Sokrates’in hikayesi bir tür kurgu. Bu onun gerçek olmadığı anlamına gelmiyor. Hikaye Batı medeniyetinin harika yarı-gerçek hikayelerinden birini temsil ediyor. Bu, lisans öğretimi sınıflarında ve tanıtıcı metinlerde tekrar tekrar anlatılmış- keskin bir zekayla ve safsataya karşı isteksiz basit bir adamın kendini tebrik eden efsanesi, Sokrates’in faaliyetleri için ölüme mahkum edilmesi gerçeğini daha dokunaklı yaptı. Sokrates, filozofların İsa’sıdır. İsa Mesih’te olduğu gibi, vefalılar arasında Sokrates’i bir apolitik ışık içinde alçakgönüllü bir öğretmen ve ağırbaşlı bir şahsiyet olarak görme eğilimi vardır. Hatta Sokrates de İsa gibi zamanının devrimcisiydi. Hemşehrilerine yaşayış ve konuşma vasıtasıyla ve onun sürekli kahinin önermesinin gerçekliğini test etme ve konuyu kendisi için yerleştirmek arayışıyla, yunan toplumunda asırlar boyunca yer etmiş olan kültürel bağlara tokmak indirdi.
Bu benim gün yüzüne çıkarmak istediğim hikaye. Amacım Sokrates’i gerçeklerle yüzleştirmek, yani onu anlamak, onu olduğu gibi, yani, savaştaki zamanı ve toplumuyla yenilikçi bir düşünür olarak.
Eğer Sokrates yanlış anlaşıldıysa, bundan kendisi sorumlu tutulmamalıdır. Sokrates kendi üstün başarılarını kendisi kayıda almadı ya da kendini yazarak ifade etmedi. Sokrates hiçbir şey yazmadı. Sokrates hakkında neredeyse tüm bildiklerimiz, MÖ 4. ve 5. yüzyıl Atinası’nda Sokrates’in çeşitli şahıslarla karşılaşmalarına dayanarak düzinelerce dramatik diyalog yazan öğrencisi Platon’dan geliyor. Bu diyalogların bazıları gerçek olaylara dayanıyor, ancak hangilerinin böyle olduğunu söylemek imkansız. Platonik diyalogların Akademide (Sokrates’in ölümünden sonra Platon’un kurduğu bir okul) öğretim amacıyla kullanıldığını düşünürsek, Platon’un bunları felsefi yapbozlarla ve Sokrates’in katılmadığı argümanlarla süslemiş (abartmış) olduğunu varsaymak akla yatkın.
Platon’un, Sokrates’in bugün bizim Sokrates’i anladığımız yönüne katkı sağlamış olan eski düzenin hoşgörüsüz bakışını temsil eden Atina’nın otoriteleriyle mücadelesine bir miktar tek taraflı bakmış olması için de sebep var. Platon, dinsizlik ve gençleri doğru yoldan çıkarma suçlamalarıyla cezalandırıldıktan sonra MÖ 399’da Sokrates’in Atina şehri tarafından idamı dolayısıyla travma geçirmişti. The Euthyphro, The Protagoras, ve The Apology gibi diyalogları Sokrates’in tarafından her şeyi temsil ederek (Sokrates’i temsil ederek) eski düzenden öc alır. Platon’un diyaloglarını okurken “O Yunanlılar nasıl bu kadar aptaldı?” diye sorarız kendimize. “O geri kafalı gelenekçiler – her kelimenin bir kahinin ağzından çıktığına inandılar.”
Bence şairlerin ve kahinlerin antik toplumdaki rolü Platon’un düşündüğünden daha ilginç. Yunanlılar şiirsel fantezinin ahmak satıcıları değildiler. Onlar açığa çıkarıcı bir formun veya şiirsel gerçekliğin temellerinden asırlık bir uygarlık inşa ettiler.
Şiirsel gerçeklik fikri bizim modern kulaklarımıza oksimoron (tezat oluşturan) gibi gelir. Bugün biz gerçekliği düşündüğümüzde, gösterilebilir olanı düşünürüz (dolaylı ya da doğrudan). Gösterilebilir gerçeklik ispat edilebilir gerçekliktir. “Paris Fransa’nın başkentidir” veya “Güneş doğudan doğar batıdan batar” gibi gerçek önermeler prensipte gösterilebilir veya kanıtlanabilir önermelerdir. “Paris 2185’te Avrupa Birliğinin başkenti olacak” (şuan için kanıtlanamaz bir şey) ya da “Güneş doğudan doğar batıdan batar çünkü İlahi Spagetti Canavarı onu öyle yaptı” (söylenen canavarın gösterilemeyen ifşası) gibi gösterilemeyen, kanıtlanamayan önermeler ise büyüleyici spekülatif hipotezi temsil edebilir, hatta belki zorlu fikirleri bile, ama onlar modern anlamda “gerçeklik” olarak tanımlanamazlar. Modern gelenekteki bilimadamları ve filozoflar için, gösterilebilir önermeler yalnızca doğru olarak tanımlanabilir olan türde önermelerdir.
İzin verin bunu gerçekliğin modern paradigması olarak adlandıralım. Gelişmiş ülkelerde bu hakim paradigmadır.
Gösterilebilir gerçeklik bizim toplumlarımızdaki eylemsel (kullanıma hazır, işlevsel) gerçeklik türü değildir yalnızca. Fransız filozof Michel Foucault (1926-1984)’nun değindiği gibi, çok sayıda gerçeklik türü vardır ve gerçekliği konuşmanın çok sayıda farklı yolu da vardır. Modern bilimsel (gösterilebilir) gerçekliği, gerçekliğin tek biçimi (formu) olduğunu varsaymayla ilgili problem, onlardan istifade ettiğimizde bile, bunun bizim gerçekliğin diğer formlarını gözden kaçırmamıza yol açmasıdır. Gerçekliğin bu biçimi antik zamanlara dayanmaktadır. Sokrates tarafından meydan okunmuş ve Sokrates’in uyanışında büyüyen entelektüel kültür tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Gerçi şiirsel gerçeklik hiçbir zaman gerçekten ortadan kalkmadı. Şiirsel gerçeklikleri bizler günlük yaşamımızda deneyimliyoruz. Şiirsel konuşmayı, bizim kişisel, sosyal, kültürel ve politik yaşamlarımız için adamakıllı (temel) çıkarımlara sahip gerçeklikleri açık bir şekilde ifade etmekte kullanıyoruz.
Politikacılar şiirsel konuşma hakkındaki her şeyi bilirler. Barack Obama Oval Ofis’te televizyonda yayınlanmış söylevini verirken, bir mitolojik figür oluyor (myth-casting) ve o bunu biliyor. MLK’in (Martin Luther King) 29 ağustos 1963’teki Lincoln Anma Töreni öncesindeki konuşması şiirsel gerçeklik faaliyetine bir başka örnektir. Gazeteciler ve eleştirmenler için politikacıların ve siyasi adaylarının şiirsel konuşmaları ekmek teknesidir. Medya eleştirmenleri duydukları anda konuşmanın en önemli kısmını ayırt ediyorlar. Geçenlerde radyo talk şov sunucularının “yeşil kaset” hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri oldum ve rahatsız hissettim çünkü onun, meseleye dair hiçbir şey yapamayacağım bir şiirsel gerçeklik olduğunu biliyordum. Aynı zamanda, yenilikçi düşünürlerin ve girişimcilerin şiirsel gerçeklik kaynaklarından yararlanmadan yaratamayacaklarını ve başarı sağlayamayacaklarını biliyorum. Şiirsel konuşma konusunda emin değilim ama ben genellikle şiirsel gerçeklik taraftarıyım.
Şimdi, antik toplumda şiirsel gerçekliğin rolünü ele alalım. Bundan yola çıkarak Sokrates’in şiirsel paradigmaya nasıl meydan okuduğunu anlayabiliriz.
Gerçeklik, Sokrates öncesi Yunanlılar için, yalnızca kelimeler ve önermelerden ibaret değildi. Yunanlıların gerçeklik için kullandığı kelime aletheia (saklı olmayan, unutulmamış) idi. Aletheia bir tür deneyim idi, ya da deneyimdeki bir dönüşüm (transformasyon). Belli ki, deneyimlerimizi dönüştüren her şeyi gerçeklik olarak saymıyorlardı. Bir beyin sarsıntısı bizim deneyimimizi dönüştürür, ancak kafana aldığın darbenin ötesinde, buna dair “gerçek” hiçbir şey yoktur. Antik toplumlarda tasdik edilen şiirsel gerçeklik, bir varoluşsal olarak yönelme etkisi (existentially orienting effect) olması bağlamında transformatif idi. Şiirsel konuşmayı bu şekilde anlamalıyız. Kahinler ve şairler, sezgileri günlük sosyal yaşam ve deneyimin doğası içine doğru harekete geçirmek için kelimeleri kullanarak gerçeklikten bahsettiler. Şiirsel konuşma, bizim günlük sosyo-kültürel varoluşumuzun hakikatlerine doğru harekete geçirerek (tetikleyerek), berraklaştırarak ve sezgilerimizi kuvvetlendirerek sıradan deneyimle yankı uyandırır. Bize ayak uydurmaya yarar ve bize sosyal varoluşun normlarını öğretir.
Şiirsel konuşma, bizim varoluş alanlarımızı açar, bu sayede biz de yaşamlarımız boyunca onlar üzerinde kafa yorabilir ve sıkı bağ kurabiliriz. O bize “dünyada olmak” hissini verir.
Şimdi şiirsel gerçekliği ele alabiliriz. Bizler şiirsel gerçekliği her gün deneyimleriz. Müzik, bu tür gerçekleri (genel olarak tüm sanatlar) ifade etmek ve deneyimlemek için ortak bir araçtır. Mutlu olduğunuzda dinlediğiniz şarkıları bir düşünün – müzik kutusunda veya bir partide çaldığınız şarkıları. Buna karşılık, kızgın, siniriniz bozuk veya dargın olduğunuzda dinlediğiniz şarkıları düşünün – sinirinizi çıkarttığınız ve dışarı vurduğunuz şarkıları. Bu şarkılar analiz etmesi ve tanımlaması zor gerçeklikler içeren şarkılardır. Birinin doğrudan hissettiği gerçekliktir bu – akla olduğu kadar yüreğinize de hitap eder. Dahası, paylaşılan kültürel deneyim alemlerine erişimi sağlar. Henry Gorecki’nin 3. senfonisini, böylesine bir ölçüde, Holokost’un acısını paylaşmadan dinlemek mümkün değildir. Punk, funk, rock ve hip-hop fanları, favori sanatçılarını ve albümlerini, tutumları, perspektifleri (algıları), konuşma kalıplarını ve giyim tarzlarını (dress code) kapsayan karmaşık kültürel kılavuzlarına ulaşma gayesiyle kullanırlar – şiirsel söyleyişler ve müzisyenlerin anlatımı etrafında dönen paylaşılmış sosyal yaşamlar.
Martin Heidegger’in iddiasına göre, bütün muhteşem sanat eserleri bu ‘dünyayı sarsan’ işleve sahiptir. Vasat sanatçılar, bizim deneyimlerimizin manzarasına renk katar. Yalnızca muhteşem sanat eseleri bir dünya “açar” ve onu sonsuza dek geçerli kılar (The Origin of the Work of Art, henceforth OWA, 44). Antik Yunanlılar bu şiirsel deneyimleri doğruladılar. Yunan uygarlığının kökenlerindeki ayin ve ritüeller – baküs şenliği (bacchanal) ve ilahi gizemler- Yunanlı kimlik duygusuna temel olan şiirsel gerçeklik ve deneyimler içerdiler. Aeschylus, Sophocles ve Euripidies trajedileri, dinleyicileri tarafından dolaylı olarak anlaşılmış ve Yunan topluluğunun bağlarının kaynaştığı deneyimleri anımsatmak için yazılmıştır. Antik dünyada sanatın ve mimarinin amacı şiirsel gerçeklerle iletişime geçmekti. Heidegger bunu çağrıştıran bir şekilde, The Origin Of The Work Of Art (1936) adlı makalesinde, Atina Parthenon’un dünyayı sarsan gücünü betimliyor :
Orada duruyor, bina, taşlı zeminin üzerinde dinleniyor… üstündeki köpüren fırtınaya karşı toprağını tutuyor ve fırtınaya kendi şiddetini açıkça gösteriyor. Taşın şaşaası ve parıltısı, belli ki yalnızca güneşin zarafetiyle akkorlaşmasına rağmen, yine de ilk önce ışığı, gün ışığını getiriyor, göğün mesafesini, gecenin karanlığını… Tapınak, oradaki duruşunda, şeylere görünüşlerini veriyor ilk önce ve insanlara kendi üzerilerindeki görünümlerini. Bu görüntü, yapıt bir yapıt olduğu sürece, tanrı ondan kaçmadığı sürece açık kalır. (OWA , 42-43)
Sokrates öncesi dünyada, şairler ve kahinler olmak hissinin toplumsal işlevine sahiptiler. Tanrıların ve kahramanların yüksek duygulara ulaştıran efsanelerini toplumsal ve siyasi durumların endişeleriyle örerek (kaynaştırarak), sanatçılar, şairler ve kahinler günlük yaşamı nitelikli (kaliteli) ve renkli hale getirmiş kültürel vizyon yarattılar. Şairane mısralar Yunanlılara duygusal ve dokunaklı bir çerçeve, bunun yanında, mesela neyin asil ve adi, adaletin anlamı, güzellik ve iyi yaşamın arasındaki ayrım gibi kültürel öneme sahip meseleleri anlamak için bir altyapı sağladı. Şiirsel mısralar, günlük yaşam deneyimiyle bir salınım (rezonans) tesis ederek, yaşama rehber oldu ve onu terbiye etti (ahlakını yükseltti).
İyi bir kitap veya şiir hala şu güce sahiptir: kültürel değerlere, stratejilere ve yaklaşımlara, ahlaki ve etik ideallere dair içgörüler (kavrayışlar) sağlayarak, (onların iç yüzünü anlayarak) pratik bilgelik getirir. Aynı şekilde, antik mısralar fikirleri sağlamlaştırdı, tefekkürleri (derin düşünceleri) tetikledi ve tüm dikkatini deneyime verdi. Tanrıların hikayeleri yaşam için bir rehber oldu. Farklı Tanrılar, yaşamın farklı alanlarında farklı anlamlara (bağıntılara) sahiptiler. Zeus’un efsaneleri, gücün meydan okumalarının iç yüzünü anlama fırsatı sundu; Ares’in efsaneleri savaş üzerine derslerdi; Athena’nın dersleri adalet üzerine; Afrodit ise erotik yaşama işaret etti.
Hesiod, şairleri tanrıça Mnemosyne’nin ya da Hafızanın hizmetinde olduğunu iddia etti. Öncelikle bu fikrin dini çerçevesini bir tarafa bırakırsak, bunun antik toplumudaki şairlerin toplumsal işlevinin sahih bir tasviri olduğunu görebiliriz. Gerçeklik’in Yunancası olan a-lētheia, kelimenin tam manasıyla unutulmayan demektir. Yunan toplumunda şairlerin ve kahinlerin rolü, şiirsel dizeleriyle derin kültürel deneyimlerin unutulmamasını ebedileştirmekti (kalıcılaştırmaktı) (unutulmamasını sağlayarak o deneyimleri ebedileştirmekti).
Antik Yunan gibi büyük ölçüde okur yazar olmayan nüfus barındıran bir toplumda, sözlü gelenek ile nakledilmeyen değerler ve idealler hızla unutulur. Şairler ve kahinler, toplumsal bağ olarak işlev gören kültürel bilgeliği aktardılar. Şiirsel gerçekliğin işlevi, kültürel hafızaydı (hatırlatıcı, anımsatıcı) – bu işlev, toplumu bir arada tuttu.
Sokrates, doğru ve yanlış konuşması arasındaki yeni bir ayrımı uygulamaya koyarak şiirsel gerçekliğin paradigmasına meydan okudu. Bu, gerçeklik hakkında düşünmenin ve konuşmanın tamamiyle farklı bir yolunu (yöntemini) gerektirdi. Hakiki konuşma, artık derin varoluşsal deneyimlere çağrışım yapmak için kullanılan kelimeler olmaktan çıktı – bu, ifade edilen fikirlerin hangilerinin bariz bir biçimde doğru veya yanlış olduğuna karar vermek için önermelerin sınama ve incelenmesinden ibaretti. Sokrates’ten sonra şiirsel gerçeklik-hareketi kendini kültürel pazarın dışına itelenmiş buldu. antik dünyada Atina’dan Roma’ya kayan uygarlığın merkezi olarak, Sokratik konsept, bu itibarla gerçeklikle eşanlamlı oldu.
Sokratik paradigmanın güzelliği, gerekli akıl ve alıştırmayla (çalışma), gerçeği herhangi birinin ortaya çıkarabilecek olmasıdır. Evde geçen bir tartışma veya münakaşada gerçeği ortaya çıkarabilecekken ne diye bir kahini ziyaret edesin? Sokrates’in yeniliği, Yunan toplumlarını zamanın doğuşundan tarif eden fikri yok etti – ve şairlerin ve kahinlerin gerçeğe ulaşmadaki özel hakkını da.
Sokratik diyalektik, düşünce tarihinde Öklid geometrisinin yanında, müthiş entellektüel yeniliklerden biri olarak durmaktadır. Sokrates yenilikçi bir düşünürdü. O, lüzumsuzca toplumun üzerine kurulu olduğu ve şiirsel gerçekliği yaratan gerçekliği belirlemenin yeni bir yolunu yarattı.
Kaynak: Brewminate
Yazar: Tim Rayner
Çeviri: Akın Ayberk