Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler.
Bazen iç içe bazen yan yana bazen karşı karşıya konulan ve genelde uyumlu kardeşler gibi gösterilen bu iki alan, felsefe ve din, dünyanın her yerinde sesli sessiz bir çekişme içindeler. Her ikisi de çok yerde kaba siyasetlerin kullandığı alanlar olarak kalıyorlar. Bu iki alana bilgece dürüstçe yönelenlerinse sesleri pek çıkmıyor. Her iki alanla ilgili bilgilerimiz ve sezgilerimiz yeterli mi? Bunu tartışmıyoruz bile. Felsefenin üstüne dinle gitmek, dinin üstüne felsefeyle saldırmak eski alışkanlıklarımızdandır. Bir takım çıkarcı bilgisizlerin din bilgini kesildiği, bir takım kendini bilmezlerin Kant, Marx, Heidegger diye ileri geri sözde felsefe konuştuğu bir dünyada her iki alan da yara alıyor. Bazı yetersizler ellerine geçirdikleri yazım kılavuzunun ışığında bol virgüllü karanlık yazılar yazmaya kalkarken din konularına ve felsefe konularına da giriveriyorlar.
Dinle ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların yetersizlikleri de bu noktada belirleyici değil mi? Özellikle televizyonda görüşler bildiren ilahiyat kökenli “felsefe”cilerin hem din hem felsefe adına söyledikleri içimizi acıtıyor. Din çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre evcilleştirilmiş bir felsefeden yana çıkıyorlar, böyle egemen bir felsefenin düşlerini görüyorlar. Böyle bir felsefe geçerli olursa düşünmek inanmakla bir olacaktır. Zihin sağlığı yerinde insanlar yetiştirebilmek için kavramların doğru içeriklerine ulaşmamız, bu arada dinin ve felsefenin ne olup ne olmadığını görmemiz gerekiyor. Bu da öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını gerekli kılar. Dinle felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi düşürmüş olanların oyunlarını bozmak zamanıdır. Felsefeyi felsefe olmaktan çıkarmak isteyenlere dur diyebilmek önemlidir.
Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler. Din deyince aklımıza öncelikle inanç kalıpları yani dogmalar gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez dogmalara boyun eğecektir. “Dogmalara dayalı bir felsefe” felsefenin özüne aykırıdır. Felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan çıkar. Din evcildir, yumuşak başlıdır, kendi dışına sert de baksa kendi içinde uzlaşmacıdır. Uyarsız saydığını dışlamaya eğilimlidir. Felsefe yırtıcıdır, kalıpları kırmak ister. İyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür ve dönüşen dünyayı dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş olanın içinde özenle bir şeyler arar gibi yapar, öbürü her zaman olanın ötesine taşmak ister: bu sürekli bir kendini aşma durumudur. Felsefe durmadan kendini yenileyen, sık sık kendine yabancılaşan bir etkinliktir. Dinin yeniyle işi yoktur: önemli olan özden ayrılmamaktır, onda kendini yinelemek önemlidir. Dinde felsefi bakış açısına yaklaştığımız ölçüde yolu şaşırma tehlikesiyle karşılaşırız.
Felsefe din çevrelerini rahatsız eder, bu yüzden din çevreleri felsefeyi dinde eritmek isterler: felsefeyi de kucaklayan bir din onlar için ülküsel yani dural bir dünya için iyidir. Din adamına gözünde felsefe bozguncudur, çünkü düşünce kalıplarına yani dogmalara saldırır. Felsefe dogmacı düşünceyi kendi varlığı için de gelişen dünya için de engel görür, ya dogma ya ben demek ister. Bu yüzden gerçek felsefeler biraz da ölçüsüzlük diyebileceğimiz bir atılganlığı kendilerine uygun görürler. Varsın bazı görüşlerimiz gerçeklikle bağdaşmıyor gibi dursun: filozofluk yürekliliği gerektirir. Korkaktan filozof olmaz. Filozof da bilir birçok görüşünün gelecekte çürütülebilir özellikler taşıdığını, yarın belki de kesin bir biçimde eleştirileceğini. Zaman aşırılıkları ayıklar. Hiçbir felsefe mutlak biçimde bütün yerler ve bütün zamanlar için geçerli olamaz. Önemli olan yürekli olmaktır, görebildiği kadarını görmektir, korkmadan önermektir, bugünden yarına köprüler uzatmaktır. Felsefe yapanlar yanlışa düşmekten korkmazlar, yanlış yapma haklarını kullanırlar. Felsefe adamı yanlış yapmaktan korktuğu sürece felsefe yapamayacağını bilir.
İnançla düşünceyi, tanrı araştırmasıyla insan araştırmasını birbirine karıştırmak kafa karışıklığından başka bir şey getirmez. Dini felsefede boğmaya çalışmak da felsefeyi dinde eritmeye çalışmak da iyilik getirmez. Her iki alan özerk olabildikleri ölçüde kendileri olma şansını elde ederler. Kutsal’ın alanını ussal düşünceyle donatmaya çalışmak kadar ussal düşünceyi kutsalın alanına bağlamaya kalkmak da boşunadır. Felsefeyi kendi toprağında, dini de kendi toprağında etkin kılmak doğrudur. Bu iki alanı birbirine bağlamaya kalkarsak düşman kardeşler yaratmış oluruz. Ne din ne de felsefe kaba siyasete uygundur: birileri bunların ikisini de yönlendirerek kendilerine toplumda destek sağlamak isterler. Kendini bilen insan bu oyuna gelmez. Bir alandan öbürüne sezgisel hatta ussal geçişler olabilir. Her ikisi de insan ürünüdür. Birini dost birini düşman ilan ederek bir yere varamayız. İnançlının felsefe yapmasıyla inançsızın felsefe yapması elbette farklı olacaktır. Felsefe bilenin inanmasıyla inananın felsefe yapması başka başka özellikler gösterebilir. Ama genel olarak felsefe adamının düşünme biçimiyle din adamının düşünme biçimi arasında uzaklıklar olacaktır.
Din öğretir, felsefe tartışır. Felsefeden diyalogu kaldırın, kuşkuyu atın, felsefe diye bir şey kalmaz. Felsefe yapmak kuşkulanmaktır diye düşünüyordu Montaigne. Kuşkulanmazsak bir yere gidemeyiz, kuşkulanmayan insan bir felsefe teknisyeni bile olamaz. Kuşku doğruyu doğurur. Kuşku her şeyi tartışmaya koyar. Felsefenin doğruları değişebilir doğrulardır, onlar doğru diye belirlendikleri anda kuşku uyandırırlar. Felsefenin alanına girdiğimiz zaman kaygan bir zeminde buluruz kendimizi. Felsefenin alanında kimse kimseye dün söylediklerine bugün de sahip çık diyemez. Bu yüzden felsefe öğretileri zaman zaman çelişkili yapılar olarak görünürler hatta felsefe tarihçileri bir filozoftan sözederken onun birinci dönem görüşleriyle sonraki görüşlerini birbirinde ayırmak gereği duyarlar. Filozof bu tutarsız görünümü verirken gelişigüzel bir bakış içinde değildir. Felsefeye yönelmek sonsuz çeşitliliklerin alanına girmektir. Felsefe her ne kadar genel insanı konu edinse de onda yere ve zamana göre edinilmiş özellikler vardır.
Gerçekte dinin alanı da daha değişik bir anlamda çeşitliliklerin alanıdır. Ancak bu çeşitlilikler istenir çeşitlilikler olarak görülmezler. Bizimki doğruysa sizinki yanlış gibilerden bir duygu değişik inançların insanlarını birbirinden ayırır. Özellikle pagan dinleriyle tek tanrıcı dinler arasındaki ayrılık düşmanlığı akla getiren bir ayrılıktır. Örneğin Hristiyan din adamları uzun yüzyıllar boyu pagan inançlarının dirilip yeniden yaşama geçmesinden korktular. Oysa bu inançlar yok olmuş değillerdi, üstleri örtülmüştü. Uzun yüzyıllar boyu insanların ruhuna girmiş, alışkanlıklarına karışmış, davranışlarını koşullamış, düşlerini düşlemlerini süslemiş inanç ögelerinin bir çırpıda atılması ve yerine daha iyisi diye düşünülenin koyulması kolay değildir. Nitekim Hristiyan din adamlarının korktukları başlarına geldi. Özellikle batıp gitmiş sanılan değerler Yeniçağ’ın eşiğinde uç vermeye başladı ve Hristiyan inancını büyük ölçüde zora soktu. Bu sorun bugün de yürürlüktedir. Bunun nedeni pagan dinlerinin somuta yani bu dünyaya yani insana, Hristiyan inancınınsa göklere yani soyuta yakın olmasıdır. İnsan her zaman kendine yakın olana yakındır. Tek tanrı kavrayışını düşüncede gelişmişlik belirtisi saysak da, soyut düşüncenin ya da soyutlamacı düşüncenin doruğu olarak düşünsek de, somutun ortada olmadığı yerde en yetkin soyut da sonunda bir düş olarak kalır.
Bu gibi ayrımlaşmalarda toplumsal sorunların birinci planda belirleyici olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Toplumlar yaşadıkları gibi düşünürler ve düşündükleri gibi yaşarlar. Kuralları yaşamdan çıkarmak gerekir, toplumların elinde önceden hazırlanmış yazım kılavuzları yoktur. Yaşamdan doğruca kurallara geçilir, yazım dönemi başlar, yazılan Tanrı’nın kelamıdır, ne var ki her şeyin değişim yasalarına uymak zorunda olduğu dünyamızda değişmezi savunan din bile değişime uğrar. Yeniçağ’ın başlarında yeni insan ortaya çıkmıştı, bu yeni insana Hristiyanlığın kalıpları dar geldi. Bu yeni insan dünyaya bağlıydı yani kendine bağlıydı. Kalıpların dışında yaşamak da zordur. Bu insan sonradan kendini kalıplamadı mı? Sanayi Devrimi o yüreği insan sevgisiyle dolu yeni insanın, tıpkı eski paganlar gibi kendinde tanrısal bir güç bulan insanın gönlünü kırdı. İnsan makinenin tutsağı olmaya başlayınca insancı savların yerini baskıcı savlar almaya başladı. Yüzer yüzer zincire bağlanmış çocuklar pazaryerlerinde yaygın üretim için satılmayı beklediler. Onlar boğaz açlığına çalışıyorlardı. Kadınlar da öyle. Çocuk intiharları büyük boyutlara ulaşmıştı. Yalnız erkeklere küçük bir para ödeniyordu. Ve bütün bu insanlar domuzlara verilen çürük patatesle besleniyorlardı. Siyasiler ekmekten daha ucuz bir beslenme aracı bulursak üretimi daha ucuza yetirebiliriz diye düşünüyorlardı.
Kilise bundan hiç rahatsız olmadı. Dinin insancı savları olamazdı, bu onun yapısına aykırı düşerdi. Yeni paganlık sivil dünyada çağdaş sömürünün karşısına insancılık savlarıyla çıkarken kabaca bir inançsızlık önerisi sunuyor gibi düşünüldü. Oysa sorun daha derin ve daha insaniydi. “İnsanlık dini”nden söz eden felsefe gerçekte bir paganlık bildirisi yayımlar görünürken aslında Sanayi Devrimi’nin getirdiği kötü koşullarla savaşmak istiyor ama bu gücü kendinde bulamıyordu. Kötü koşullarla insani planda savaşmak gene de felsefenin görevi olmalıydı. Felsefe baskı altında bu görevi üstüne almadı ve tıpkı kilise gibi yükümlülüklerinden kaçtı. Kimsenin kendini ateşe atmasını isteyemeyiz ama ateşe düşmemek adına selameti kuytularda arayan insana da yakın olamayız. Yüzyıllar boyu dikenli toprağa çıplak ayakla basmış olan felsefe bundan böyle dingin ortamlarda refah görünümleri ortaya koyarken felsefeyle ilgisi olmayan bir yola girmiş oluyordu.
Dinin ve felsefenin görevlerine dönmeleri, insani yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerekiyor. Birinin kafa kesmek gibi öbürünün yoksulun ödediği vergilerle keyif çatmak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Biri lüks otomobillerde dolaşırken öbürü bilinçleri bulandırmak için elinden geleni yaparsa işimiz zor demektir. Her iki alanın da kendilerini katışıklarından arındırmaları beklenir. Ayrıkotlarını temizlemenin ne kadar zor olduğunu bilmiyor değiliz. Dünyanın her yerinde siyaset felsefeden ve dinden elini çekmek zorundadır. Siyaseti siyaset olarak yapmak mertliğini gösterebilmek üst düzeyde insan olmanın gereğidir. İyi siyaset dine de felsefeye de karışmaz, dini de felsefeyi de kullanmaz, ayrıca onları sapkınlardan korur. Felsefenin terimlerini kullanarak düşünce hokkabazlığı yapmak, bu arada bir yazım kılavuzu edinmiş olarak anlaşılmaz yazılar kaleme almak kimseyi doğru yerlere çıkarmaz. Her iki alanın insanları kendi sorumluluklarını yerine getirebilseler cennet dünyamız daha da cennet olacaktır.
İlahiyatçılar kendi alanlarında, felsefe adamları kendi alanlarında, siyaset adamları kendi alanlarında çalışmalılar.
Yazar: Afşar Timuçin
Bu yazı Birgün’ün internet sitesinden alınmıştır.