• 7 Kasım 2025
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Oscar Wilde, “İnsanların çoğu, başka insanlardır aslında. Düşünceleri bir başkasının fikirleri, hayatları bir taklit, tutkuları birer alıntıdır,” diye yazar. Bu sözler kuşkusuz bir eleştiridir — ama tam olarak neyin eleştirisidir? Belki de Wilde’ın kastettiğinden başka bir anlamda, insanların çoğu gerçekten de başkalarıdır: çünkü neredeyse hepsi “ben” değildir. Bu devasa çoğunluk — milyarlarca kişiye karşı yalnızca bir ben — benim aklıma gelebilecek her şeyde benden daha iyiler olacağını neredeyse garantiler. İlk kez bir elbise dikiyorsam, bir kalıba uymam akıllıcadır; ilk kez yemek yapıyorsam, bir tarife bakmam doğaldır. Öyleyse, bu dünyada insan olarak yaşadığım ilk hayatımda neden yaşamın da başarılı bir örneğini izlemek akıllıca olmasın — hele geçmişte ve bugün elimizde bu kadar çok örnek varken?

Wilde’ın yazdığı dönemde edebiyat kültürü, Romantik bireycilik anlayışının doruğuna ulaşmıştı. O kültürde, “başkaları gibi olmanın” neden yanlış sayıldığı açıktı: bu, insanın kendi hakiki benliğine ihanet etmesiydi. Her bireyin, varlığının dokusuna işlenmiş, kendine özgü bir kimliği olduğu düşünülüyordu. Walt Whitman, “Kimlik düşüncesi — senin için seninki, benim için benimki,” diyerek bunu kutluyor ve kimliği şöyle tanımlıyordu: “Bir varlığın, kendi merkez fikri ve amacı doğrultusunda, oradan doğup oraya yönelerek kendi kendisi olma niteliği; başka ölçütlerle yargılanmadan ve onlara uyum sağlamadan.”

Yirminci yüzyılda bu varsayım derin bir sarsıntı geçirecekti. Jean-Paul Sartre, insanın doğuştan hiçbir belirli kimliği, hiçbir merkez fikri ya da amacı olmadığını ilan etti: “İnsan, kendisinden başka hiçbir şey değildir; ne yaparsa odur.” Ancak bu iddia mantıksal bir çıkmaz içerir, çünkü kimliği olmayan bir varlığın kendini nasıl yaratabileceği belirsizdir. Kendisini arzularına ya da eğilimlerine göre kurduğunu söyleyemeyiz; zira eğer bir varlıkta arzu varsa, zaten bir kimliği de vardır. Böylece bir açmaza düşeriz. Sartre’ın hem düşüncede hem yaşamda hem de “suçta” yoldaşı olan Simone de Beauvoir bu açmazı şöyle açıklar: “Kendini yaratmak, ancak başkaları tarafından açığa çıkarılan bir temele dayanarak mümkündür.”

Popüler kültür ise, genellikle bu eski Romantizme eleştirel olmayan bir biçimde geri çekilerek karşılık verdi. Apple’dan Steve Jobs, Stanford’daki mezuniyet töreninde öğrencilere, “Başkalarının fikirlerinin gürültüsünün kendi iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin,” diye öğüt vermişti; “kalbinizi ve sezgilerinizi izleyecek cesarete sahip olun,” demişti, çünkü bu ikisi “nasıl oluyorsa, sizin gerçekten ne olmak istediğinizi zaten biliyorlardı.” Şampuan ya da seyahat uygulaması reklamları da aynı şeyi söyler: iç dünyanıza dönün ve gerçek Ben’inizi bulun. Bu benzersiz, özgün kimliğimizin, bu içsel ve konuşkan sesin bize nasıl önceden yerleştirildiği sorusu es geçilir — tıpkı daha rahatsız edici bir başka sorunun, yani reklamcıların nasıl olup da bu “gerçek benliğimizin” kendi ürünlerini seveceğinden böylesine emin olabildikleri sorusunun da geçilmesi gibi.

Peki, bu Romantik benlik fikrini bir kenara koyarsak, felsefi açıdan tablo nasıl görünür? Bunun cevabını, Çin’de Qin Hanedanı’nın kuruluşundan önce gelişen büyük bir felsefe geleneğine bakarak sezinleyebiliriz. Bu geleneğin en tanınmış düşünürü, klasik kaynaklarda MÖ 551-479 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Konfüçyüs’tür (Kong Qiu, 孔丘). Gerçekte, ona atfedilen kitapların çoğunun farklı yazarlarca uzun bir dönem boyunca kaleme alınmış olması muhtemeldir. Bunların en ünlüsü olan Lun yu (Analektler), hayranlık uyandıran örnekleri taklit etmeye dayanan bir etik ideali savunur. Filozof Amy Olberding, bu konuyu bütünüyle ele aldığı Moral Exemplars in the Analects (2012) adlı bir kitap yazmıştır. Konfüçyüs’e göre, “başka insanlar olmak” zaten hedeflenmesi gereken şeydir — yeter ki Yao ve Shun gibi bilge kralları ya da bizzat Konfüçyüs’ün kendisini örnek alasınız. Böylesi bir taklidin, “doğuştan gelen gerçek kimliğe” ihanet sayılacağı itirazı hiç gündeme gelmez; çünkü bu gelenekte her bireyin doğuştan, özgün bir “gerçek kimliği” olduğu düşüncesine rastlanmaz.

Bu gelenek, bireysel bir öz değil, rol kimlikleri tanır. Konfüçyüs, kendi döneminde bu kimliklerin kaybolmakta olduğundan kaygı duymuştur. Analektler’de, iktidara gelse yapacağı ilk işin “adları düzeltmek” (zheng ming, 正名) olacağını söyler. Karmaşık bir kavramdır bu; ama başka bir pasaj, anlamını biraz aydınlatır. Konfüçyüs’e zheng (政) —yani toplumsal düzen— sorulduğunda şu yanıtı verir: “Efendi gerçek bir efendi, bakanlar gerçek bakanlar, babalar gerçek babalar, oğullar da gerçek oğullar olmalıdır.” Konfüçyüs, Batı Zhou Krallığı’nın çöküşüyle birlikte gelen toplumsal kargaşada bu düzenin yitirildiğini, efendilerin, bakanların, babaların ve oğulların artık rollerini layıkıyla oynamadıklarını düşünür. “Adları düzeltmek”, insanların adlarına yakışır biçimde yaşamalarını sağlamak anlamına gelir — bireysel adlarına değil, sosyal konumlarının adlarına: çünkü ming (名) hem “ad” hem de “rütbe” ya da “statü” anlamına gelebilir. “Ben kimim?” sorusuna Konfüçyüs’ün vereceği yanıt, toplumsal rolünüz olurdu. O rolü nasıl oynamanız gerektiği konusunda ise, en uygun yol benzer bir rolü örnek biçimde yerine getirmiş birini taklit etmektir. Han Hanedanı döneminde, Konfüçyüsçülük resmî öğreti hâline geldiğinde, bu anlayışla hazırlanmış çok sayıda rol-model kataloğu ortaya çıktı. Liu Xiang’ın Lie nü zhuan (列女傳 – Erdemli Kadınların Gelenekleri) bunlardan biridir; içinde iyi eş, iyi anne, saygın hanımefendi gibi pek çok örnek model yer alır.

Konfüçyüs’ün düşüncesi, kendi döneminde de karşıtlarını bulmuştu, ama bunlar Romantik bireyciler değildi. Bir yanda, doğayı geçmişin kahramanları yerine model almamız gerektiğini savunan Mozi (ya da Mo Di, 墨翟) vardı. Bunun anlamlı olabilmesi için doğanın insan biçiminde düşünülmesi, yani kaygıları ve amaçları olan bir varlık gibi tasavvur edilmesi gerekiyordu — burada eski Yunan ve Roma’daki Stoacılarla bir benzerlik kurulabilir.

Öte yanda ise, belki de bütün kültürler içinde en tuhaf filozof olan Zhuangzi (Zhuang Zhou, 莊周) bulunuyordu; benim Kendilik Karşısında: Benlikten Kaçmanın Bilgeliği (2025) adlı kitabımın da merkezinde o vardır. Zhuangzi’ye atfedilen metinler —ki muhtemelen birden çok yazar tarafından kaleme alınmıştır— Konfüçyüsçü rol-uyumculuğunu reddeder. Ona göre, bilge bir kral, örnek bir anne ya da önceden belirlenmiş herhangi bir rol kimliğine bürünmeye çalışmamalısınız. Wilde’ın sözleriyle, “başkaları gibi olmaya” da çalışmamalısınız. Bizim son derece bireyci kültürümüzde, bu düşüncenin “o hâlde sadece kendin ol” şeklinde devam edeceğini varsaymak kolaydır. Ama Zhuangzi’nin söylediği bu değildir. Onun ifadesiyle: zhi ren wu ji (至人無己) — “yetkin kişi kendine sabit bir kimlik atfetmez” ya da “nihai insanın bir benliği yoktur.” Etik ideal, uyumcu bir kimliği bireysel bir kimlikle değiştirmek değildir; kimlik fikrinden bütünüyle kurtulmaktır. Filozof Brook Ziporyn’in dediği gibi: “Kendin gibi olmaya çalışmak, başkası gibi olmaya çalışmak kadar tehlikelidir.”

Neden tehlikelidir? Çünkü öncelikle, sabit bir kimliğe bağlanmak, insanın yeni biçimler almasını engeller. Bu da yeni durumlara uyum sağlamayı zorlaştırır. Christine Abigail L. Tan, Özgürlüğün Kırılganlığı (2024) adlı kitabında bunu şöyle dile getirir: “Eğer kişi sabit bir kimliğe bağlanırsa, bu zaten bir sorundur; çünkü böyle bir kişi kendini dönüştürmez, yeniden üretmez.” Psikolojiden bir terimi ödünç alırsak, buna “kimlik sabitlenmesi” diyebiliriz. Amerikan Psikoloji Derneği bu kavramı şöyle tanımlar:

bir bireyin, kendi kimliği hakkında yeterince araştırma veya sorgulama yapmadan başkalarının (ebeveynler, arkadaşlar, öğretmenler gibi) belirlediği bir kimliği veya değerleri sorgusuzca benimsemesi durumudur.

Zhuangzi’nin radikal mesajı şudur: kendi seçtiğiniz rolü, değerleri ve amaçları sorgusuzca benimsemek de en az başkalarınınkini benimsemek kadar tehlikeli bir “kimlik sabitlenmesi” olabilir. Çünkü böyle yaptığınızda, bunların tümünü dış etkiler altında kökten yeniden düşünme olasılığınızı ortadan kaldırırsınız.

Aslında bu durum, sizi dış etkilerden dirençle korumaya da iter — hem de çok basit bir nedenle. Hepimizin güçlü bir yaşama içgüdüsü vardır; varlığımızı sürdürme isteği. Ama varlığını sürdürmek, insanı insan yapan biçimi korumak anlamına gelir; yani “ben”i “başka biri” olmaktan ayıran biçimi. Bir cesede dönüşmek, elbette hayatta kalmak sayılmaz; ama aynı şekilde, kendinizden çok farklı bir şeye dönüşmek de öyledir. Yarına, bedenim, anılarım ve kişiliğim bambaşka biriyle değiştirilmiş olarak uyanmaktan, uykumda ölmüş olmaktan neredeyse aynı ölçüde korkarım; hatta bu durumda da aslında ölmüş sayılabilirim. Hayatta kalmak, belli başlı, belirleyici yönlerden aynı kalmak demektir. Ama bu da şunu ima eder: Kendinizi ne kadar dar bir çerçevede tanımlarsanız, sizi değiştirebilecek dış etkilere karşı o kadar savunmacı olursunuz.

“Kimlik” sözcüğü, bu tür bir kendini tanımlama anlayışına doğal olarak yatkındır. Latince identitas kökünden gelir; bu da idem, yani “aynı” sözcüğünden türemiştir. Yaygın bir ifade vardır: unus et idem — “bir ve aynı.” Kimliğiniz, sizin siz kalabilmeniz için aynı kalması gereken şeydir. Dar tanımlanmış bir kimlik, hem sizden hem de çevrenizden büyük bir tutarlılık talep eder. Diyelim ki kimliğinizi bir koşum takımı ustası olmakla özdeşleştirdiniz; o zaman bu kimlik altında varlığınızı sürdürebilmeniz için yalnızca koşum üretmeye devam etmeniz yetmez, koşumculuk sanayisinin de ayakta kalması gerekir. Otomobilin icadıyla bu sanayi çökerse, kendinizi umutsuz bir kimlik krizi içinde bulabilirsiniz; artık hiçbir şeyin, bugüne dek “ben” diye tanıdığınız şeyin yerine geçemeyeceği duygusuyla panikler, boşluğa düşersiniz. Elbette, sonunda kendinizi yeniden tanımlamanın yollarını bulabilirsiniz; ama bu acıyı en başta kimliğinizi bu kadar dar bir alana bağlamayarak önleyebilirdiniz.

Şimdi varsayalım ki kimliğinizi belirli dinsel ya da siyasal inançlarla özdeşleştirdiniz. Bu durumda, varlığınızı koruma içgüdünüz, bu inançların tehdit altında hissedildiği her anda alarm verecektir. Onlara karşı ileri sürülen bir argüman ne kadar ikna edici görünürse görünsün, onu duymazdan gelmeniz o kadar olası olur. Bir alternatif ne kadar çekici görünürse görünsün, onu itersiniz — çünkü değişmekten ve değişirken kendinizi yitirmekten korkarsınız. Böylece, kendi seçtiğiniz sabit bir kimliğe kapanmak bile sizi dış etkilerden yalıtmaya yönlendirir. Sartre’dan bir örnek verelim: “Dikkatli bir öğrenci olmak isteyen öğrenci, öğretmenine gözünü dikip kulak kesilerek öyle çok ‘dikkatli öğrenci rolünü’ oynar ki, sonunda artık hiçbir şeyi dinleyemez hâle gelir.”

Ama dünya her zaman değişir — hem de öngöremediğimiz biçimlerde. Sabit bir kimliğe duyulan bağlılık, bizi dış etkilerden kapattığında, o etkiler aslında değişim ve belirsizlik karşısında bize yol gösterebilecek kadar değerli olabilir. Bunun pek çok örneği vardır. Örneğin Avustralya’daki kolonicilerin, kendilerini “bilimsel olarak gelişmiş” ve “ırksal olarak üstün” gördükleri için, yerli halkın bilgi ve deneyimlerinden yararlanmayı reddetmeleri gibi. Oysa bu bilgi, sert ve bilinmez bir çevrede hayatta kalmalarına yardımcı olabilirdi. Onların “gerçek benlikleri” hakkındaki inançları, “çıplak vahşiler” dedikleri insanlardan öğrenebilecekleri gerçeğiyle bağdaşmıyordu.

Kendin olmaya, yani sabit bir kimliği sürdürmeye çalışmanın tehlikeli olmasının bir nedeni daha var. Bunu kavrayabilmek için şu soruyu sormalıyız: bu sabit kimlik fikrini nereden aldınız? Şu anda kendimizi, her birimizin doğuştan bir “öz benlik”le geldiği Romantik fikrin bulunmadığı bir kültürel bağlamda hayal ettiğimizi unutmayalım. Zhuangzi’nin günümüze ulaşan en eski derlemesini yapan Guo Xiang (252–312), bu metne bir de yorum eklemişti — ve orada bambaşka bir benlik anlayışı ortaya koymuştu.

Guo’nun yorumu, Zhuangzi’deki bazı bölümleri Konfüçyüsçü “örnek izleme” ahlakının eleştirisi olarak yorumlar; bu davranışı “ayak izlerini izlemek” (ji, 跡) olarak adlandırır. Örneğin, bir pasaj üzerine şöyle yazar:

“İyilik ve doğruluk insanın doğal karakterine [qing, 情] aittir, ama Üç Hanedan döneminden itibaren insanlar, bu erdemler üzerine gürültülü bir rekabete girişerek, kendi doğalarındaki bu nitelikleri bırakıp başka yerlerdeki izlerini kovalamaya başladılar; sanki asla onlara yetişemeyeceklermiş gibi davrandılar — ve bu da, değil mi, büyük bir kedere yol açtı!”

Buradaki “doğal karakter” (qing) göndermesi, bizi kolayca yanlış bir yöne sürükleyebilir; bunu “doğuştan gelen, kendine sadık bir benliğin yüceltilmesi” olarak, yani tanıdık bir Romantik anlamda okumak isteyebiliriz. Oysa Guo’nun “doğal karakter” (qing, 情) ya da “asli doğa” (benxing, 本性) gibi terimleri kullanırken kastettiği şey bambaşkadır. Christine Abigail L. Tan bunu şöyle açıklar: “Asli doğa (benxing, 本性) aslında değişmez veya sabit, hatta doğuştan gelen anlamına gelmez; yalnızca özgür, kısıtlanmamış demektir.”

Guo’nun yorumuna göre Zhuangzi’nin görüşü şudur: belirli, sabit bir kimlik arayışına girdiğimizde, aslında doğamızın özündeki akışkan ve belirsiz karaktere ihanet ederiz. Kendimizi belirli kılmak uğruna, dışarıdan bir modelin peşine düşeriz. Bu model, onu biz yaratmış olsak bile, yine de kendi akışkan doğamızın dışındadır. Zhuangzi’de anlatılan bir hikâye bunu çarpıcı biçimde dile getirir: Yüzü olmayan, konuksever ve iyi yürekli bir imparator vardır, adı Hundun’dur. Yüzü zaten olan iki başka imparator, Hundun’un da bir yüzü olsun diye kafasına yedi delik açar. Sonunda Hundun ölür. Hikâye, sabit kimliğin her zaman dışarıdan geldiğini, zaten kendi kimliklerine bağlanmış olanların bizi de aynı şeye zorladığını anlatır — bunu genellikle matkapla değil, örnekleriyle yaparlar. Başkaları tarafından dayatılan bu kimlik bağlılığı, biçimsiz ve akışkan olan temel doğamızı öldürür. Hundun’un adı da bunu ima eder: 混沌 — “karışık kaos” ya da “akışkan karmaşa”; her iki karakter de içinde “su” kökünü taşır, yani akışkanlığı. Bizim gerçek Hundun-doğamız, biçimlerin her birini geçici olarak alabilen ama hiçbirine nihai olarak sabitlenmeyen bir doğadır.

Uzak bir felsefi kültürle bu karşılaşma, bize normalde sormayı akıl edemeyeceğimiz soruları sorma özgürlüğü verir. Gerçek benliğimizin sabit ve doğuştan verilmiş bir şey olduğuna inanmak üzere koşullandırılmamış olsaydık, acaba bu fikre yine de ulaşır mıydık? Yoksa biz de Zhuangzi gibi, gerçek doğamızın sınırsız bir esneklik ve akışkanlıkta bulunduğunu; her türden belirli kimliğin bu doğaya dışsal, yabancı bir dayatma olduğunu mu düşünürdük? Kültürümüz, eğer gerçek benliğimizi böyle kavrıyor olsaydı, nasıl görünürdü? İnsan yaşamı, amaçsız bir dolaşma kaosuna mı indirgenirdi? Yoksa belki daha huzurlu, daha uyumlu, daha uyarlanabilir ve hatta daha heyecan verici bir dünya mı olurdu?

Ben ikinci seçeneğe yakınım. Kendi önyargımı kabul ederek söylüyorum: kimliğin bizi nasıl geride tuttuğuna dair örnekleri her yerde görüyorum. Karmaşık ve öngörülemez bir dünyada, ulusların her zamankinden çok birbirlerinden öğrenmeye ihtiyacı var. Oysa kapılarını yabancılara kapatıyor, uluslararası diyaloğa kulak tıkayıp megafonla giriyorlar. Modern demokrasilerde insanlar, Kwame Anthony Appiah’ın dediği gibi, “ne istediklerine göre değil, kim olduklarına göre” oy veriyor; bu da kimlik gruplarını ortak yarar yerine birbirine karşı konumlandıran politikalara yol açıyor. Bilgi teknolojisi bütün dünyayı parmak uçlarımıza getirdi, ama insanlar hâlâ kendi kültürel alanlarının dışına çıkan her şeye şaşırtıcı biçimde ilgisizler — sanki fazla farklılıkla karşılaşmak, onları kendi “değerli kimliklerinden” koparacakmış gibi. Ve mevcut düzenlerin sürdürülemez olduğu açıkça görüldüğünde bile, onları değiştirmekte zorlanıyoruz; çünkü kimliklerimiz bir şekilde bu düzenlere bağlanmış durumda.

Bunun en kişisel örneği, benim yas deneyimimdir. Babamı Alzheimer hastalığına yavaş yavaş kaybederken fark ettim ki, yasın en korkutucu yanı yalnızca bir sevdiğini değil, kendini de kaybediyormuş gibi hissetmektir. En eski anılarımda sıcaklığıyla parlayan o figür olmadan kendimi tasavvur etmekte zorlandım. Geçmişi bugüne geri çekme isteğiyle umutsuz, çaresiz bir saplantı içindeydim. Babamın, kimliğini doğrudan yitirişinin karşısında gösterdiği cesaret bana da uyum sağlamayı öğretti: ben de dönüşümümü kabul etmeyi ve hatta bu dönüşümün içinde kendimi yeniden sevmeyi öğrendim.

Zhuangzi’nin en ünlü hikâyesi, Kelebek Düşü’dür. Zhuangzi bir rüyadan uyanır; rüyasında özgürce uçan bir kelebektir. Şimdi hangisidir bilemez: Rüyasında kelebek olduğunu gören bir Zhuangzi miydim, yoksa rüyasında Zhuangzi olduğunu gören bir kelebek miyim? Bu hikâye, Zhuangzi’yi “varlıkların dönüşümü” denen bir hakikatle temasa geçirir — kimliklerin her zaman akışkan, asla sabit olmadığı bir gerçeklikle. Kuang-Ming Wu, The Butterfly as Companion (1990) adlı kitabında buna dikkat çeker: kelebeğin “özü, kanat çırpışıdır.” Hundun ve kelebek, içimizdeki bu çırpınışın, bu belirsizliğin simgeleridir — ister seçilmiş ister dayatılmış olsun, her sabit kimliğin altında yatan, ondan daha derin bir içsel akışın göstergeleri.

Kendimize — birey olarak, topluluk, kilise, parti, şehir ya da ulus olarak — “sadık kalma” zorunluluğu, bizi dünyayı zorlamaya iter. Kendimizi aynı tutmak, çevremizdeki her şeyi de benlik tanımımıza uygun biçimde tutmak anlamına gelir. Başkaları da aynı şeyi kendi benlikleri için yapar. Sonuç: çatışmalarla dolu, ama ilerlemeden yoksun bir dünya. Belki de artık kendi içimizdeki o “kanat çırpışına”, o belirsiz ama canlı akışa kulak vermenin zamanıdır.

Yazar: Alexander Douglas


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com