olan Renn, araştırmalarına devam eder ve aslında bu şovun Amerika’da Pittsburgh’den geldiğini öğrenir.
Şovda yer alabilmek için Pittsburgh’e giden Nicki geri dönmeyince, Renn durumdan endişelenmeye başlar. Max araştırmalarına devam ettikçe, seks, şiddet ve rahatsız edici halüsinasyonların karmaşı içerisinde mantığını kaybettiği bir dünyaya süreklenir.
Bu yüzden arkanıza yaslanın ve Cronenberg’in 1983 yapımı bu zihin karıştırıcı başyapıtının getireceği tecrübenin zevkini çıkarın.
- Whatever Happened To Baby Jane
Whatever Happened to Baby Jane, 1962 yapımı bir Amerikan psikolojik korku filmi. Robert Aldrich tarafından yönetilen film, zamanın iki ikonik ismi olan Bette Davis ve Joan Crawford’u aynı yapımda buluşturmayı başarmıştır. Film oldukça gerilim dolu ve karanlık olmasına rağmen komedi unsurları da içerir.
Hikaye 1917 yılında, son derece şımarık bir çoçuk yıldız olan Baby Jane Hudson (Davis) ve onun ihmal edilmiş genç kız kardeşi Blanche (Crawford) ile başlar. Ama yıllar içerisinde roller değişir ve Blanche yıldız statüsüne ulaşırken, Jane eski bir çocuk yıldız olarak unutulmaya başlar.
Yıllar sonra her iki kadın da aynı evi paylaşmak zorunda kalır. Blanche geçirdiği trajik bir araba kazası sonucu tekerlekli sandalyeye mahkumdur ve bu kazanın sebebinin arabayı kullanan Jane olduğu düşünülür.
Artık Jane kız kardeşine bakmak zorunda kalmıştır ve psikolojik ve fiziksel olarak ona işkence ederken bir yanda da gerçeklikten uzak karmaşıklaşmış hayal dünyasında yaşamaya devam eder. Aklını kaybeden histerik bir çocuk yıldız gitgide daha şiddet dolu bir hale gelirken, adeta hapsedilmiş olan Blanche, Baby Jane’in esaretinden kaçabilecek mi?
Hem Davis hem de Crawford karşılıklı atışmalar ile sürekli tartışan kız kardeşi oynarken (Gerçek hayatta da bu ikilinin birbirleri ile hiç anlaşamadıkları belgelenmiş iken), Hollywood tarihinin en ilgi çekici yapımlarından biri haline gelen Whatever Happened to Baby Jane, tüm film severlerin kesinlikle izlenmesi gereken bir dramadır.
13.Eyes Wide Shut
Stanley Kubrick’in mükemmel zihninden çıkan 1999 yapımı şaheser olan Eyes Wide Shut, başrollerinde Tom Cruise ve Nicole Kidman gibi iki önemli ismi buluşturur. Kubrick bir kez daha bizleri gerçek dünya ve bilinçaltı arasında ayrım yapmaya çalıştığımız bir yolculuğa çıkarır.
Dr. Bill Harford (Cruise) ve eşi Alice (Kidman), kızları ile New York’ta yaşayan genç evli bir çifttir. Zengin bir hastasının verdiği yılbaşı partisine katılan çift (Bu esnada her ikisi de kendi ayrı cinsel deneyimlerini yaşamaktadırlar), bu partide Bill’in eski okul arkadaşı olan, partide piano çalması için tutulmuş Nick ile karşılaşması ile olaylar yavaş yavaş değişir.
Bill’in duyguları, eşinin yakın zamanda bir deniz subayı ile hayal ettiği cinsel fanteziler sonucu altüst olur. Nick ile çaldığı caz klübündeki set sonunda tekrar karşılaşan Bill, Nick’in çalmak zorunda olduğu bir sonraki mekan hakkında bilgi edinir. Ancak bu mekana giriş için bir maske, kostüm ve son olarak bir şifre alması gerektiğini öğrenir. Reddedilmesi zor olan bu ilgi çekici parti en sonunda Bill’in gecesini, beklenmedik bir erotizm, şiddet ve rahatsız edici bir cinsel yolculuğa sürükler.
Üzücü durum ise Eyes Wide Shut’ın Stanley Kubrick’in son filmi olmasıdır. Film ölümünün ardından birkaç ay sonra vizyona girmiştir.
- The Tenant
Polanski’nin “Apartman Üçlemesi”nin sonuncusu olan bu film, Polanski’nin kendisinin başrolde olduğu başarılı bir psikolojik korku yapımıdır. Bir başka klostrofobik, rahatsız edici ve gerilim dolu film olan The Tenant, Trelkovsky (Polanski)’nin yeni taşındığı apartmanın eski kiracısının kendini pencereden atmış olması hakkındadır.
Sonuç olarak delilik ve obsesiflik yavaş yavaş hikayede yer edinmeye başlar ve sonunda hafifçe komik ama son derece trajik bir bitiş yapar.
The Tenant sizleri yanıtlardan çok, daha fazla soruyla baş başa bırakacak ama bana göre Polanski’nin bir başka başyapıtıdır.
- The Conversation
Birçok yönetmen hayatlarında ulaşmaya çalıştıkları o önemli sanat eserini bir kez yakalayabilmek için inanılmaz çaba harcarlar ama 1974’te bir adam bunu iki kez başardı. Lüften bir adım öne çıkan Francis Ford Coppola Bey.
The Godfather 2 filmine Oscar’ı kaptırmasına rağmen The Conversation, 70’lerin en belirgin ve başarılı filmlerinden bir olmayı başarmıştır. Muhteşem oyuncu Gene Hackman, paranoyak, nevrotik ve serbest çalışan bir gözetleme uzmanı olan Harry Caul’a hayat vermiştir.
San Francisco şehrinde kendi gözetleme işini yürüten Harry, tam bir yalnız karakterdir ve kendi hayatına veya apartmanına kimseyi sokmaz. Kendisine verilen bir iş olan, Union Square’de genç bir çiftin konuşmalarını dinlerken Harry, konuşmaları filtreledikçe beklemediği bir olay örgüsünün içinde bulur kendini.
Genç çiftin başına gelebilecekleri düşünerek kasetleri işverenine göndermekten kaçınan Harry, kendini olayların ters tarafında bulur. Zihinsel durumu kötüye giden Harry, kendini yok etmeden önce duruma bir çözüm bulabilecek mi?
John Cazale, Harrison Ford ve kısa süreliğine de olsa görünen Robert Duvall’ın etkileyici performansları eşliğinde ilerleyen The Conversation, zihninizde uzun zaman yer edinecek başarılı bir gerilim yapımıdır.
- Hour of the Wolf
Tüm zamanların en önemli ve ilham veren yönetmenlerinden biri olarak gösterilen Ingmar Bergman, ölümü, hastalıkları ve insan zihninin çöküşünü konu alan birçok başarılı film yaptı. Hour Of The Wolf filmi de hiç farklı değil.
Film, Max Von Sydow tarafından canlandırılan Johan karakterinin, karısı Alma (Liv Ullman) ile birlikte mütevazi ama kaba saba görünen bir adaya sığınmaları ile başlar. Johan, insomni ve geçmişi ile baş etmeye çalışan bir ressamdır. Sert mizaçlı ve soğuk bir karaktere sahip olmasına rağmen Johan, eşinin ona karşı sadık ve yardımsever tavrı ile psikolojik sorunlarından kurtulmaya çalışır.
Ama durumlar Alma’nın Johan’ın gizli günlüğünü bulması ve yakınlarında bulunan bir kalede yaşayan ada sakinlerinin onları yemeğe davet etmesiyle değişir. “Kurt’un saati (Hour of he Wolf)”nin yaklaşması ile birlikte gerçekler ortaya çıkar ve Johan’nın kabusu olan geçmişi sonunda kendini gösterir.
Bu gotik korku filmi, bir adamın, çektiği psikolojik işkenceler ile klostrofobik ve gerilim yüklü yolculuğunu anlatır. Zeki bir yönetmenin, sürreal ve cesur bir sanat çalışması olan Hour of the Wolf filmi son derece etkili ama bir o kadar da zamanla anlaşılması zorlanabilecek bir yapım.
- The Wicker Man
Robin Hardy’nin 1973 yapımı esrarengiz korku filmi The Wicker Man, İngiliz kült filmlerinin en başında yer alır. Terkediliş, sembolizm ve pagan ayinleri konularını işleyen, gizemli ve gerilim dolu bir hikayedir. Edward Woodward ve Hammer’ın favorisi Christopher Lee’nin başrollerinde olduğu yapım, sizleri sonuna kadar etkisinde bırakacak bir film.
Rowan isimli bir kızın kayboluşunu araştırması ve bulması için yalvaran bir mektup alan Çavuş Howie (Woodward), araştırmaya başlamak için uzak bir iskoç adasına yolculuk eder. Varmasıyla birlikte hiç de sıcak olmayan bir karşılama ile karşılaşan Howie, filmin geri kalanında da bu atmosferi fazlasıyla yaşayacaktır.
Adadaki yaşamın, ana karadakinden çok daha farklı olduğunu gözlemleyen Howie, kaybolan kızın bir ayine veya kurban edilişe maruz kalmış olabileceğini düşünmeye başlar. Araştırmaya devam ettikçe adanın görünürde lideri olan Lord Summerisle (Lee) ile karşılaşır ve bu ıssız adada, kaybolan kızdan daha vahim olayların yaşanıyor olabileceğinden şüphelenir.
Vahşet dolu bir aksiyon filmi bekleyenler bu yapımdan hayal kırıklığı ile ayrılabilirler ama The Wicker Man kesinlikle daha zeki ve zihni zorlayan mükemmel bir sinema deneyimidir.
- Dead Ringers
Dead Ringers filmi ile Cronenberg’i tekrar listemize alıyoruz. 1988 yapımı bu filmde Jeremy Irons, Toronto’da başarılı bir Jinekoloji merkezi yürüten, Beverly ve Elliot Mantle isimli ikiz kardeşleri canlandırdığı iki başrol ile izliyoruz. Yöentmenin her filminde olduğu gibi, zihinleri zorlayan, aykırı ve görsel olarak etkileyici bir film izliyoruz.
Hikaye, tüm dünyadan izole şekilde yaşayan bu ikiz kardeşlerin büyümesini anlatıyor. Yakınlıkları yüzünden adeta aynı kişi haline gelen ikizler, jinekoloji alanında eğitim alarak kendilerini geliştirirler. İşlerinin başarılı hale gelmesi ile kardeşlerin kişilikleri yavaş yavaş birbirinden ayrılır. Elliot daha özgüvenli bir hale gelirken, Beverly daha utangaç ve mütevazi bir insana dönüşür.
Bu özellikleri yüzünden ikizler, hastalarınnın güvenlerini kullanarak gizlice onları kendi aralarında paylaşmaya başlarlar. Beverly paylaşmak istemediği bir hastasına aşık olduğunda, kardeşler bağımsızlaşır ve bu durum beraberinde sarsıcı sonuçlar getirir.
Bu duyusal olarak zorlayıcı, karmaşık gerilim filmi, hikayesinin gerçek hayattaki bir ikiz kardeşin hikayesinden esinlenildiğini öğrendiğinizde daha da etkili bir hale geliyor. (Hikaye hakkında araştırma yapmadan önce filmi izlemenizi öneririm).
- Blue Velvet
David Lynch filmlerinin tarzı hakkında örnek olarak verilebilecek en belirgin yapımlardan biri olan Blue Velvet, 1986 yapımı gizemli bir kara filmdir. Başrollerinde Kyle McLachlan, Laura Dern, Dennis Hopper ve Isabella Rosellini gibi isimleri barındırmasıyla, kara, gizemli ve uçlarda gezinen bir film olması bizleri şaşırtmıyor.
Jeffrey (McLachlan) hastanedeki hasta babasına bakabilmek için eve geri döner. Hastaneden eve geri dönerken bir gün, ormanın yakınlarında, kesik bir insan kulağı bulur. Bu keşfini yerel polis dedektifine bildirmek için gittiğinde, Dedektif’in kızı Sandy (Dern) ile karşılaşır.
Kulağın gizeminin arkasında Dorothy (Rossellini) isimli bir kadın olduğunu öğrenen Jeffrey ve Sandy, olayı kendileri araştırmaya karar verirler. Maalesef bu araştırmanın sonucunda, delirmiş ve adli dengesi yerinde olmayan Frank Booth (Hopper) isimli bir suçlu ile karşılaşırlar. Sandy ve Jeffrey araştırmaya devam ettikçe hiç beklemedikleri bir olay örgüsünün içinde bulurlar kendilerini.
Blue Velvet, sadomazoşist, şiddet ve madde bağımlılığı içeren sahneleri ile izlemesi zor, karanlık ve rahatsız edici bir deneyim sunuyor. Yine de etkili ve başarılı bir film olması sayesinde kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film.
- Night of the Hunter
Aynı isimli bir romandan esinlenilen Night of the Hunter filminin başrolünde, ahlaksız katil bir rahip olan Harry Powell karakterini canlandıran Robert Mitchum yer alıyor. Filmin bir diğer oyuncusu Shelley Winters ile birlikte hikaye, tamamen olmasa da gerçek bir hikayeden esinleniyor. Powell durumdan şüphelenmeyen dul bir kadınla ilişki kurup onun parasını çalmaya çalışıyor. Bu yapım aynı zamanda Charles Laughton’ın son filmidir.
1930’lar Batı Virginia eyaletinde geçen hikayede Harry Powell, kendini bir rahip olarak tanıtır, ülkeyi dolaşarak dul kadınları kandırır, dolandırır ve öldürür. Yaptklarının Tanrı’nın bir isteği olduğunu söyler. Çalıntı bir arabayı kullanırken yakalanan ve kısa süreliğine hapse giren Powell, burada Ben Harper isimli, ölüm cezasını almış bir katil ve banka soyguncusuyla tanışır.
Ben Harper’i sakladığı paraların yerini söylemeye ikna edemeyen Powell, bir sonraki kurbanı olarak Willa Harper (Shelley Winters)’i seçer. Ama Haper’in iki çocuğu, paraların saklandığı yeri bilen tek diğer iki insan olunca Powell için işler istediği gibi gitmez.
Mitchum’un ruhunuzun derinliklerine işleyen performansı ile zamanının en korkutucu filmlerinden bir olan Night of the Hunter, sinema tarihinin en etkileyici kötü karakterlerinden birini bizlere tanıştırır. Bu filme ya aşık olursunuz yada nefret edersiniz.
- The Innocents
1961 yapımı gotik korku filmi The Innocents, Jack Clayton tarafından yönetilmiş, başrolünde Deborah Kerr oynamıştır. Herhangi bir vahşet veya görsel olarak rahatsız edici sahne olmadan, sadece atmosfer, kurgu ve izleyicinin algısı ile gerilimi artırılan The Innocents, The Turn of the Screw isimli kitaptan uyarlanan, sonu izleyicinin yorumlamasına açık bırakılmış, kafa kurcalayıcı, rahatsız edici bir filmdir.
Miss Gidens (Kerr), Flora ve Miles isimli, zengin ama ilgisiz amcaları tarafından ilgilenilen, iki öksüz çocuğun yeni öğretmenleri olmaya karar verir. Yaşadıkları lüks eve vardığında Miss Giddens, sevecen ev bakıcısı Grose Hanım ve evcil bir kaplumbağası olan genç ve mutlu Flora ile yakın arkadaşlık kurar.
Miss Gidens yaşadığı mekana alışmaya çalışırken, Miles’in yatılı okuldan atıldığı ve eve erken gönderildiğini belirten bir mektup alır.
Miles ile ilk karşılaşmaları ile Miss Gidens, onun son derece çekici ve flörtöz bir çocuk olduğunu düşünür ancak Miles’ın eve dönüşü talihsiz bazı olayları beraberinde getirir. Evin eski sakinleri hakkında bilgi edinmeye çalışan Miss Gidens, araştırmaya devam ettikçe rahatsız edici ve korkutucu bazı sırları öğrenmeye başlar.
Hangi mantığı izlerseniz izleyin, Henry James tarafından yazılan klasik hayalet hikayelerinin bir yorumu olan bu yapım, her şekilde sizleri rahatsız edici bir atmosfer ve korkutucu sorular ile başbaşa bırakıyor.
4. Don’t Look Now
Daphne Du Maurier’in kısa hikayesinden esinlenilen Don’t Look Now, sevdiğiniz birinin ölümü sonucu kişinin yaşayabileceği psikolojik zorlukları anlatan korkutucu bir filmdir. Donald Sutherland ve Julie Christie filmde John ve Laura isimli karı kocayı oynarlar. Genç kızlarının gölde boğulması sonucu yaşadıkları trajedinin hikayesi anlatılır. Film bizlere kişinin yaşayabileceği farklı üzüntü şekillerini gösterir.
Yıllar sonrasına ilerlersek, John, eski bir kilisenin restorasyonunu yapmak üzere Venedik’e taşınır ve ikili burada yaşamaya başlarlar. Bir gün restoran’ta kör bir psijik güçleri olduğunu iddia eden bir kadın çifte kızlarının mutlu olduğunu söylediğinde, Laura’nın duygusal halini değiştirir.
Bu tarz olaylara kesinlikle inanmayan John ise durumdan o kadar etkilenmemiştir. Ama kızlarının son halinde giydiği kırmızı ceketli farklı figürler görmeye başladıklarında, mantık yerini özleme ve çaresizliğe bırakır.
Yönetmen Nicolas Roeg son derece gerilim dolu bir atmosfer yaratmayı başarmış ve korkutucu bir sona doğru duygularımızla oynamaya devam etmiştir.
- Rosemary’s Baby
“Apartman Üçlemesi”nin en ünlüsü olan Rosemary’s Baby’de Mia Farrow ve John Cassavetes, eski tarz bir New York apartmanında yaşayan bir karı kocayı oynarlar.
Yaşadıkları bu yeni mekanın verdiği heyecanla, Rosemary (Farrow) ve Guy (Cassavetes) bir çocuk sahibi olmanın ilişkilerindeki bir sonraki adım olduğunu diüşünürler. Desteklerini esirgemeyen ama sürekli işlerine karışan komşuları (Minnie and Roman), Rosemary’i Dr Sapirstein ile tanıştırırlar. Bu doktor Rosemary’e, yardımcı komşularının ona her gün düzenli olarak getireceği bir karışım hazırlayarak aksatmadan içmesini önerir.,
Ancak etrafındaki herkesin acayip davranışlarından rahatsız olan Rosemary, eşi Guy’in de işin içinde olduğu, doğmamış çocuğu üzerinden yürütülen karanlık olayların tam ortasında bulur kendini. Rosemary bu durumu aklını veya çocuğunu kaybetmeden durdurabilecek midir yoksa olanların hepsi sadece zihninin ona oynadığı birer oyun mudur?
Mia Farrow’un hayatının en başarılı performanslarından birini gösterdiği Polanski’nin bu 1968 yapımı psikolojik korku filmi adeta zamana meydan okuyarak yıllar sonra bile hala etkisini devam ettiriyor.
- Les Diaboliques
Henri-George Clouzot’nun bu 1955 yapımı siyah-beyaz Fransız şaheseri, birçok korku filmi listesinin başını çekiyor.
Filmimiz bir yatılı okulda geçiyor. Christina (Vera Clouzot) isimli bir kadının sahibi olduğu ama onun baskıcı kocası Michel (Paul Meurisse) ve onun metresi olan öğretmen Nicole (Simone Signoret) tarafından kontrol edilen bu okulda, bu iki kadn zamanla yakınlaşırlar ve başlarındaki bu baskıcı ve zararlı adamı hayatlarından çıkarabilmek için bir plan hazırlarlar.
Ancak her işe burnunu sokan bir özel dedektif, aşırı dürüst okul çocukları ve kayıp bir ceset ile birlikte olaylar iyice karmaşıklaşır.
Bir dedikoduya göre filmi yönetmesi için ilk önce Alfred Hitchcock’a teklif götürülür ancak anlaşma sağlanamayınca Henri-Georges Clouzot projeyi sahiplenir.
1.Vertigo
Alfred Hitchcock’un en başarılı işi olarak gösterilen Vertigo, karmaşık ve psikolojik gerilim öğeleri barındıran bir yapımdır ve başrollerinde James Stewart ve Kim Novak yer alır. Gurulu bir şekilde 2012 yılında yapılan Sight and Sound anketinde en başta yer almayı başaran bu şaheser, süprizler ile dolu bir sona doğru bizleri gerilim dolu bir yolda beraberinde sürükler.
John ‘Scottie’ Ferguson (Stewart), emekli bir San Francisco polis dedektifidir. Çatılarda gerçekleşen bir kovalamaca sırasında, polis memurlarından birinin ölümüyle sonuçlanması nedeniyle Scottie, yükseklik korkusuyla (Vertigo) başa çıkamaya çalışmaktadır. Eski, okul arkadaşlarından birinin çıkagelip, eşi Madeline (Novak)’yi gizlice takip etmesini istemesi sonucu isteksizce kabul etmek zorunda kalır.
Takip edilmesi oldukça zor olan Madeline’yi en sonunda bulmayı başarır ve onu San Fran Nehrine atlamaktan son anda durdurur. Madeline ve Scottie bu olay sonunda birbirleriyle daha çok zaman harcamaya başlarlar ve Scottie’nin görevi devam etmesine rağmen birbirlerine aşık olurlar.
Bir anda sebepsizce bir kilsenin kulesine tırmanan Madeline’nin ardından Scottie çaresizce peşinden gitmek zorunda kalır ve bizler, sinematik bir zekanın yaratacağı büyüleyici ve gerilim dolu bir sahne ile başbaşa kalırız.
Arka planda büyüleyici San Fransisco ile birlikte, bu romantizm ve takıntı dolu masalsı sanat eseri, bir sonraki 50 yıl daha listelerin en başında yer almalı, şu anda olduğu gibi.
Yazar: Andrew Lowry Kuzey
Çeviri: Gökhan Çuhacı
Kaynak: tasteofcinema
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.