Eğer eşitlikten söz edeceksek tarih öncesine değil daha çok günümüz toplumlarına ve tüketim şekillerine bakmak çok daha doğru bir başlangıç olacağı izlenimi verebilir. Ancak aynı zamanda, günümüz dahilindeki salt üretim ve tüketim fikri üzerine yoğunlaşmak bizi oldukça kısır bir düzlem üzerine iteceği için bunu daha genel anlamı ile ele almak en azından bana göre en doğrusudur. Dolayısıyla içine girmek istediğim kabın şeklini size daha net ifade edecektir. Eşitlik veya eşitsizliğin ilk görüldüğü ve esasında ele alınması gereken noktası bireyin kendisidir. Yani her şeyden önce gelen şey “ben”dir. Bu ne demek? Bu, balık en baştan koktu demektir!
Dürüst olmam gerekirse az önce kendimden tekil ve sizden ayrı bir varlık olarak bahsetmiş olmam, eşitliği bozduğum andı. Ben bir bireyim ve kendime has birçok özellik barındırıyorum, orijinalim demek istiyorum. Bunu zihnimde canlandırırken kendimi benim dışımda bulunan tüm etkenleri göz önünde bulundurarak gerçekleştiriyorum. Yani, ben bir su bardağı ile kendimi karşılaştırdığım sırada, anlayacağınız gibi bir canlı olmak zorunda değil, çoktan üstünlüğümü kabul etmiş oluyorum. Sadece üstünlüğümü değil, bardağında herhangi bir “oluş” üzerindeki üstünlüğünü kabul etmiş sayılıyorum. Çünkü birey olarak kendimi herhangi bir dış etken ile karşılaştırdığım an, onu benim de dahil olduğum bir hiyerarşi içerisine dahil ediyorum. Dolayısıyla eşitlik veya eşitsizlik kendimi dış etkenlere karşı konumlandırmam ile belirleniyor. Bu durumda saf bir eşitlikten söz etmek pek tabii mümkün değildir. Mümkün olduğunu iddia etmek sahip olduğumuz tüm evrensel yasalara bir başkaldırı gerektirir ve düzeni tepetaklak etmemiz gerektiğini gösterir.
Geçtiğimiz günlerde Yevgeni Zamyatin’in Biz adlı eserini okuyordum. Aslında bu yazıyı yazmama da sebep olan bu roman diyebilirim. Çünkü eşitliğin tanımını oldukça etkileyici bir düşünce ile yapıyor. Biz romanının 37. sayfasında şöyle diyor Zamyatin; “orijinal olmak diğerleri arasında sıyrılmak demektir. Buna göre orijinal olmak eşitliği ihlâl etmektir…” Ancak sonra da ekliyor; “eski çağlardakilerin dilinde ‘orijinal olmak’ demek bizim dilimizde sadece görevini yerine getirmek demektir.” Az önce bahsettiğim bireysellik ve dış etken düzlemi sanırım Zamyatin’in bu orijinal tanımı ile oldukça güzel anlaşacaklardır diye düşünüyorum. Çünkü burada esas olarak anlatılmak istenen eşitliğin en nihayetinde bireysellikten veya bir diğer deyiş ile bireycilikten kurtulmak olduğu vurgulanıyor. Orijinal olmak demek, tek ve hâliyle farklı olmak demek oluyor. Bu durumda birey olarak kendi varlığımı kutsamış sayılmıyor muyum? Her hâlükârda sayılıyorum. O hâlde, günümüz toplumunda üretim-tüketim ilişkileri bağlamında eşitlikten söz etmeden önce “ben ve diğerleri” bağlamında bir eşitlikten söz etmek çok daha mantıklı olacaktır.
Bir diğer yandan Zamyatin’in özenle işlediği bu cümleye daha yakından bakmak gerekiyor. Kilit nokta ise cümledeki diğerleri arasında kelimeleri ile kendini gösteriyor. Burada anlaşılması gereken, bireyin toplumu, toplumun da bireyi dışlamamış olması yani “bir arada” bulunmaları. Buna ahenk de diyebiliriz. Bir bütün olarak hareket hâlinde olan ve ortak bir amaca hizmet eden bir toplum. Birey olarak kendi varlığımı meşrulaştırabilmem ancak varlığımın varoluş nedenini diğerlerine bağlamam ile sağlanabilir. Dolayısıyla eşitliğin bozulması demek, beraber bulunulan düzlemden sıyrılıp, sıyrılmanın bir sonucu olarak da onları geride bırakmak anlamına gelmektedir. Yani bir bakıma dans ettiğiniz eşinizi bırakıp gitmek de diyebiliriz. Ancak bu bizi diğer dikkat etmemiz gereken kelimeye götürüyor o da; ihlâl. Açık bir şekilde anlaşıldığı gibi eşitliği bozmak aslında bir tabu olarak kabul ediliyor ve dans ettiğiniz eşinizi bırakmanız bu düzen içerisinde kurallara aykırı.
Ancak; Zamyatin, cümlenin ilerleyen kısımlarında dilin bu tanımları yapmamızdaki rolüne de değiniyor. Burada diyebiliriz ki, eşitsizliğin kaynağı tamamiyle dilin kendisinden geliyor. Çünkü böyle bir şeyin var olduğunu deney ve gözlem yolu ile elde edip, kabul etmiş olsam bile bu eşitsizliği esasında yaratan ve eyleme dökmemi sağlayan şey sahip olduğum dilin kendisidir. Daha da güzeli, böyle bir şeyin varlığını deney ve gözlem yolu ile farkına varmış olmam, bu eşitsizlikten deyim yerindeyse “nasiplenmem” dilin eylemlerime uyguladığı itici güçten kaynaklanıyor. Hâliyle Zamyatin’de olduğu gibi bu durumu değiştirebilmemin yollarından biri dilden geçiyor. Yaptığım tanımları değiştirmek ve dilin eylemlerime uyguladığı etkiyi farklı şekilde yönlendirmek. Romanda bu; orijinal olmak, yani eşitliği bozmak ‘”görev’” kelimesi ile özdeşleştiriliyor. Görev bir bakıma eşitliğin izdüşümü hâline geliyor. Sonuçta görevini yerine getirmediğin düşünüldüğünde, kendini senin ile ortak amaca hizmet eden herkesten ayrı bir konuma itmiş oluyorsun, yani onlardan sıyrılıp ahengi bozuyorsun.
Buraya kadar belki Zamyatin’in söylediği her şeyi kabul etmiş gibi gözükebilirim. Hatta öyle ki, Zamyatin de bize söylediği bu cümle ile doğrunun bu olduğunu söylüyor olarak gözükebilir. Esasında durum sanıldığından biraz daha farklı. Bu bakış açısı romanın hemen hemen her noktasında hissediliyor. Özellikle kitabı okurken belli bir noktaya kadar “bu gerçekten bir distopya mı?” sorusunu kendime sordum. Çünkü yaratılan düzen ve karakterler bir distopyayı yaşamaktan oldukça uzaktı, ancak Zamyatin’in distopyası da tam burada saklıydı. Belki milyonlarca insanın hayali ve isteği olan “eşitlik” roman içerisinde yaratılan düzende tüketilen bir ürün gibi sergileniyor. Size mutlu olmanız, en azından buna kendinizi inandırmanız için aynı şu an birçok ürün sattıkları gibi burada da eşitliği bir mutluluk aracı olarak pazarlıyorlar. Şu an her nasıl ki mutlu olmamız için tüketmemiz gerektiği düşüncesi bilinçaltımızın ta en diplerine kadar yerleşmişse, burada da mutluluğun kaynağı eşitlik olarak görülüyor. Ancak bir şartla; görevini yerine getirmek zorundasın! Aynı satın alıp, tüketmek zorunda olduğun gibi…
Birkaç yüzyıl belki birkaç bin yıl ileride olan bir toplumun eşitliği bir ürün gibi ele alması farklı bir öngörü gibi gelebilir ancak etrafımızı saran gündelik yaşantının en ucra köşelerinde bile mutluluğun kaynağı tek bir noktayı gösteriyor; o da tüketmek. Her ne kadar klişe olsa da içerisinde bulunduğumuz durumu anlatmanın en iyi yolu, tüketmenin çağımızın hastalığı olduğunu kabul etmekten geçiyor. Koca bir gösterinin ortasında seyirci olarak bize sunulan ve vaadedilen birçok mutluluk onları gidip satın almamızı bekliyor. Tabii, görevinizi yerine getirip daha çok çalışırsanız. Bu açıdan bakıldığında Zamyatin’in eseri ile günümüz şartlarını çok farklı noktalara koyamayacağımızı düşünüyorum.
Sonuçta, başlangıçta eşitlik veya eşitsizlik tanımını konu edinebilmek için salt tüketim-üretim bağlamından kopup öncelikle ben ve diğerlerine bakmak gerekiyor. Üretim-tüketim bağlamından yola çıkıldığı zaman kendi aramızdaki ilişkiyi de tam anlamı ile tüketmek veya üretmek kalıplarına sokuyoruz. Dolayısıyla bu önümüze koca bir engel koyacağı için öncelikle kendi aramızdaki eşitliği düşünsel olarak sağlamalı, bunu da olabildiğince sistemden uzaklaştırmalıyız. Çünkü sistem, beraber bulunduğumuz bu kutunun içerisinde sizin ve benim için her gün bir yeni Amerika kıtası keşfedecek ve özgürlükler toprağı olduğunu düşündüğümüz bu kıtanın aslında sonun başlangıcı, yani kısır bir döngü yarattığını asla fark edemeyeceğiz.
Yazar: Kaan Onur Kaftanoğlu
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.