• 11 Temmuz 2017
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Jean-Paul Sartre 1905’te doğmuştur. Donanmada Yüzbaşı olan babası Sartre daha ir bebekken ölmüş ve Sartre annesine son derece yakın büyümüştür. Bu yakınlık, Sartre 12 yaşında iken, karşı çıkmasına rağmen annesi tekrar evlenene kadar devam etmiştir. Sartre ömrünün büyük kısmını Paris’e geçirmiştir. Paris’te sıklıkla Left Bank’deki kafelere gider ve Jardin du Luxemburg’deki banklara otururdu. Sartre’ın şaşılığı, meraklı bakışları, büyük gözlükleri ve kendine has bir giyimi vardı. 1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ancak o ödülü kapitalist ve burjuva işi olduğu gerekçesi ile reddetmiştir. Sartre çok kısaydı (sadece 160cm) ve kendisini sıklıkla çirkin olarak nitelerdi. Saçlarını geriye doğru tarardı.1980’de 74 yaşında öldüğünde, tabutuna Paris sokakları boyunca 50.000 kişi eşlik etmişti.

Sartre “Varoluşçuluk” olarak bilinen felsefi akımın ana figürü olarak ün kazanmıştı. O düşünmeyi ve felsefeyi göz alıcı bir hale getirmişti. Sartre Varlık ve Hiçlik olarak adlandırdığı, son derece yoğun ve takip etmesi hayli zor bir kitap yayınlamıştı. Bu kitabın Sartre’ın ününe olan katkısı, okuyanların onu anlamasından değil daha çok anlayamamasından kaynaklanmıştır. 20.yüzyılın ikinci yarısında oldukça yaygınlaşan bir arzu vardı; yazarın kitabını yüceltebilmek için, savını açık bir şekilde sunmak yerine, okuyucuya onun ulaşamadığı bir gizeme, bir sırra ulaştığı izlenimi verebilmek. Sartre da bu arzuya kapılanlardan birisidir.

Varoluşçuluk birkaç temel inanış üzerine inşa edilmiştir.

Bir: Nesneler, olgular düşündüğümüzden daha esrarengizdir

Sartre, dünyanın kendisini kabul ettiğimizden çok daha yabancı ve daha gizemli olarak ortaya koyduğu olaylara; ona atfettiğimiz mantıksallığın günden güne kaybolduğu, her şeyin büyük ölçüde rastlantısal, hatta saçma ve endişe verici olduğunu gösteren olaylara karşı oldukça dikkatlidir.

Sartre’ın ilk romanı -1938’de yayımlanan Bulantı– bu tarz olaylara yapılan çağrışımlarla doludur. Romanın bir bölümünde, kahraman, kurgusal bir Fransız sahil kasabasında yaşayan, 30’lu yaşlarında bir yazar olan Roquentin, tramvaydadır. Elini koltuğun üzerine koyar ama aniden geri çeker. Romanın bu bölümü kurgunun temel ve açık bir parçası olmasına rağmen dikkat çekmeye değer bir noktadır. Koltuk aniden Roquentin’e çok garip gelir; “koltuk” sözcüğü anlamını yitirir, karşılık geldiği nesne gayet ilkel bir örneği gibi öylece gözünün önüne gelir ve koltuğun malzemesinin hafifçe şişkin yapısı ona ölü bir eşeğin itici, şişmiş göbeğini anımsatır. Roquentin önünde duran şeyin insanların oturmak için kullandığı bir şey olduğunu hatırlamak için kendini zorlar. Ancak bir an için, korkunç bir an, Sartre’ın “dünyanın saçma yüzü” olarak nitelediği tarafını görmüştür.

Böylesi anlar, Sartre’ın felsefesinin kalbini oluşturur. Sartrecı olmak; varoluşu, günlük yaşantımızdan kaynaklanan sabit kabullenişlerimizden ve her türlü ön yargıdan sıyrılmış olarak anlayabilmektir. Kendi hayatımızda birçok bakımdan Sartrecı bakış açısını deneyebiliriz. “Eşinizle bir akşam yemeği” olarak bildiğiniz şey üzerine biraz düşünün. Böyle bir tanımlama altında her şey tamamen mantıklı görünür. Ancak bir Sartrecı, yüzeysel normalliklerden sıyrılarak, yüzeyin altına gizlenmiş uç tuhaflıkları göstermelidir. Akşam yemeği gerçekte şu anlama gelir; evrenin seni teşkil eden parçasının uzaktaki bir helyum ve hidrojen patlamasından uzaklaşmış, dizlerini doğranmış bir ağacın dilimleri altında kaydırarak ölü hayvan ve bitki parçalarını ağzına koyman ve çiğnemen, hemen yanında, bazen cinsel organına dokunduğun başka bir memelinin de aynı şeyi yapması. Veya Sartrecı bir gözle işini düşün; sen ve diğer birçok kişi bedenlerini elbise ile sarıyor ve birbirinize karşı heyecanlı sesler çıkarttığınız bir kutunun içinde toplanıyorsunuz, kâğıt parçaları karşılığında mükemmel bir serilikle birçok plastik düğmeye basıyorsunuz. Sonra duruyor ve gidiyorsunuz. Gökyüzü tekrar aydınlandığında ise geri geliyorsunuz.

İki: Biz Özgürüz

Bu tuhaf anlar kesinlikle kafa karıştırıcı ve gayet korkutucu. Ama Sartre tek bir esas nedenle dikkatimizi (bu tarz) anlara çekmek istiyor. Sartre’ın nedeni bu anların özgürleştirici boyutu. Hayat düşündüğümüzden daha gariptir (ofise git, bir arkadaşınla akşam yemeği ye, ebeveynlerini ziyaret et. Bunların hiçbirisi açık veya azıcık dahi normal değildir), ama hayat aynı zamanda olasılıklar yönünden oldukça zengin bir sonuçtur. Hiçbir şeyin olduğu gibi olması gerekmez. Yükümlülükler ve taahhütler arasında kendimize hayal etme fırsatı tanıdığımızdan daha özgürüz. Sadece gece geç saatlerde veya belki hasta ve yatıyorken veya bilmediğimiz bir yerde uzun bir tren yolculuğunda iken zihnimize geleneksel kısıtlamalardan kurtularak hayal kurma izni veririz. Sartre’ın dikkatimizi çekmek istediği anlar işte bu düzeni bozarak zihnimizi özgürleştirir. Evden çıkabilir, ilişkimizi sonlandırabilir ve birlikte yaşadığımız kişiyi bir daha asla görmeyebiliriz. Bu duruma işimizi de dâhil edebiliriz, başka bir ülkeye taşınır ve tamamen farklı bir kişiliğe bürünerek orada yaşayabiliriz. Genellikle bunların hiçbirini gerçekleştiremeyeceğimize dair birçok sebebimiz vardır. Ama bu hayal kurma düzenimizi bozan anlar tanımlaması üzerinden, Sartre bizim farklı bir yoldan düşünmemizi sağlamak istiyor. O bizi normal olandan uzaklaştırmak ve hayal gücümüzü özgürleştirmek istiyor: Her gün işe gitmek için otobüse binmek, hoşlanmadığımız insanlara karşı yalancı samimiyet takınmak veya kendimizi sözde güvende hissetmek için yaşam enerjimizden vazgeçmek zorunda değiliz.

Özgürlüğümüzün tam anlamıyla farkına varış sürecimizde Sartre’ın varoluşun “ıstırabı” olarak nitelediği şeyle yüzleşeceğiz. (Korkunç bir şekilde) her şey muhtemeldir çünkü hiçbir şeyin ön ataması, tanrısal bir gelecek bilgisi veya mesajı yoktur. İnsanlar var olan düzen içerisinde öylece yaşamaya devam ediyorlar ancak istedikleri an prangalarından kurtulmakta özgürler. İnsanın etkisi dışında kalan dünyada evlilik veya iş diye tanımlanan hiçbir şey yoktur. Bunlar sadece bizim olgulara taktığımız etiketlerdir ve -varoluşçuya yakışır bir şekilde- bu etiketleri tekrar söküp atmakta özgürüz.

“Istırap” terimi dolayısı ile bu durum korkutucu ancak Sartre, ıstırabı olgunluğun, tam manasıyla canlı oluşumuzun ve gerçekliğin; gerçeklikten gelen özgürlükle, olasılıkları ile ve önemli seçimleri ile tam olarak farkında olduğumuzun bir işareti olarak görüyor.

Üç: Gaflet (mauvaise foi) içinde yaşamamalıyız

Sartre, özgürlüğümüzü gerektiği gibi elimizde bulundurmadan yaşama durumunu “gaflet” (mauvaise foi) olarak adlandırıyor.

Her ne zaman kendimize olayların kesin bir şekilde gerçekleşeceğini söylersek ve diğer seçeneklere gözlerimizi kapatırsak o zaman gaflet içinde oluruz. Kendi kendimize bize özgü bir işimizin olması, bize özgü bir insanla hayatımızı paylaşmamız veya bize verilen yerde evimizi kurmamız gerektiğini dayatmamız gaflettir. Sartre, gafletin en ünlü tanımlamasını Varlık ve Hiçlik’te sanki özgür birey olmaktan ziyade ilk veya en önemli garsonmuşçasına kendini görevine adamış bir garsonu betimlerken şu şekilde yapıyor: “Hareketleri seri ve devamlıdır, fazlaca kesin ve fazlaca seridir. Müşterilerin yanına gelirken adımları biraz fazla acelecidir. Müşterinin yanına gelip hafifçe eğilmesi bile fazlaca heves doludur. Öyle ki; sesi ve gözleri müşterinin siparişini alırken fazlaca arzu doludur.”

Sartre garsonun gaflet içinde olduğu kanaatindedir. Adam, (muhtemelen Saint-German Cafe de Flore’de çalışan bir garsonu simgeleyen) kendisini aslında bir caz piyanisti ya da Kuzey denizinde bir trol gemisinde balıkçı olabilecek özgür bir birey değil, mutlaka bir garson olması gerektiğine ikna etmiş. Aynı sabitleşmiş, istemsiz eylemlerden oluşan tutum, bugün, çocuğunu okuldan alan bir BT yöneticisinde veya herhangi bir ebeveynde de gözlenebilir. Bu kişilerin hepsi muhtemelen şöyle hissediyordur: Yapıyor olduğum şeyi yapmak zorundayım, başka bir seçeneğim yok, ben bu konuda özgür değilim, yapmakta olduğum şeyi bana yaptıran benim buradaki rolümdür.

Varoluşçu bir yaklaşımla birisinin özgürlüğünü anlamak, kavramak; (herhangi bir şey yapmak veya olmak için, herhangi bir ceza veya fedakârlık gerekmeksizin özgür olduğumuzu öngören) Amerikan öz-yardım fikri ile karşılaştırılmamalı. Sartre bundan çok daha kasvetli ve acıklıdır. O yalnızca normalde inandığımızdan daha fazla seçeneğimiz olduğunu göstermek istiyor. Hatta bazı durumlarda öne çıkan (Sartre’ın kuvvete savunduğu) seçenek intihar da olabilir.

Dört: Kapitalizmi dağıtmakta özgürüz

İnsanları, kendilerini özgür bir şekilde deneyimlemekten alıkoyan en önemli etmen paradır. Birçoğumuz, önümüze çıkan (yurt dışına taşınmak, eşimizden ayrılmak, yeni bir kariyer denemek gibi) olası seçenekleri, “Para için endişelenmiyor olsam olurdu,” diyerek geri çeviririz.

Paranın edilgenliği Sartre’ı politik düzeyde öfkelendirmiştir. O, kapitalizmi, gerçekte hiç de gerekli olmayan şeyler için gereklilik hissi yaratmak üzere tasarlanmış dev bir makine olarak görmüştür. Kapitalizm kendi kendimize her gün belli bir saat çalışmak zorunda olduğumuzu, özel bir ürün veya servisi almamız gerektiğini ve çalışanlara düşük ücret ödememiz gerektiğini telkin etmemizi sağlar. Fakat burada yalnızca özgürlüğün inkâr edilmesi ve farklı şekillerde yaşama imkânımızı ciddiye almayı reddetme var. Bu düşünceleri dolayısı ile Sartre (SSCB ve Fransız Komünist Partisi’ni eleştiren birisi olmasına rağmen) hayatı boyunca Marksizm’e ilgi duymuştur.

Marksizm, maddi hususların, paranın ve mülkiyetin insanların hayatlarındaki rolünü azaltarak, insanların kendi özgürlüklerini keşfetmelerine olanak sağlayan bir teori olarak görünmüştür.

Tüm bunlar hoş bir düşünce olmaya devam ediyor. Temel özgürlüğümüze yeniden kavuşmak için siyasal yapıyı değiştirebilir miyiz? Sermayeye karşı olan tutumumuz nasıl değiştirilebilir? Bir kişi haftada kaç saat çalışmalıdır? Televizyon yayınları, insanların tatillerde gittikleri yerler veya okul müfredatları nasıl daha iyi yapılabilir? Zihinlerimizi zehirleyen, propaganda içine gömülmüş medya nasıl değiştirilebilir?

Çok fazla yazıyor olmasına rağmen (yetişkinlik hayatı boyunca günde 5 sayfa yazdığı tahmin ediliyor), Sartre sürekli bu düşünceler üzerinde durmamıştır. O fırsatlara gözümüzü açtı, ancak görevler üstlenmek bizim sorumluluğumuz olmaya devam ediyor.

Sonuç

Sartre, hiçbir şeyin olduğu haliyle olmak zorunda olmadığı yönündeki ısrarı ile ilham vericidir. O, bir birey, bir tür olarak tamamlanmamış potansiyelimizin tamamıyla farkındadır. Bize, varoluşun akışkanlığını kabul etmemiz ve yeni alışkanlıklar, yeni görüşler edinmemiz, yeni fikirler ileri sürmemiz için ısrar ediyor. Hayatın planlı bir işleyişinin olmadığının ve hayatın doğasında bir anlamı olmadığının kabulü, geleneğin ve mevcut durumun ağırlığı ile baskı altında hissettiğimiz zamanlarda büyük bir rahatlama sağlar. Sartre özellikle gençlik çağında; ebeveyn beklentileri ve sosyal beklentiler bizi ezdiği zaman, orta yaşın kasvetli anlarında, bir şeyleri değiştirmek için hala biraz vaktimiz olduğunu fark ettiğimiz, ancak çok da zamanımızın kalmadığının bilincinde olduğumuz zamanlarda bizim için faydalıdır.

© Düşünbil® (2017)

Çeviren: Cihan Tunca
Kaynak: The Book of Life 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com