Elizabeth Barrett Browning (6 Mart 1806 – 29 Haziran 1861) geçen iki yüzyılın en etkili yazarlarından biri olmuş ve şair Emily Dickinson ve gökbilimci Maria Mitchell gibi çığır açan kimselere kılavuzluk etmiştir.
Genç kızlığından beri Barrett, yoğun spinal baş ağrısı ve kas ağrısı çekiyordu. Bu nedenle ömrünün son kırk yılında hayattan bezme noktasına gelmişti. Günümüzde, Barrett’in bu hislerinin, potasyumu tüketen ve aşırı derecede güçsüz bırakan nadir rastlanan bir bozukluk olan hipokalemik periyodik paralizi olduğu biliniyor. Bilim insanlarının yaklaşık iki yüzyıl evvel duygusal stresin fiziksel sağlığı nasıl etkilediğini keşfetmelerinden önce, Barrett’in sağlığı birbirini takip eden trajedilerin ardından gözle görülür bir şekilde kötüleşmeye başladı. 34. yaş gününden hemen önce abilerinden biri ateşlenerek hayatını kaybetmişti ve 11 kardeşi içinde en sevdiği bir diğeri ise yelkenli kazasında dünyaya veda etmişti. Barrett bu kazadan kendisini sorumlu tutuyordu. Sonraki yıl Barrett, tekerlekli sandalyenin üzerinde Londra’ya götürüldü ve karanlık bir odada Flush ismindeki spanyel cinsi sevgili köpeği ile neredeyse sürekli yatağa bağlı bir şekilde yedi yıl geçirdi. Pek çok sanatçı için “yaratıcılığın, en derindeki acılarla aynı yerden geldiğini” öne süren Rosanne Cash’e atıfla Barrett, kendi acısının dinginliği ile sanat yapıtının gaddar temposunu karşılıklı kefelere koydu. Bu da ona ciddi anlamdaki ilk edebi başarısını kazandırdı ve şair Robert Browning ile yakınlaşmalarına davetiye çıkardı.
Elizabeth Barrett Browning’den 6 yıl küçük olan Robert Browning, şiirinden kelimelerin ötesinde etkilendiği o zamanlar şahsen tanımadığı şaire düşüncelerini yazmış ve şöyle demişti: “Sevgili Bayan Barrett, dizelerinize tüm kalbimle vuruldum. Bu kitaplara tüm kalbimle aşık oldum… Ve size de.” Böylelikle edebiyatın en büyük aşklarından biri olan bu ilişki filizlenmeye başlamıştı.
Şairi hem yazar hem şahıs olarak böylesine müstesna bir şekilde çekici kılan şey, pek çok insanı derbeder eden sorunlara dair Barrett’ın takındığı tutumdur. Elizabeth Barrett acı çeken sanatçı arketipini romantize etmeyi ve bu arketipi kendi kimliği olarak kullanmayı reddetmişti. Bunun yerine, sanatta üzüntüden ziyade sevince ve emsalsiz bir yaşamsallık gücüne erişmeyi tercih etti. Mary Oliver yaklaşık iki yüzyıl önce, yaratıcı bir eser için duyulan tutkunun neden acının en büyük devası olduğu üzerine kafa yormuştu. Oliver’dan önce Elizabeth Barrett Browning ise sanat yapmanın kendi kurtuluşumuzu sağlayacak en güçlü mekanizma olduğu yönünde enfes bir örnek ortaya koydu. Barrett bu düşüncelerini The Love Letters of Elizabeth Barrett and Robert Browning adlı eserde toplanan muhteşem mektuplaşmalarının birinde ifade etmişti. Ayrıca bu mektuplaşmalarda, Barrett Browning’in dürüstlüğün karşı konulamaz etkisine dair düşünceleri de mevcuttur.
1845 yılının Şubat ayında, Elizabeth henüz şahsen tanışmadığı Robert’e, ölümsüzleşen şu satırları yazar: “Seni nasıl mı seviyorum? İzin ver anlatayım.”
Senin gibi orijinal yazarların sıklıkla maruz kaldığı sert eleştiri ve donuk ilgisizliğin canını yakıp yakmadığını ya da sanat aşkının sana kâfi gelip gelmediğini ve sanatı icra etmenin yaşam zevkini tatmin edip etmediğini bilmiyorum, tahmin de edemiyorum.
[…]
Zaten, “doğal hastalıklar” üzerine söylenmiş ve düşünülmüş her şeye karşın, anksiyete ve gerçek bir sanatçı tarafından deneyimlenerek suyunun çıkartılması… Kötülükle kıyaslandığında ölçülemeyecek boyutlarda daha büyük olan şey iyilik değil midir? Bu büyük bir iyilik ve büyük bir zevk değil midir? Bu türden bir yaşam amacı olmaksızın insanların hayatı nasıl da yaşanmaya değer bulduğuna hayret ediyorum. Ve, mutluluğa gelirsek… Mutluluğa dair yegane düşüncem, şahsi zevkimi ilgilendirdiği müddetçe, şiire ve saz arkadaşlarına bağlıdır (fakat şunu belirteyim ki bazı bağlamlarda ve yaşayanların çoğuna kıyasla belimi epeydir doğrulttum!). Ve ardından, kalbin sızılarından ve bedensel zayıflıktan kaçışa gelelim… Kendinizi kendiniz olarak hissedecek şekilde maskenizi çıkardığınızda, yeni kanatlarınızın salınacağı, kanadınızdaki her bir tüyün güneşler güneşinden daha parlak olduğu başka bir atmosferde ve diğer ilişkilerde gerçekleşen bir kaçış… Hayalperest yazarların kendi kaderlerinin değerini düşürmeye ve matemini tutmaya böylesine düşkün olması mümkün müdür? (Mantık çerçevesinde pek tatminkâr durmasa da) Mümkündür elbette ve makbuldür, fakat bu mümkünat ve makbuliyet hiçten de az bir seviyededir.
Yazar: Maria Popova
Çeviren: Müleyke Barutçu
Kaynak: Brainpickings
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.