Site icon Düşünbil Portal

Artık post-ütopik bir dünyada mı yaşıyoruz?

Paylaş

Thomas More’un Ütopya adlı kitabınının yakın arkadaşı hümanist Erasmus’un yardımıyla Belçika’da yayınlamasının üzerinden 500 yıl geçti. Kitap, zamanın çatışma, eşitsizlik ve yozlaşmayla dolu Avrupa ülkelerinden çok daha mükemmel bir ada ülkesinde geçen kurgusal bir anlatıma sahip. Ütopya toplumunda ortak mülkiyet ve dini tolerans gözetiliyor, cinsiyet eşitliğine yakın bir çerçevede ve tüm vatandaşların refahının sağlanmasına gayret ediliyor. More’un kullandığı ütopya kelimesinin kökeni Yunanca’dan geliyor; “yok/olmayan yer” anlamında veya alternatif bir yorumla, “mükemmel olan” anlamındaki eu ve “yer/toprak/ülke” anlamındaki topos sözcüklerinden türetiliyor. Hâlihazırda var olmayan ve varlığı gelecekte tahayyül edilmiş mükemmel bir ideal topluma işaret ediyor yani.

Önemli bir başarı yakaladıktan ve sonraki yüzyıllarda yer alacak mükemmel toplumlara dair önerilerin oldukça artmasına sebep olduktan sonra Ütopya’ya sıcak bakılmaz oldu son zamanlarda. Bunun sebebi de muhtemelen, ütopyanın temelindeki komünizm anlayışı. Tüm işçilerin, emeklerinin getirisi hakkında karar verme sürecinin içerisinde olduğu, böylelikle de faydasız ve zahmetli işlere harcanan sürenin önemli derecede kısaltılmasını sağladıkları sınıfsız bir toplumun oluşturulması, ütopist düşüncenin doruk noktası olarak görülüyordu. Fakat reel komünizmin getirileri, ütopyacılık destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Stalin’in tasfiye harekatlarından tutun, Kamboçyalı Khmer Rouge tarafından gerçekleştirilen katliamlara kadar tarih, komünizmin teorik idealine ulaşabildiğine şahit olmadı hiç.

Ütopya’nın yazılmasından beş yüz yıl sonra, sonunda bu kavramı terk etmenin ve gerçekçi olmanın vakti geldi mi? Pek çok düşünüre göre, evet. Örneğin İngiliz düşünür John Gray, Kara Ayin, Apokaliptik Din ve Ütopyanın Ölümü adlı kitabında ütopyaların dini veya siyasi gruplar tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için kullanılan örnek modeller olarak işlev gördüklerini ve totaliter siyasi rejimleri de ister istemez beraberinde getirdiklerini ileri sürer. Fransız düşünür Jean-Luc Nancy de, Existential Ütopya (Varoluşsal Ütopya) adlı kitabında yayınlanan bir söyleşide kendisini ütopist düşünceden uzak tutar. Nancy için ütopya, en iyimser görüşle güzel ancak ulaşılamaz bir hayal; en kötü ihtimalle de, bizleri asıl sorunların üzerine gitmekten alıkoyan bir avuntu.

Felsefe ve siyasette olduğu gibi edebiyatta da ütopya, toplum adına çok daha iç karartıcı görüşlere bırakmakta yerini. Ütopyanın odak noktası farklı bir yerde farklı bir zaman diliminde, veya her ikisinde de, daha iyi bir toplum oluşturma hayali iken; yirminci yüzyıl, distopik hikayelere sahne oldu. George Orwell’ın 1984 (1949) adlı eserinden tutun Suzanne Collins’in Açlık Oyunları (2008-2010) üçlemesine, yıkıcı iklim değişiklikleri senaryolarından birinin işlendiği J.G. Ballard’ın The Drought (1965) adlı eserinden Margaret Atwood’un cinsiyet ilişkileri sorunlarının yer aldığı Damızlık Kızın Öyküsü (1985) eserine kadar pek çok distopya var. Distopik düşünce, ütopyanın mevcut toplumu eleştirme amacını paylaşıyor elbette. Ancak ütopyalar, dünyayı daha iyi bir dünyayla kıyaslayarak nasıl geliştirilebileceğini gösterirken; distopyalar, zamanımızın sorunlarına bu sorunları daha da alevlendirerek, en feci korkularımızın gerçeğe dönüşmesi durumunda neler olabileceği kurgusuna dikkat çeker.

Post-ütopik bir dünyaya yönelmemizin sebepleri düşünmeye değer. Ütopya, Alman düşünür Ernst Bloch’un “umut ilkesi” olarak adlandırdığı, mevcut durumun insan zekası sayesinde düzelebileceği düşüncesinden beslenir. Bu kavramın modernite şafağında doğmuş olması tesadüf değil. Ütopik düşünce; çizgisel bir zaman anlayışına ve Rönesans esnasında bütünleşmeye başlayan mükemmel yönetim şekli fikirlerine yönelik, öncüsünün insan olduğu bir ilerleme inancına tabidir. Distopya ise ütopyanın aksine “umut ilkesi”ni benimsemez. Günümüz sorunlarını alternatif seçenekler ya da olası çözümler sunmadan; yapısökümcü, yıkıcı bir seviyede etkili bir şekilde eleştirir. Hayal ve spekülatif düşünce dünyası içerisinde, distopya, ekolojik bir felaketin eşiğinde olan bir toplum için uygun bir bağıntılayıcıdır. Ütopya yeni başlangıçlara olan inanca işaret ediyorsa; distopya, kendini yalnızca zamanının değil tüm varoluşunun sonuna gelmiş olarak gören bir dünyaya aittir.

“Umut ilkesi”nden vazgeçildiğinin ve distopyayı resmi inancımız olarak benimsediğimizin siyasi göstergeleri neler peki? Mevcut teknokratik demokrasilerimiz, umutsuzluk siyasetinin güçlü bir ispatı. Ekonomik zorunluluklar siyasi bir yönetim sınıfı tarafından belirleniyor. Bizatihi tartışmaya açık tutulması gereken bir kavram olan ‘kamu yararı’na alınacak asıl kararların yerine, siyaset statükonun yönetimine bırakılıyor. AB’de yaygın olan mevcut “her zamanki şeyler” politikası modeli, tıpkı Clinton’un ABD seçimlerindeki siyasi programı gibi, teknokrasiye dönüşen umutsuzluğun bir örneği. Halihazırdaki durumun yani mevcut sorunları ele alma isteksizliği ve acizliği dışında hiçbir şey vadetmeyen hem AB hem de Clinton, Birleşik Krallık’ta Brexit’in ve ABD’de Donald Trump’un zafer rehavetiyle sarsıldı.

Brexit ve Trump olayı arasındaki karşılıklı ilişkiye çeşitli eleştirmenler tarafından dikkat çekilmekte. Brexit ve Trump, benim otoriter gericilik olarak tarif ettiğim ‘umutsuzluk siyasetinin’ diğer bir ispatını temsil ediyorlar. Teknokrasi gibi aynı kaynaktan doğmasına rağmen, otoriter gericilik statüko yerine statüko kontrolünü savunur. Birleşik Krallığın AB’den çıkması, ABD’nin güney sınırına bir duvar örerek Müslümanların ülkeye girişinin engellenmesi gibi radikal siyasi eylemler olarak görülen olaylar gerçek bir siyasi değişimi işaret etmiyor. Donald Trump’ın yoksul Amerikalıları düze çıkarmak gibi bir amacı da yok şüphesiz. Bu bağlamda siyasal eylem, teknokrasideki mevcut olaylara olmasa da bizzat umutsuzluğa karşı bir tepkidir.

Dünyadaki farklı demokratik rejimlerde otoriter figürlerin yükselişi, seçmen umutsuzluğunun ve diğer tüm seçeneklerin bertaraf edilerek, söz konusu figürlerin ve ideolojinin en uç noktaya çıkarılmasına sebep olan bu umutsuzluğun siyasi ifade şeklidir. Vladimir Putin’in Rusya’da devam etmekte olan popülaritesi de umutsuz siyaset ortamının başka bir ifade şekli. Rusların da çoğu kez kabul ettiği gibi Putin, kötünün iyisi.

Teknokrasi ve otoriter gericilik ile değişim karşıtı umutsuz gericiler ve değişim yanlısı gericiler arasında sıkışa sıkışa More’un beş yüzyıllık ütopyasına geri dönsek iyi ederiz bu gidişle. More’un betimlediği komüniter toplum, daha iyi bir geleceğin hala mümkün olduğu inancına fazlasıyla ihtiyacı olan bir dünyaya umut verebilir.

Yazar: Patricia Vieira
Çevirmen: Leyla Belma Gazi
Kaynak: The Philosophical Salon 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş
Exit mobile version