• 15 Ağustos 2016
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

İnsan sabah sabah böyle bir soruyla karşılaşınca, ister istemez asabı bozuluyor. Ya da “akşamın bir darında, olmadı güpegündüz, yahut günün bu saatinde” de diyebilirdik demedik. Çünkü buradan yola çıkarak gizli emellerim olduğu çıkarılabilirdi. Yapısalcıların böyle bir huyu vardır, bilirsiniz. Mevzuu genişlemesin diye “Var da, senin haberin yok” dedim. Saussure safkan Türk olmayabilir, ama bal gibi Türkçe biliyor. Bizatihi bilmesi de gerekmiyor, Tahsin Yücel üstadımız onu, kendisinin Fransızca anlattığından daha çok Türkçe anlatmış. Onunla da yetinmemiş Levi Strauss, Jacobson, Benveniste, Gremas gibi kendi alanlarının kalburüstü figürlerini de katmış işin içine… Yapısalcılık eski itibarını kaybedince, bu isimler de eskisi kadar gündemimizi meşgul etmiyor. Yazdığı bir makale ya da kitap dolayısıyla, arada bir karıştıranlar hariç. Umarım öncesinde ve halen verilen emekler boşa gitmez/gitmemiştir. Tümden red ya da kabül ciddi riskler barındırır da ondan. Ancak Saussure ve benzeri isimlere yüklenen aşırı anlamlar, insanlarda önce bir merak, sonra da bir korku oluşturuyor. “Ben kim Jacobson’ı anlamak kim, ben kim Lyotard’ı anlamak kim” gibi. Hele bir de konuyu ezberleyip, bu ezberini de size dayatan resmi ya da gayri resmi birinin insafına kaldıysanız, yandığınızın resmidir.

Ferdinand-de-Saussure-2

Bütün bir ömrümü Saussure’ü anlamaya adasaydım üzülürdüm, ya Comte’a, ya da Lock’a, yahut Hume’a… Bu kanaatim diğerleri için de geçerlidir. Sayısına bereket onlarcası var. Hangi birine yetişelim değil mi? Hafızamız yoklasak bir çırpıda otuza aşkın isim sayarız. Diyelim okuduk üçünü beşini, unutmayalım diye notlar da aldık. Eğer bunun dersini vermiyorsanız ya da bir konferansınız, semineriz, paneliniz yoksa, aynı konuda benzer şeyler söyleyen bu düşünürlerin (Strauss, Derrida, Barthes, Saussure, Propp vb.) hangisinin neyi söylediğini karıştırmaya başlıyorsunuz. “Bunu kim söylemişti; Lacan mı Jung mu, Barthes mı, Saussure mü?” demeye başlıyorsunuz. Hepsinden haberdar olayım derken bir de bakıyorsunuz her şey daha bir karman çorman olmuş. Geriye çoğumuzda olduğu gibi birkaç cümle kalmış. Bir yazı yazarken yaptığımız yığınla alıntılardan bile eser kalmamış olduğunu esefle görürüz. Bu konuda bilgi sahibi olanlarımıza, “Bize biraz Bakhtin ya da Kristeva anlat” dediğinizde bir sayfayı geçmeyen bir genel bilgiden fazlası nadiren ortaya çıkar. Bunları neden mi anlatıyorum? Şu batılıların pireyi deve yapma huyları konusuna biraz dikkat çekmek için. Roland Barthes’ın “Sıfır Noktasında Yazmak” kitabını okursanız, bir süre sonra aklınızda kala kala yazarın ölümü” cümlesinden başka bir şey kalmadığını fark edersiniz. Onca zaman ve göz nuru heba oldu. Zamanla kimini ancak ismen hatırlar hale geliriz. “Bir ara okumuştum ama aklımda bir şey kalmamış” deriz. Bu durum Saussure için de geçerlidir. Belki de bir kitapçıkta özetlenebilecek konular koca bir kitaba (Genel Dilbilimi) dönüştürülmüştür. Saussure’cüler beni mahvedecek. Konular, Adamlar mı deseydim? O kadar tatsız ki, bütün gayretime rağmen kuyuya düşmekten kurtulamıyorum. Saussure’ün modası geçti (mi?) sanki… Postmodernizm hepsinin üzerinden silindir gibi geçti. Aferin Baudilliard’a. Aslında “Bizden niye … çıkmaz?” sorusunu çoğaltabiliriz. Örneğin: Bizden niye bir Baudilliard çıkmaz?” da diyebilirdik. Ben de; “Bir Saussure çıkmadığı için olsa gerek” derdim. Saussure için “postmodernin fitilini çeken adam” derler, bilirsiniz. Kendileri inşa edip kendileri yıkıyorlar. Bize de kalıntıları arasında, toz duman içinde debelenmek kalıyor.

  • Saussure’den bize kalan nedir? Aklımızda kalanları kısaca hatırlayalım.

Efendim, “dil bir işaretler sistemidir”. Bunu hiç duymuş muydunuz? Biz dili bir patates çuvalı sanıyorduk, değilmiş… Bir dilin bir soyut bir de somut tarafı vardır. Soyut olan, bir dilin bütün repertuarını kapsar. Saussure buna langue” diyor. Örneğin, Türkçe soyuttur. Konuştuğumuz ve yazdığımız her şeyi kapsar. Bunu bilmemiz de çok iyi oldu. Bir de her bireyin genel/soyut dil repertuarından seçerek konuştuğu/kullandığı bir dil vardır. Buna da “parole” der. Malumunuz biz de buna “üslup” derler. Üsluba yansıyan düşünce ve duygular daha büyük yapı hakkında ipuçları içerirler. Sizi bilmem ama biz yıllardır yazarın/şairin kullandığı dilden yola çıkarak benzer sonuçlara ulaşmaya çalışırız. En basitinden “gül”kelimesinin çeşitli anlamlara gelebileceğini, bunun yazarın üslubunun belirgin bir özelliği olduğunu ve güle özel anlamlar yükleyen bir medeniyete işaret ettiğini söyleriz. Bizim bunlardan hiç haberimiz yok diyorsanız, Saussure’ü okumakta geç kalmışsınız demektir.

Sonra ne diyor Saussure; “nesneyle ona işaret eden ses/kelime arasında birebir bir ilişki yoktur.” Yani adlandırmalar keyfidir. Biz kediye kedi diyoruz ama başkaları, başka adlar veriyor. Bu da gösteriyor ki kelime olarak kedi ile kedinin kendisi arasında vazgeçilmez bir bağ yok ve kedi ona böyle dememizi gerektirecek özellikler taşımaz. Sadece onun köpekten farklı olduğunu söylemiş oluruz. Bunları ben söylesem ya bıyık altından gülersiniz, ya da “çok büyük adam kim bilir neler söylüyor da biz anlamıyoruz” dersiniz. Türkçeden başka herhangi bir dil bilen, herhangi bir kimse kediye kedi denmediğini bilmez mi? Bana çok şaşırtıcı bir keşif gibi gelmedi. Başka ne; “dil bir takım işaretlerden/seslerden oluşur. Gösteren ve gösterilen” (Bunlar semiyotik’in de anahtar sözcükleridir). Böylelikle Eflatunun ide” anlayışına, yani onun fikirler önceden var ve sabittir anlayışına ters düşer. Oysa Saussure için işaret edenle işaret edilen bir sayfanın ön ve arka yüzü gibidir. Biri yok olduğunda, öteki de ortadan kalkar (Yerseniz!). İşaret edilen şey, kişiden kişiye ve metne ya da ortama göre değişiklik gösterir dolayısıyla adlandırma keyfidir. Sizce bunu bizim tamirhane çırakları bile bilmez mi? Adını koymasa bile; “Sen bana milletin içinde bunu söylemeseydin alınmazdım” demez mi? Ya da günlük konuşmada ben kelimeyi şu manada kullandım demez miyiz? Saussure’ün kullandığı bir başka kavram da malleable: eğilip bükülebilir demek. Bizdeki kullanımıyla “lafı her yana çekmek” manasında. Kelimenin/kavramın doğasında/özünde sabit bir anlam olmadığı için, bunlara farklı yapılar içinde farklı anlamlar yüklenebilir. Peki bunu daha önce hiç duyduk mu, ya da duymadık mı?

Yine Saussure’a göre dil bir farklılıklar sistemidir. Anlam bu farklılıklardan ortaya çıkar. Hani deriz ya siyah olmasaydı, beyaz diye bir şey olmazdı diye, öyle bir şey işte. Küçük bir ayrıntı; “İşaret eden, işaretleneni yansıtmaz, onu yaratır. Biz bir ses ya da işaret yoluyla bir anlam yaratırız”. (Ben bunları tam anlamıyla mugalata olarak değerlendiriyorum. Siz ufuk açıcı bulabilirsiniz.) Sadeleştirirsek, kelimelerin ve imgelerin sadece işaret etme işlevleri vardır, onların bir gerçekliği yoktur. Hal böyle olunca da biz gerçeği asla bilemeyiz. Anlam da yok, gerçek de yok de yok, onu biz uyduruyoruz. Foucault gibi her şeyin bir kurgudan ibaret, Baudilliard gibi her şeyin sanal olduğu savıyla örtüşüyor.

Son olarak; Saussure sadece bundan ibarettir sanılmasın lütfen. Tabii ki daha fazlası var. Ancak bizim en çok bildiğimiz ve kullandığımız temel kavramlar bunlardır. Küçük bir anekdotla bitirelim. Bir ara kampanya var diye “Dört Mezhebe Göre İslam” adlı dört ciltlik bir kitap satın almıştım. Rafta kitapları gören bir dostum, “hayırdır fıkıh alimi mi olacaksın, bunlar bir müftünün kitaplığında olsa anlarım da senin ne işine yarayacak” demişti. Sonuç olarak hepsinden öğreneceğimiz şeyler var ama ortada büyütülecek bir şey de yok. Şükür artık bir Saussure’ümüz de oldu. Bizim niye yok diyenlere gelsin.

Yazar: Prof. Dr. Hasan Boynukara

Bu yazı Fikr-i Kadim’in internet sitesinden alınmıştır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com