Bu dizideki ilk yazıda bir harita çizmenin, belirli bir yerde yolumuzu bulabilmek adına sahip olduğumuz bilgileri açığa kavuşturduğu gibi, felsefenin de pratik veya sezgisel düzeyde hali hazırda anladığımız şeyleri nasıl açıkça ifade etmemize yardımcı olabileceğini açıklamıştım.
Yazımın sonunda, bunun felsefi bir çaba olarak sayılamayacak kadar muhafazakâr ve eleştirellikten yoksun olduğunu söyleyen itiraz da dâhil olmak üzere, projeye yönelik pek çok eleştiriye karşılık verdim. Özellikle az önce yer vermiş olduğum itiraza göre, öngördüğüm proje, olağan düşünme biçimlerine şüphesiz sahip olduğumuz varsayımı nedeniyle yetersiz olmanın yanında, felsefi inançlarımızın yerine daha iyilerini koymakla da ilgilenmemekte. Bu yazının sonunda, bu itirazın neden yanlış bir çıkarımda bulunduğunu tekrar açıklayacağım. Ama öncelikle, tam da bu açılardan zıt bir yönelime sahip olan ve dolayısıyla “sağduyu” konusunda oldukça farklı bir duruş sergileyen başka bir felsefi yaklaşımı ele almak istiyorum.
Fransız filozof ve matematikçi René Descartes’ın İlk Felsefe Üstüne Meditasyonlar adlı klasik felsefi eserinin ilk cümleleri, bu diğer felsefi projenin albenisini oldukça güzel bir şekilde yakalar. Descartes, ilk meditasyonuna “Kuşku Duyulabilen Şeyler Üzerine” başlığını koyar ve metin aşağıdaki gibi devam eder:
“Hayatımın ilk yıllarından itibaren birçok yanlış kanıyı doğru kabul etmiş olduğumun ve o zamandan beri bu derece güvenilmez ilkeler üzerine kurduğum her şeyin de ancak pek kuşkulu ve kesinlikten uzak olduğunun farkına bugün varıyor değilim; bunu anlayınca, bilimler alanında sağlam ve kalıcı bir şey ortaya koymak istiyorsam, hayatımda bir kez olsun daha önce inanmış olduğum bütün kanılardan kurtulmaya girişmemin ve her şeye yeniden ve temellerden başlamamın gerekli olduğu yargısında vardım” (Descartes, 17)
Descartes’ın devam eden sayfalarda geliştirdiği, tüm düşüncelerinin ve algılarının “beni her zaman yanıltmak için bütün çaba ve marifetini gösteren … kötücül bir cinin” (Descartes, 25-27) ürünü olduğunu hayal ettiği meşhur düşünce deneyini pek çok insan bilir. Descartes’a göre bu düşünce deneyinin amacı, gençliğinde kendisini doğru olmayan şeyleri doğru olarak kabul etmeye iten her şeye inanma alışkanlığını dizginlemekti. Bunun yerine şüpheci bir tavır benimsemeli, yalnızca gerçekliğini “açık ve seçik” bir şekilde kendi görebildiği şeylere inanmalıydı.
Ancak Descartes gerçekte felsefi bir şüpheci değildi. Bunu, birinci meditasyonda yapmış olduğu girişten anlayabiliriz. Descartes’ın “daha önce inanmış olduğu bütün kanılardan” kurtulmak istemesinin nedeni, kendisini bir inançsızlık durumunda bırakmak değil, inançlarının, dağınık bir söylenti ve sözde “sağduyu” yerine sağlam bir bilgiye dayanmasını mümkün kılmaktı. Nasıl sallantılı bir zemin üzerine inşa edilen bir binanın güvenli hale gelmesi için temellerinin sökülmesi ve değiştirilmesi gerekiyorsa, Descartes da şüpheci hipotezini eski inançlarını yıkmak ve ardından onların yerine koyduğu şeyin üzerine bilimsel bilgiye dair “sağlam ve kalıcı bir yapı” kurmak için kullanmak istedi.
Descartes’ın muazzam analojilerinden bir diğeri, bu felsefi görüş ile bir önceki yazımda geliştirmiş olduğum görüş arasındaki farkı belirginleştirmekte yardımcı olabilir. Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma metninin ikinci bölümü, birçok kişinin ortak çalışmasıyla ortaya çıkan eserlere nazaran “tek bir usta” tarafından üretilen şeylerin daha mükemmel olduğunu savunur:
“Başlangıçta kimsenin bilip tanımadığı küçücük birer köyken, yavaş yavaş büyüyüp koskoca kentlere dönüşen şu kadim devletler, bir kent planlamacısının düz bir araziye gönlünce tasarlayıp yerleştirdiği yenileriyle kıyaslandığında çok orantısız ve düzensiz görünüyorlar. Gerçi eskilerin binalarına tek tek baktığınızda, yenilerin hiçbirinde bulunmayan işçilik ve süslemeyle karşılaşırsınız, ama bunların bütününe baktığınızda ve bitişik nizamda büyüklü küçüklü dizilerek sokakları nasıl da düzensiz ve eğri büğrü hale getirdiklerini gördüğünüzde, sanırsınız bunlar aklını kullanan bir insanın rızasıyla değil de kör bir talihin, bir rastlantının eseri olarak bu şekilde yerleştirilmişler.” (Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, 47)
Descartes’ın şehir mimarı, bir zamanlar ineklerin izlediği patikalar boyunca dolambaçlı yollar çizilen bir şehrin, olduğu halini gösteren bir haritadan memnun olmayacaktır. Bu mimarın arzusu, bir planla başlayarak, düzen ve simetrisindeki temellerin tesadüf ve keyfi geleneklerden ziyade rasyonel düşünceye dayandığını yansıtıp, bundan yola çıkarak bir şehir inşa etmektir. Aynı şekilde, Kartezyen filozof düzenli bir bilgi sistemini, rasyonel felsefi düşüncenin temelleri üzerine inşa etmek ister.
Pek çok insanın bu projeye tepkisi basitçe şudur: Bir dakika – bana gerçekten sağlam ve kalıcı bir bilgi sistemi için temeli felsefenin atacağını mı söylüyorsun? Neden bunun yerine matematik ve doğa bilimleri gibi hakikaten sağlam ve kalıcı bir şeyle başlamayasın?
Oysa Descartes matematiksel ve bilimsel düşünceye düşman değildi. Nitekim, felsefesinin nihai amacı, 17. yüzyıl Katoliklerini modern bilimin mekanik dünya görüşlerine muhalefeti bırakmaya ikna etmekti. Bununla birlikte, Descartes bu muhalefetin büyük ölçüde insanların gençliklerinde kendilerine öğretilen skolastik felsefeyi kabul etmelerinden ve rasyonel düşünceden ziyade duyuların algısının gerçekliğine güvenme biçimlerinden kaynaklandığını gördü. Aklın otoritesine karşı duyulan hürmetin o alışkanlıkların yerini alabilmesi için Descartes’ın tek başına editasyon yapma yönteminin bu alışkanlıkları kırmaya çare olması gerekliydi.
Ama geç orta çağın Aristoculuğuna kıyasla gençliğimizde öğretilen şeyler için söylenecek çok daha fazla şey olsa bile, bir önceki paragrafta yer alan itirazın sorunu, basitçe bilimsel düşüncenin kendi meşruiyetini hiçbir şekilde kanıtlayamıyor olmasıdır. Zira bilim, aleyhine konuşanların bize hatırlatmaktan asla yorulmadığı gibi, akıl ve duyu algısının güvenilirliğini önceden varsayan bir insan ürünüdür. Bilimsel düşünceye olan güvenimizi haklı çıkarmak için bilimin kendisine başvurmak kısır bir döngüye sebep olacaktır. İnsan bilgisinin olasılığı hakkındaki herhangi bir temel iddia eğer gerçekten haklı çıkarılabilirse, felsefi olarak haklı çıkarılacaktır.
Ancak döngüsellik sorunu felsefi girişimler için de geçerlidir. Filozoflar, yargılarına insan aklını kullanarak varır. Bu dayanak noktasının güvenilir olduğunu, göstermeye çalıştığımız şeye güvenmeden gerekçelendirebilir miyiz? Descartes, Meditasyonlar metninde, dikkatlice akıl yürütürsek yoldan sapmayacağımızı garanti eden iyiliğiyle her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığını göstermek için açık ve seçik algının güvenilirliğini kullanmaya çalıştı. Oysa bu argümanları inceleyen hemen hemen herkes ilk bakışta argümanların döngüsel olduklarını düşünmese bile onları yetersiz bulmuştur. Bilgimizin geri kalanının güvenle üstünde durabileceği herhangi bir sağlam temel bulma olasılığı konusunda iyimser olmamalıyız.
20. yüzyılın en büyük felsefi yansımalarından biri, Avusturya doğumlu filozof Otto Neurath sayesinde karşımıza çıkar. Neurath’ın “Anti-Spengler” adlı makalesi, mutlak temellendirme arayışına karşı çıkarken şunu önerir:
“Bizler, açık denizde gemilerini yeniden inşa etmek zorunda kalan ama asla yeniden dipten başlayamayan denizciler gibiyiz. Bir kiriş söküldüğü zaman yerine hemen yenisi konulmalıdır ve bunun için geminin geri kalanı destek olarak kullanılmalıdır. Bu şekilde gemi, eski kirişler ve dalgaların karaya sürdüğü tahta parçaları kullanılarak tamamen yeniden şekillendirilebilir, ancak bu yalnızca aşamalı bir yeniden yapılandırmayla gerçekleşebilir.”
Neurath’ın her zaman bir şeylerin ortasından başlayan ve elimizdeki kaynaklarla parça parça çalışarak yürüyen felsefi arayış algısı, Descartes’ın Meditasyonlar metnindeki temelci imgeleminden yola çıkan herkes için bir hayal kırıklığı olacaktır. Ancak Neurath’a göre, felsefi arayışı bu şekilde yürütme ihtiyacı, kavramlarımızın, bilgimizin herhangi bir kısmının geri kalanına temel teşkil etmek için gerekli bağımsızlıktan yoksun olduğu gerçeğini yansıtır.
Daha da önemlisi, Neurath’ın felsefi imgelemi bize, daha iyi bir şey aramak için her şeyi yerle bir etmek yerine içinde bulunduğumuz dünyanın yapısını haritalandırarak bulunduğumuz yerden başlama kararının, felsefe öncesi görüşlerimizi geliştirmek adına felsefi sorgulamayı kullanamayacağımız anlamına gelmediğini gösterir. İçimizdeki sızıntıların yamanması ve çürümüş tahtaların değiştirilmesi gerekir. Üzerine inşa edilecek kuru bir zemin olmasa bile bunu zaman içinde, ilerledikçe yapabiliriz.
- Descartes René, et al. Tanrı’nın varlığının ve insan ruhu ile bedeni arasındaki gerçek
ayrımın açık biçimde kanıtlandığı İlk Felsefe Hakkında Meditasyonlar: Pierre Gassendi’nin
Meditasyonlar’a İtirazı ve Descartes’ın Bu İtirazlara Yanıtı. BilgeSu Yayınları, 2014.
- Descartes René, et al. Yöntem Üzerine Konuşma. Kabalcı Yayınevi, 2013.
©® Düşünbil (2020)
Yazar : John Schwenkler
Çeviren : Narod Dabanyan
Çeviri Editörü : Onur Demir
Kaynak: 3quarksdaily.com