Paylaş

Bu denemeyi, lisans eğitimim boyunca aldığım ilk ve tek felsefe dersi için (dahası “Din Felsefesi” dersi için) yazdım. Bizden, bizim için önemli olan herhangi bir konuda yazmamız ve onu akılcı, felsefi bir biçimde irdelememiz istenmişti. Üzerinde uzun süre düşündüm. Araştırma sorusunu kendimizin belirlemesi, dört yıl boyunca yazdığım ödevlerde fark ettiğim üzere, bir görevin en zor kısmıydı. Sonunda, uzun zamandır kendi içimde tartıştığım bir konu olduğu için mutluluk üzerine yazmaya karar verdim. Bu denemeyi yazma süreci, konuya dair düşüncelerimi berraklaştırmama yardımcı oldu ve bunu, bu konuda düşünen herkesle paylaşmak isterim.

Bu denemede mutluluğun anlamının ne olduğunu ve nasıl elde edilebileceğini ortaya koymak istiyorum. Budist bir ailede yetişmiş bir agnostik olarak, sık sık üzerine düşündüğüm bu konuda mantıksal bir argüman geliştirmeye çalışacağım. Mutluluğun anlamı, uzun dönemler boyunca kendimi mutlu hissedemediğim dönemler yaşadığımdan beri aklımı kurcalayan bir soru oldu. Sanki bende bir sorun varmış ve bu mutsuzluğu düzeltmem gerekiyormuş gibi hissediyordum — üstelik yaşıtlarıma kıyasla bunu çok daha sık yaşıyordum. Şu sorular sürekli dönüp durdu: Gerçek mutluluk ne demektir? Mutluluk, insanların ulaşmaya çalışması gereken tek ya da en iyi duygu mudur? Mutluluk, zihnin ideal hâli midir? Eğer öyleyse, bu duruma ulaşmanın en iyi yolu nedir? İnsanlar mutsuz ya da olumsuz sayılabilecek duygular içindeyken de anlamlı ve dolu bir hayat sürebilir mi? Ve en önemlisi, dünyadaki kötülüklerin ve yanlışların bilgisine rağmen nasıl mutlu olunabilir?

Bu denemede temel soruya şu öncüller üzerinden yaklaşacağım:

  1. Mutluluk, genel bir iyi oluş hâlidir.
  2. İnsan, kendisiyle benzer duyarlılıklara sahip insanlarla bağ kurarak yaşam kalitesini artırabilir.
  3. İnsan, kendisiyle benzer duyarlılıklara sahip insanlarla bağ kurarak mutluluğunu artırabilir.

Yukarıdaki argüman, eğer öncüllerin rasyonel biçimde temellendirilebildiğini gösterebilirsek geçerlidir. Bu öncülleri açarak, mutluluğun anlamına dair diğer soruları da yanıtlamaya çalışacağım.

Birinci öncülde, mutluluğun doğasını ve niteliğini tanımlamaya çalışan genel bir önerme sunuyorum. Birçok filozof mutluluğa dair farklı tanımlar öne sürmüştür ve ben bunların bazılarını kendi anlayışıma dahil ediyorum. Burada “genel iyi oluş”, bir kişinin yaşamını iyi kılan her şey olarak anlaşılır; ister psikolojik, ister fizyolojik, ister davranışsal bir durum olsun. Bu anlayış, mutluluğu hem yaşam doyumunu hem de haz veya duygusal durumları kapsayan karma bir düşünce okulu içinde konumlandırır.

Haz unsurunun bu bağlama katılması, genellikle eleştirilen hazcılık kuramına dayanır; bu kuram, deneyimlerden elde edilen hazzın, acıya oranla mutluluğun belirleyici etmeni olduğunu savunur. Hazcılığın farklı türleri vardır; ben, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’in savunduğu tür üzerinde duracağım. “Motivasyonel Hazcılık” olarak adlandırılan bu kurama göre, tüm insan davranışlarını yönlendiren şey, haz arayışı ve acıdan kaçınmadır. Bentham, mutluluğun nihai iyi olduğunu; mutluluğun, acının yokluğunda var olan haz olduğunu ileri sürmüştür. Ancak hazların niteliği konusunda kayıtsız kalması, öğrencisi Mill’in bile, “Tatmin olmuş bir aptal, tatmin olmamış bir Sokrates’ten daha mı iyi yaşar?” diye sormasına yol açmıştır. Mill, Bentham’la aynı görüşte olsa da hazları “yüksek” ve “düşük” olarak ayırır ve zihinsel hazların bedensel olanlardan çok daha değerli olduğunu savunur. Bana göre, haz, mutluluğun bir bileşenidir; ancak mutluluğu yalnızca hazza indirgememeliyiz.

Yaşam doyumu ve duygusal hâller anlayışımı birleştiren fikirler, hayata yönelik tutumla ve yaşamanın duygusal boyutlarıyla ilgilidir. Yaşam doyumu kuramı, yaşamın tekil anlarını değil, bütününü değerlendirir. Bu anlayış, yalnızca duygusal durumları değil, yaşamın anlamı ve öncelikleri üzerine düşünmeyi de içerir. Derin bir melankoli yaşayan ama sanat yoluyla kendini ifade ederek yaşamına anlam katan bir sanatçıyı düşünelim: duygusal olarak sıkıntılı olsa bile, yaşamından memnunsa, yaşam doyumu kuramı açısından onun “mutlu” olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, iyi oluş yalnızca olumlu duygular değil, aynı zamanda yaşamın anlamı ve tatminiyle de ilgilidir.

Budist bir ailede büyümüş biri olarak, Budist öğretilerin mutluluk anlayışımı nasıl etkilediğini de gözden geçirmek istiyorum. Budizm’de mutluluk, sakin, arınmış bir zihin hâline sahip olmaktan gelir — zenginlik, zevk ve mülk arzusundan uzak bir yaşamdan. Bunu şu öğretiler özetler:

“Öfke içindekiler arasında öfkesiz yaşamak mutluluktur. Sıkıntılı olanlar arasında etkilenmeden yaşamak mutluluktur. Hırslı olanlar arasında hırssız yaşamak mutluluktur. Mülkiyetsiz yaşamak, ışık saçan tanrılar gibi mutlu bir yaşamdır. Rekabet edenler arasında rekabet etmemek mutluluktur; çünkü kazanan düşman yaratır, kaybedense huzursuz uyur. Ne kazanan ne kaybeden olan kişi huzur içinde uyur.” [Dhammapada, 201]

“Tam bir sükûnetten daha büyük bir mutluluk yoktur.” [Dhammapada, 203]

Bu öğretiler, kişinin mutluluğa, şimdiyi kabullenerek ve duygusal durumlara olumsuz yargılar yüklememeyi öğrenerek ulaşabileceğini söyler. Zevk arzusundan tamamen uzaklaşmak, zihinsel disiplin gerektirir; ancak kabullenme, mutluluğa ulaşmada temel bir unsurdur. Bu görüşleri bir araya getirerek şu sonuca varıyorum: mutluluk, yüksek düzeydeki hazları artırmakla birlikte acıyı da bütünüyle dışlamamak, çünkü duygusal deneyimler yaşam doyumunu güçlendirebilir. Sonuçta kişi, acı çekse bile yaşamın olumlu yönlerinden tatmin ve minnettarlık devşirebilir. Bu, birinci öncülün benim için makul biçimidir.

Kaçınılmaz bir soru şudur: Ütopyalar var mıdır? Eğer var olsaydı, mutluluğun anlamını sormaya gerek kalmazdı — çünkü yalnızca onu bilirdik; acı ve ıstırapla bir karşılaştırma olamazdı. Hayatın boyunca Disneyland’de yaşadığını düşün: dünyanın “en mutlu yeri” olduğunu iddia eden bir yer, sonsuz mutluluk sahneleriyle dolu bir diyar. Eğer sadece bu deneyimin varsa, mutluluğu nasıl düşünebilirsin? Belki de bu yüzden, gerçek dünyada acı ve üzüntüyü deneyimlediğimiz için, mutluluğu arıyoruz ve onu yaşamın amacı olarak görüyoruz — ama her biri farklı yollarla. Bana göre, hem mutluluğu hem de mutsuzluğu deneyimlemek önemlidir; çünkü tercih ettiğimiz hâlin, yani mutluluğun, tadına varabilmemiz ancak bu karşıtlıkla mümkündür. Bu yüzden “iyi oluş”, olumsuz duyguları da kapsayabilir — eğer kişi, kötü günlerin ardından daha iyi günlerin geleceğini bilerek yaşamını iyi bulabiliyorsa.

Artık birinci öncülün gerekçelerini kurduğumuza göre, ikinci öncüle ve neden makul olduğunu düşündüğüme dönelim. İkinci öncül şöyle der: Kişi, kendisiyle benzer duyarlılıklara sahip insanlarla bağ kurarak yaşam kalitesini artırabilir. Burada demek istediğim şudur: diğer insanlarla ruhsal bir bağ kurmak, kişinin olumlu iyi oluş hâlini geliştirebilir. Aynı işe sahip, aynı geliri kazanan, aynı yaşam tarzını sürdüren iki kişiyi düşünelim. Aralarındaki fark, Kişi A’nın eski dostlarıyla vakit geçirmesi, sosyalleşerek yeni arkadaşlar edinmesi ve topluma gönüllü hizmetlerde bulunarak başkalarını anlamaya zaman ayırmasıdır. Kişi B ise, çeşitli sebeplerle, insanlarla temas kurmadan, yakın arkadaşsız ya da ailesiz, yalnız bir yaşam sürmektedir. Sizce hangisi daha mutludur? İlk bakışta çoğumuzun cevabı muhtemelen Kişi A olacaktır.

Kişi A, tam zamanlı bir çalışan olmasına rağmen, başkalarıyla bağ kurmak için zaman ayırmaktadır. Sağlam ilişkiler kurmaya harcadığı emek, karşılığında ona, iniş çıkışlarını paylaşabileceği bir destek topluluğu sağlar. Duygu ve düşüncelerini güvenle paylaşabildiği bir çevreye sahip olmak, hem fiziksel hem de zihinsel sağlığını düzenler. Denildiği gibi: Hiç kimse bir ada değildir. Peki ya Kişi B? O, bunun tam karşısında yer alır; iş dışında yalnız kalmayı sever, kazandığı parayı sadece kendine harcar, hiçbir sosyal bağ kurmaz. Bu yalnızlığı kendi isteğiyle seçmiş olsa bile, uzun vadede bunun can sıkıcı, hatta anlamsız bir hâle geleceğini tahmin etmek zor değildir. Uzun süre böyle yaşamayı, bir dost ya da “ruhtaş” aramadan sürdürebileceğine pek inanmıyorum.

Şimdi, bir insanın mutluluğunu artırabilecek ve iyi oluş düzeyini yükseltebilecek üç durumu ele alalım; bunlarda ortak bir tema göreceğiz. İlk olarak, zorluk zamanlarında, insanlar dipte olduklarında iyi oluş hâllerini nasıl artırabilirler? Çoğumuzun yaptığı ilk şey, telefonumuza ya da sosyal medyaya yönelip bir arkadaşla konuşmak veya içinde bulunduğumuz hâli anlatan yazılar aramaktır. Bunun nihai amacı nedir? Yalnız olmadığımızı fark etmek, teselli bulmak. Daha ağır depresyon vakalarında, yani kişinin hiçbir olumlu duygu hissedemediği, yoğun ağlama nöbetleri geçirdiği, aşırı motivasyon kaybı yaşadığı durumlarda, terapi gibi profesyonel destek gerekir. Mutluluk hissinden yoksun olsalar bile, depresyondaki kişiler, durumlarını birine anlatmak ve zihin hâllerini paylaşmak yoluyla yine de iyi oluşlarını artırabilirler.

İkinci olarak, insanlar gerçek dostluklar kurmaya çalıştıklarında, yüzeydeki farklılıkların altında benzerlikler bulmaya gayret ederler. Bu gerçekleştiğinde, güçlü dostluk bağları oluşur. Böyle bir dostluk, her iki taraf için de yaşamın ufkunu genişletir; aksi hâlde deneyimlenemeyecek olumlu olaylarla karşılaşma olasılığını artırır. Bu genişleme, büyüme zihniyetine sahip ve konfor alanının dışına çıkmaktan çekinmeyen kişiler için çekicidir. Buna karşılık, öngörülebilirliği ve istikrarı tercih eden biri için bu cazip olmayabilir. Onlar, tanıdık insanlarla yeniden bağlantı kurmayı tercih eder, fakat yine de tanıdıklık ve güven hissi içeren bir iyi oluş biçimi kazanırlar. Bu örnek, kişinin ortak zevk alanları bularak hazlarını artırdığını, mutluluğun kapsamını ve niteliğini çoğalttığını gösterir.

Son olarak, göreli ya da aşırı yoksulluk durumlarında bile, insanlar zenginlikten ve bolluktan yoksun olsalar da mutlu yaşayabilirler. Peki, hayatta kalmak için neye dayanırlar? Tahminimce, bir topluluk duygusuna. Ortak değerlere sahip oldukları insanlarla birlikte yaşarlar ve maddi yoksunluklarını dayanışmayla aşarlar. Bunun bir örneği, 1 milyon insanın kanalizasyon boruları arasında, kötü ve sağlıksız koşullarda yaşadığı Mumbai’nin Dharavi gecekondu bölgesidir. Buna rağmen, güçlü aile ve komşuluk bağları sayesinde hâlâ huzurlu ve mutludurlar. Bazıları, bu insanların daha temiz ve zengin koşullarda hiç yaşamadıkları için mevcut durumlarını kıyaslayamadıklarını savunabilir. Ancak dışarıdaki parlak şehir yaşamını görseler bile, yine de bulundukları durumda mutlu kalmaları mümkündür. Benim vurgulamak istediğim, bu kıyaslama meselesi değil; zor koşullarına rağmen toplumsal bağları sayesinde iyi oluş hâllerini sürdürebilmeleridir. Diğer bir deyişle, “ruhtaşlarla” kurulan insanî bağlar, mutluluk için vazgeçilmez bir temadır. Bu bağlar olmadan, bu insanların yaşamları onlara “iyi gelen bir hayat” olarak görünmezdi.

Burada, yukarıda verdiğim örneklerin karşısına getirilebilecek bazı itirazlara geçmek istiyorum.

Hazcılar, hazın her zaman en üst düzeye çıkarılması ve acının en aza indirilmesi gerektiğini savunabilirler. Depresyonda olanlar, duygusal anlamda mutluluğu deneyimlemezler. Gecekondu bölgelerinde yaşayanlar da, bu sefil koşullarda yaşamaya devam ettikleri sürece, ne zihinsel ne de bedensel haz türlerini en üst düzeye çıkarıyorlardır. Eğer bu sonuçlar makul olsaydı, depresyonun tüm vakalarının intiharla sonuçlandığını görürdük; çünkü bireyler hiçbir iyi oluş hissine ulaşamıyor olurlardı. Aynı gözlem, gecekondu sakinleri için de geçerli olurdu. Oysa gerçeklik, bu istatistiklere hiç yaklaşmaz. Buradaki varsayımım şudur: insanlar, yaşamaya devam etmelerini sağlayan güçlü bir neden veya “iyi bir hayat” yaşayabileceklerine dair bir umut taşırlar. Bir diğer varsayım ise, depresyondaki bireylerin ve yoksul kesimlerin yaşamı yalnızca haz maksimizasyonu ve acının yokluğu ilkesiyle değerlendirdikleri yönündedir.

Stoacılar ise hazza karşı çıkarak, tutkuyu (pathos) ruhun kaçınması gereken bir bozulma biçimi olarak görürlerdi. Onlara göre insan, tutkularının değil, erdemin rehberliğinde yaşayan “bilge insan” olmaya çabalamalıdır. Tutku, akla ve doğaya aykırı, irrasyonel bir dürtüdür; haz, iştah, keder ve korku gibi duyguları kapsar. Stoacılar için haz, irrasyonel bir coşku olarak tanımlanır ve sevinçle karşıtlık içindedir. Dolayısıyla, benim ikinci örneğimde — arkadaşlık kurarak paylaşılan bir mutluluk yaratma durumunda — Stoacılar, bir dostun varlığını, erdemin kendisinden ayırmaya özen gösterirdi. Başka bir deyişle, dostlukta neşe bulmak yanlış değildir, yeter ki bu neşe insanı erdemli olmaktan uzaklaştırmasın. Bu itiraza kısmen katılıyorum: yaşamlarımızda haz, bizi erdemli kararlardan alıkoymamalıdır. Ancak yine de belirtmeliyim ki Stoacı haz anlayışı ile benim savunduğum haz anlayışı oldukça farklıdır. Stoacılar için haz olumsuz bir çağrışım taşırken, benim haz anlayışım kötü niyet içermez — yalnızca insan yaşamının doğal bir parçasıdır.

Artık, dünyadaki kötülüklerin ve olumsuzlukların bilgisi karşısında mutluluğa nasıl ulaşılabileceği sorusuna geri dönebiliriz. Üçüncü öncülün bu soruya makul bir yanıt sunduğunu düşünüyorum, çünkü onu önceleyen iki öncül de rasyoneldir. Birinci öncülde, mutluluğun yaşam doyumunu, haz ve duygusal hâlleri kapsayan genel bir iyi oluş hâli olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürmüştüm. Bu bütüncül anlayış, hazcılıktan, yaşam doyumu kuramından ve hatta Budizm’den parçalar taşır. Doğruluğunu kesin biçimde kanıtlayamasam da, mutluluğun doğasına dair bu açıklamanın makul ve tutarlı olduğunu düşünüyorum.

İkinci öncül ise iyi oluşun, dolayısıyla da mutluluğun, hangi yollarla elde edilebileceğini ele alır. Üç farklı senaryo üzerinden gördük ki, insan ilişkileri, yaşamın iniş çıkışlarıyla baş etmede önemli bir rol oynar. Bu öncüle karşı geliştirilebilecek itirazlar olsa da, bu görüş tüm insan ıstırabına çare iddiası taşımaz. Felsefeciler ve düşünürler, mutluluğa ulaşmanın başka yollarını da tartışmış ve tartışmaya devam edeceklerdir. Nihayetinde, hangi yolun kişiye daha uygun olduğu, bireyin kendi seçimidir.

Bu iki öncülün bizi şu sonuca götürdüğünü söyleyebilirim: insan, diğer insanlarla anlamlı bağlar kurarak mutluluğunu artırabilir. Böylece kendime sorduğum sorulara tatmin edici bir yanıt bulmuş oluyorum. “Mutluluk” gibi basit görünen bir sözcüğün böylesine karmaşık bir sorgulamaya konu olması, felsefi açıdan hem zorlayıcı hem de heyecan vericidir. Elbette tek bir deneme, bu konunun tüm yönlerini açıklamaya yetmez; ama çoğumuzun — kimi zaman körü körüne — peşinde olduğu bu insanî deneyim üzerine düşünmek ve tartışmak bile başlı başına bir hazdır.

Yazar: Alana Goh


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com