Bugünlerde bilim camiasında bitkilerin çevrelerinde olan değişimleri algıladıklarına dair gittikçe artan bir fikir birliği bulunuyor. Bu değişimler ışık ve nem farklılıklarından, jeotropizma (yerçekiminin filizlerin yukarı doğru, köklerinse aşağı doğru büyümesini belirlemesi) ve hatta dokunuş çeşitlerini içeriyor. Yakın zamanda hazmedilmesi çok zayıf bir ihtimal olsa da iddianın en çok tartışılan kısmı bitkilerin düşünebiliyor olup olmadığı sorusu.
Daniel Chamovitz, yazmış olduğu What a Plant Knows adındaki etkileyici kitabının sonuç bölümünde, konuya ithafen ihtiyatlı olmaktan yana olduğunu ortaya koyuyor. Bitkilerin farkındalıkları ve bildikleri şeylerin bolluğu konusunda konuşmaktan mutlu olduğunu belirtse de, Chamovitz bitkilerin düşünme ve zekâ yetileri konusuna şüpheci yaklaşıyor. Chamovitz’e göre, bitkilerin beyni olmadığından, acı çekmeleri ve bizimle iki yönlü bir etkileşim içine girmeleri mümkün değil. İşte bu yüzden bitkilere zekâ yetisi atfetmeye çabalamak antropomorfik (insan biçimine sokma) bir abartı olmaya mahkûmdur. Bariz bir hata üzerine kafa yoracak değilim zira düşünme yetisi olmadan farkındalık ve bilgi sahibi olmanın dayanaksızca savunulması, filozof olmayanlarca bile bağışlanacak bir durum değil. Bunun yerine daha zor bir meseleye, düşünme ve algılamanın birlikteliğine parmak basacağım.
Düşünebilme yetisinin anlamı henüz tam manasıyla açıklanmış değil. Bununla beraber, düşünme süreci salt soyut düşünmeyi içeriyor, kısmen de olgularla düşünmeye işaret ediyorsa, insan olmayan varlıkların (ilaveten birçok insanın da) kapsam dışı kalıyor olması kuşku duyulmayan bir gerçek haline geliyor. Kavramsal düşünme son derece kısıtlayıcı olmakla beraber, düşünmenin kavramsallık boyutuna indirgenmiş olması hepsinden öte artık klişe haline gelmiş olan zihin ve beden ayrımını sürdürmeyi ve güçlendirmeyi amaçlıyor. “Zihin düşünür, bedense hisseder” sözü artık “İnsan düşünür, insan olmayanlar ise en iyi haliyle sadece hissederler” sözüne çevrilmiş durumda. Dekartçı şüpheciliğin getirdiği dogmatik miras aynı sert ifadeyle bizleri bedenlerimizden uzaklaştırır (felsefi olarak açıklamak gerekirse, bedenlerimiz doğaları gereği insani hiçbir şey barındırmaz.) ve yaşayan diğer canlıları da düşünsel alandan ayrı bir yere koyar. Bedensellikten arındıktan sonra, düşünme yetisi beyne mahsus kılınmış olup, beden ise başımızda bulunan karar verme mekanizmasına göre hareket eden makinevari bir otomat olarak arka planda bırakılmıştır.
Yakın zamanda, beynin kendisi makine mantığının kurbanı olmuştur. Düşünmeye algoritmik diziler olarak bakılmasıyla, kontrol ve emir merkezimiz bir bakıma daha karmaşık bir bilgisayar haline getirilmiştir. Bu gelişme beklenmedik bir şekilde önce düşünmenin kapasitesinin uzantılarına, sonra da bitkilerin düşünme yetisine katkıda bulunmuştur. Meslektaşım olan Francisco Calvo Garzon’un savunduğuna göre, bitkiler, örneğin, en elverişli çiçek açma vaktini hesaplamak amacıyla gayet karmaşık algoritmik yöntemler kullanmaktalar. Bilimsel indirgemecilik, genelleştirilirse, kurtarıcı bir potansiyeli kendinde barındırıyor. Metafiziksel zihin-beden ayrımının yerine aklı, bedene atfedilmiş olan makine mantığına dahil ediyor ve böylece, şimdi insan dışı yaşam formlarıyla da bağdaştırılan algoritmik olarak belirlenmiş düşünme yetisini demokratik hale getiriyor. Bizleri insan dışı hale soksa da, bu yöntem bitkilere, hayvanlara ve hatta bakteri kolonileri ya da arı kümelerine bile zekâ atfediyor.
Ancak benim belirli matematiksel fonksiyonları ve düşünmeyi bir araya getirmek gibi bir niyetim yok. Benim ayrıldığım nokta şu ki beden hem çevresi hem de kendiyle ilişki kurarak düşünür. Düşünce, belki de kuşkusuz algıyı -bedenin dünyaya açıldığı ve dünyanın da beden tarafından kavrandığı geçit anahtarı da diyebiliriz- da içeren çift taraflı ilişkidir. Bu çift taraflı ilişkinin etkili olması için, canlı uzantıları arasındaki karşılıklı ilişkinin dışsal ve içsel uyaranların bağlantı noktası olması gerekmektedir, ayrıca organizma içerisinde yorumlanabilip mantıklı bir açıklama getirebilmelidir. Yaşanan yorumlama davranışı, dışarıda meydana gelen işaretlerin bize nüfuz etmesinden sonra, a posteriori olarak ortaya çıkmaz. Fenomenolojik felsefenin zaman zaman bize gösterdiği üzere, dünyadan bizlere gelen görüntüler, sesler, somut izlenimler vb. belli bir anlam taşımazlar. Zira tıpkı güneşin denizin üzerinde doğması, esen rüzgâr veya birinin eline dokunmak gibi yorum öncesi halleriyle oluşurlar. Algılamak ise bir nevi düşünmektir. Bitkilerin algılaması ise bitkilerin tabiatları gereği düşünme yetileridir.
İnsanların ve bitkilerin düşünme ve algılama yöntemleri arasında elbette farklar bulunuyor. Bir bitkinin çevresinden edindiği duyular nesnelerin şekil itibariyle yorumlanması değildir. Ancak bu bitkilerin algı-düşünme yetilerinin onlara bir anlam yüklemelerine engel olmaz. Bitkilerin dünyasında simgelere yer yoktur, sadece ışığa, basınca, yaprak uzantılarındaki ve köklerin uçlarındaki titreşimlere yer vardır. Bu durum bir eksiklikten ziyade, fenomenolojinin temel dayanağı olmuştur. Hegel, Husserl ve Heidegger ‘görsel düşünme’, başka deyişle dışsal gerçekliğin içsel yorumlaması olarak anlaşılan algı teorilerine şiddetle karşı çıkmışlarken, Bergson, modern felsefenin dünyanın birbirinden izole nesnelere ayrılmış olmasına karşı gösterdiği zayıf yaklaşımı kınamıştır.
Tıpkı kendi bedenimizin düşünmesi gibi, bitkilerin de düşünmesi ne olgusal ne de görseldir. Dünyanın teorik olmayan bir tasavvurudur. Bu tasavvur, tasavvur ettiğinden kendini ayırmaz fakat aktif, bağlı, duyarlı ve yorumlamacı bir haldedir. Bundan da şu çıkarımları yapabiliriz; düşünmenin, salt soyut akıl yürütme veya yargıya varma olarak anlaşılmasının yanı sıra, düşünmek dinamik oluşunu, tamamen kendi üzerine ve kendinden ötesini düşünebilmeye, düşünme eyleminin kendi içinde kimlik dışılığı ve algılamayla kurduğu yakın ilişkiye borçludur. Formülsel anlamda açıklamak gerekirse; düşünmek ≠ düşünmek. Böyle bir kimlik dışılık çağdaş bilimsel indirgemeciliğin düşünmeye atfettiği algoritmik işlemlerin tam tersi konumundadır. İşte bitkilerin (ve bizlerin) özgürlüğünün sığındığı yer burası oluyor. Keza düşünmek özgür olmaksa –idealizm boyutundaki özgürlük tanımından ziyade derin maddeci boyuttaki özgürlüğe işaret ediyorum- o zaman bitkiler en çok düşünen, aynı zamanda en özgür canlılardır. İnsanlar olarak bizim sorunumuz ise tarihimiz boyunca görüldüğü üzere, hem bitkilere hem de kendimize ihanet ediyor oluşumuz. İnsan olmak duyumsayan ve algılayan bedenimizle yani dünya ve bitkisel yaşamla iç içe düşünmeyi öğrenmek anlamına geliyor.
Yazar: Michael Marder
Çeviren: Merve Erdoğdu
Kaynak: The Philosopher’s Plant
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.