“…Kendi dilinde artık okunmaz olduğunda hala bir yazar sayılabilir mi insan? Hayattayken artık yazmaz olduğunda hala yaşıyor sayılabilir mi?”
Yazmak tutkulu bir eylem. Fakat yazarların neden yazdıklarını anlamak için yeterli bir söz değil. Yazıyorlar, çünkü anlatmanın en güzel yolu yazmak, yazıyorlar çünkü her biri anlatarak yaşamla baş edebildiklerini keşfetmişler, yaşamla baş edebilme, yaşama tahammül edebilme yolunu yazarak sağlamışlar.
Zweig “Yazacaklarım, benim yaşadıklarım olmaktan çok, bütün bir kuşağın yaşadıklarıdır” söyleminde bulunduğu Dünün Dünyası isimli eserinin bir yerinde şöyle sorar:
“Ben kaç hayat yaşadım? Bütün bu hayatlar benim miydi, yoksa okuduğum birer kitap mı? Sıkıcı okul saatlerini edebiyata ayırmak için her gün yeni teknikler bulurduk. Öğretmenimiz Schiller’in “Saf ve Duygusal Şiir” adlı eseri hakkında eskimiş bilgilerini aktarırken bizler, hocanın adını bile duymadığı Nietzsche ve Strindberg’in eserlerini sıraların altında gizli gizli okurduk. Sanat ve bilim alanındaki her şeyi bilmek, tanımak, anlamak isteği bir ateş gibi tüm bedenimizi sarardı. Öğleden sonraları üniversite öğrencilerinin arasına karışır, seminerleri dinler, tüm sanat sergilerini gezerdik, otopsileri izlemek için anatomi derslerine katılırdık. Bir şeyler öğrenebilmek için her şeye ve herkese olabildiğince yanaşırdık. Filarmoni orkestrasının provalarına gizlice sokulur, sahafları dolaşır, dünden bu yana yeni çıkan her şeyi hemen öğrenmek istediğimiz için kitapçıların tezgâhlarını karıştırırdık. Her şeyden önemlisi de okurduk elimize geçen her şeyi okurduk. Kütüphanelerden kitap alır elimizdekileri değiş tokuş yapardık.”
Gerçek okuryazarlar ya da belki şöyle söylemek daha doğru; yazmaktan vaz geçmeyecek idealist yazarlar kendilerini çocuk yaşlarında belli ediyor. Bu gençler, diğerlerinden daha fazla ve nitelikli okuyarak erişkin olduklarında iyi bir edebiyat düzeyiyle hayata atılıyorlar ve bu durum onları, kendilerine benzer olmayan pek çok yaşıttan edebiyat alanında üstünlük sağlıyor. Lise dönemlerini okuma ve öğrenme tutkusuyla geçiren Zweig’ın ileride ünlü bir yazar olması kaçınılmaz olarak bu satırlardan belli oluyor. Onun, psikolojiye olan ilgisi, yarattığı karakterlere kağıt üzerinde boyut kazandırmıştır. Kahramanlarının iç dünyalarını psikolojik bakımdan derin tasvirlerle ele aldığı görünür. Genellikle rahatsız, asosyal, bazen şizofren karakterleri işlemiştir. Bunlar, Bir Yüreğin Ölümü’nde Salomonsohn, Satranç’ta Dr. B., Sabırsız Yürek’te Edith, Kızıl Hastası’nda Bertold Berger, Dünün Dünyası’nda ise Stefan Zweig olarak karşımıza çıkar.
Yazarak ve okuyarak yaşama becerisini gösterebilen bu yazarlar, bir noktadan sonra içinde bulundukları halden çıkamama noktasına gelmişler ki, bu noktadan sonra kendilerine yapabilecekleri en büyük kıyımı yapmışlar. Tabii buradan yola çıkarak, Zweig nasıl öldü sorusunu sormadan önce niye öldüğü, hatta halkayı biraz daha daraltarak niçin intihar ettiğinin üzerinde durmamız gerekiyor. Belgeler üzerinde küçük bir keşif gezisine çıkarsak ölümünün ardından atılan şu manşetlere rastlayabiliriz:
Avrupa kültürünün Hitler’in ayakları altında yok olmasına dayanamadı
İnsanlığın, faşizm karşısında aşağılanmasını, erdemlerin yok edilmesini, ötekileşme sonucu gitgide çoğalan nefreti, kini kabul edemedi.
O günlerde yakın dostu Joseph Roth, Zweig’a şöyle yazar: “Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak.”
Gerçekten de Roth’un yazdığı gibi olur, kısa bir süre sonra, kitapları yakılır ve sevdiği dostları Almanya’dan ayrılır. Zweig bu duygularını bir arkadaşına yazdığı mektupta dile getirir:
“Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım, savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret benim gibi insanları yok edecek, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.”
İntihar öncesi hayatına genel olarak baktığımızda, umutsuzluk hissinin oluşmaya başlama sürecinde Londra’ya gittiğini ancak oturma vizesi almadığı için pasaportuna ‘Yabancı Düşman’ damgası yemesi nedeniyle şehirden ayrıldığını görüyoruz. Artık yanında ilk karısı Friderike değil, yazımızın diğer kahramanı ikinci karısı Lotte vardır. Lotte’yle birlikte rüyalarını yaşamak umuduyla Amerika’ya giriş yaparlar. Kısa bir süre her şey yolunda gitse de bir süre sonra havası ve suyu Lotte’nin astımına dokunmaya başlar ve zaten kuramadıkları düzen yeniden bozulur. Böylelikle tekrar toparlanıp, son durakları olan Brezilya’ya doğru yollara koyulurlar.
Zweig, kaçarak geldiği bu son durakta tüm haber kanallarına, gerçeklere, olan biten her şeye kapatıyordu kulaklarını. Ailesi ve geride bıraktığı geçmişi işgal altındaydı. Zweig o zaman haberciler için, ‘ağızlarından kan akıyor’ tabirini kullanır. İçindeki fırtınaları dindiremez.
O günlerdeki iç sesini, Laurent Seksik yazarın son altı ayındaki duygu dünyasını yansıttığı ‘Stefan Zweig’in Son Günleri’ kitabında şöyle yazmış. “İçini susturamıyordu çünkü kaçtığını biliyordu. Sevdikleri Avrupa’nın sokaklarında çığlıklar atarken o, Brezilya’nın pembe güneşinin tadını çıkarabilirdi istese.”
Laurent Seksik bir biyografi yazarı. Zweig’ın son günlerini anlattığı kitabı, yazarın kitaplarını okumuş ve ona hayranlık besleyen okur kitlesi için iyi bir kaynak olabilir. Ancak ben Zweig’ın izini, kendi eserlerinde, özellikle Dünün Dünyası’nda sürmekten yanayım. Seksik’in, “…Kendi dilinde artık okunmaz olduğunda hala bir yazar sayılabilir mi insan? Hayattayken artık yazmaz olduğunda hala yaşıyor sayılabilir mi?” cümleleri, kitabın önsözünü oluşturacak kadar net ve güzel ifade ediyor her şeyi.
Ve, Gonçalves Dias Sokağı No.34, Petropolis adresi yaşamlarının son günlerini geçtiği yer olarak kayıtlara geçiyor. Laurent’in romanı da bu adreste başlıyor. Hümanist bir yazar için, kurgularının yaşadıklarından beslendiği düşünülürse savaşı yazmak son derece güç bir durum olmalı. Bu yüzden son günleri savaş karşıtlığını kendi içinde bir iç savaşa döndürecek kadar savaşçı kılar onu. Uzun zamandan sonra ilk defa sabit bir adresi olmasına karşın, Avusturya’nın Hitler’i savunarak teslim olması, kanunsuz kanunların var olması, onu bu sabit adresinde kendini başıboş hissetmesine neden olur. Artık eski günlerine duyduğu özlem baş edemediği bir duygudur. Lotte’den devamlı özlediği o eski günleri anlatmasını ister. Diğer yandan, Lotte’nin rahatsızdır, aldıkları tehdit mektupları ise onları gitgide umutsuzluğa düşürür.
Zweig Alman şair Kleist’ın, eşini ve kendisini silahla vurarak intihar etmesinden çok etkilenir. Lotte’nin bu benzerliği kendilerinde de görmesini sağlar. Bu açıdan bakıldığında Zweig’in, Kleist’in karısına ikna ettiği gibi Lotte’yi ölüme sürüklediğini düşünebiliriz. Ya da Lotte’nin ölümü kabullenişini yazdıklarından okuyarak, onu anlamaya çalışabiliriz.
“Hayat beni acınası, güçsüz ve de hor görülen bir varlık haline getirdi, ben susan kadınım, böyle mi diyorlar benim için? Bahtsız günlerin hepsini yaşadım. Burukluğu, yalnızlığı ve gözden düşmeyi tattım. Hiç sevilmedim. Karanlığın ortasında onunla yol alacağım. Ormanların derinliklerinde her şey buz gibi olsa da, beni eritip bitiren ateş ikimiz için yanacak. Duygularımın sınırsız yakıcılığı onun ruhunu ısıtacak. Gözyaşlarım ıstırabını ve sızısını dindirecek. Bu fani dünyada onun yüreği ulaşılmaz, ama benim sevgim sonsuzluktan daha büyük, sevgim yüreğine erişecek, sevgim o kadar güçlü olacak ki onun cansız bedenini taşıyacak.”
Zweig hazırladığı şişelerden birini maden suyuna karıştırıp üç yudumla içer ve Lotte’ye istediği zaman yanına gelebileceğini söyler. Lotte son kez sorar ona “Beni seviyor musun?” diye. ”Evet” der Zweig ve Lotte şişenin tamamını içip, çiçekli elbisesiyle yazarın yanına uzanır. Öldüklerinde takvim 23 Şubat 1942’yi gösterir. Zweig, “En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir” diyen Montaigne’de kendini bulmuştur. Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında geri dönülemeyecek şekilde sonlanışıyla, yaşamanın insanın kendi iradesine bağlı olmaktan çıktığını fark eden son büyük Avrupalıdır.
Ardında bıraktığı intihar mektubunda şöyle yazar:
“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeğe kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanım konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu, ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.
Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler, ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Özgürlüğüne düşkün bir yazardı Zweig. Nazi faşizminin özgür düşünme edinimini yok etmesi büyük yazarı ölüme sürüklemiştir. Şu küçücük dünyamızda tarih her zaman tekrar ediyor. İnsanlık, yobaz, bağnaz otoriteleşmenin altında yok ediliyor. Tarihin bir dönem yücelttiği sanatçılar taşlanıyor, aydınlar, okumuşlar, yazarlar hapishanelerde çürüyor, olanlara tahammül gösteremeyen, sürülen aydınlarımız memleket hasretiyle uzaklarda ölüme terkediliyor. Tarih tekrarladıkça Zweig hep hatırlanacak ve daha fazla okunacak. Anlaşıldığı zaman da tek bir sorumuz olacak.
Zweig sizce intihar etmiş olabilir mi?
Bu yazı Yeşim Cimcöz’ün internet sitesinden alınmıştır.