• 11 Ağustos 2016
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Robin Small bir Martini alır; karıştırılmış, çalkalanmış değil.

Son yıllarda, şarap ve felsefe hakkında birçok kitap ortaya çıktı. Bunların arasında, Roger Scruton’un “İçiyorum, Öyleyse Varım”ı (2011) konuyu ayrıntılı şekilde ele alan bir tartışma olarak ön plana çıkıyor; fakat bu kitabı çarpıcı yapan, kokteyllerden ilgisizce bahsetmesidir. Scruton, açıkça, kokteyl içmenin tek sebebinin sarhoş olmak ya da daha doğrusu hedefe ulaşana kadar birden fazla içmek olduğunu düşünüyor. “Manchester’dan çıkmanın en hızlı yolunun bir şişe cin olmak” olduğu hakkındaki eski deyiş, yeniden kullanılıyormuş gibi görünüyor. Fakat kokteylleri aşırı alkol tüketimiyle ilişkilendirmek sadece bir hile; bunun karşılığında, daha olumlu bir yaklaşım öneriliyor. Bu, şarapta olduğu kadar, kokteyllerde de bulunabilecek bir nevi felsefi merak olabilir mi?

Ortaya çıkacak bir problemi şimdiden görebiliyorum. Şarapla ilgili tartışmalar -ve özellikle felsefe ve şarapla ilgili olanlar- ciddi olma eğilimindedir. Belli ki, şarap içmek ciddi bir iştir. Buna karşılık kokteyller, havai, hafifmeşrep bir şöhrete sahipler. Birçoğu pipetlerle, küçük şemsiyelerle ve meyve parçalarıyla geliyor ve isimleri de saçma sapan. Elbette düşünceli bir söylev geliştirmek pek de mümkün değil. Diyelim ki elimizdeki karışımlardan birine ‘aşkın doğası’ ismini verdik. Bu mümkün mü? Belki de değil. Yine de, kokteyllerin de aynı şarap filozoflarınca ortaya çıkarılan ilginç fikirler gibi teorik boyutları olduğunu tartışmak istiyorum; şarapla ilgili çok fazla kuramlaştırma yapıldığı göz önüne alınırsa aynını kokteyller için de yapmanın tam zamanıdır. Nihayetinde bir adım daha ileri giderek, kokteyller ve felsefenin arasında güçlü bir ilişki olduğunu tartışacağım – ya da en azından ima edeceğim.

Zizek-cocktail-300x424

Martini kokteylin evrimleşmiş halidir

Öncelikle, kokteyller hakkında yazan herkes, Dry Martini’yi özel bir vaka olarak kabul etmelidir. Onun kokteyl felsefesindeki yeri, Plato’nun metafiziğindeki İyi’ye karşılık gelir: O, vazgeçilmez referans noktası, her şeyin yöneldiği ideal ve mutlak standarttır.

Martini’ye bu eşsiz konumu veren nedir? Her şeyden önce çarpıcı soyutluğu. Renksiz ve şeffaftır (karıştırılmış, çalkalanmamış olduğunu farz ediyorum). Ve sadedir, bölümlere ayrılmış değildir. Martini’nin cin ve vermut karıştırılarak yapıldığı doğrudur. Fakat bu, yanıltıcıdır; çünkü vermut içmezsiniz – onu sadece cinin tadını değiştirmek, baskınlığını azaltmak için kullanırsınız. Bu nedenle, bölümlerden bahseden her Martini tarifine şüpheyle ve hoşnutsuzlukla yaklaşılmalıdır. Martini aynı zamanda, somut özelliklere de sahiptir: soğuktur, belirgin bir tadı vardır, çabuk ve güçlü bir etki yaratır. Felsefi yazın dahilinde, en yakın paraleli, Schopenhauer ve Nietzsche gibi düşünürlerce uygulandığı üzere aforizmadır. “İnsanca, Pek İnsanca”da “Her kelime bir önyargıdır” der Nietzsche (1878). Sadece dört kelime ile aforizma, okuyuculara bütün bir dil ve iletişim teorisini sunar. Martini de buna eşdeğerde bir kokteyldir. Tabii ki, klasik Martini’nin çeşitleri vardır. Ben, James Bond versiyonunun, içmekten çok, tercihen hayranlıkla bakan kadın seyircinin önünde barmene talimat vermekle, kokteyl sipariş etmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yine de, sonuç, içilebilirdir (Votkanın cinin yerini tuttuğu versiyondan değil, Votka eklenmiş Martini’den bahsettiğimizi farz ediyorum).

Kokteylin fenomenolojisi

İlk olarak, şüphesiz ki, kokteyllerin 20.yüzyıl felsefesi üzerinde önemli tesirleri vardır (ve kokteyller, ondan çok önce, sadece geleneksel, atadan kalma formlarıyla varlardı). Modern felsefenin çok bilinen ekollerinden Fransız varoluşçuluğu, varlığını kokteyllere borçludur – veya tam olarak bir kokteyle.

Simone de Beauvoir, hatıralarında, 1929 Paris’inde Jean Paul Sartre ile olan hayatından bahseder:

“Akşamları, Falstaff veya College Inn’e uğrayıp içki eksperleri gibi kokteyllerimizi içerdik – Bronxlar, Sidecarlar, Bacardiler, Alexanderlar, Martiniler. İki spesiyele karşı zaafım vardı – Viking barındaki bal likörleri, Rue Montparnasse’daki Bec de Gaz’daki kayısı kokteylleri: Ritz Barı bize daha ne sunabilirdi ki?” (Simone de Beauvoir, Hayatın En Verimli Dönemi, 1965).

Bal likörü kokteyli hakkında başka bir şey duyulmadı ve belki de sözünü ettiği diğer spesiyel 1932’de gerçekleşen çok iyi bilinen olayda önemli bir rol oynamıştır: Raymond Aron’un Berlin’de bir yıl geçirdikten sonra Edmund Husserl’in fenomenolojik felsefesini keşfettiği yere dönmesinde:

“Montparnasse’daki Bec de Gaz’da birlikte bir akşam geçirdik. Kafenin spesiyelini istedik; kayısı kokteyli. Aron, bardağını göstererek dedi ki “Görüyorsun ya sevgili arkadaşım, eğer bir fenomenolojistsen bu kokteyl hakkında konuşup ondan bir felsefe çıkarabilirsin!” O an Sartre, yaşadığı duygu yoğunluğuyla bembeyaz oldu. Yıllardır başarmak istediği şey buradaydı: objeleri gördüğü ve dokunduğu gibi tariflemek ve bu süreçten felsefe çıkarmak. Aron, onu fenomonolojinin onun özel meşgaleleriyle tam olarak uyumlu olduğuna ikna etti: “İdealizmin ve realizmin antitezini geçerek, aynı anda hem bilincin üstünlüğünü hem de duyularımızla algıladığımız biçimiyle görünen dünyanın gerçekliğini doğrulamak” (a.g.e., syf 135. Bilincin yanlış tercümesinin düzeltilmesi)

Sartre, 1939’da yayınladığı Yönelmişlik: Husserl’ın Fenomonolojisinin Belirleyici Özelliği adlı makalesinde, metafiziğin merkezi problemlerine yeni bir çözüm getirir. Bilinçlilik, tasarlanmıştır – bunun anlamı daima bir şeyle ilgili ya da bir şeye yönelmiş olmasıdır. Fakat, Husserl’ın fenomonolojisinin ana düşüncesi, yönelmişliğin sadece içsel bir durum olmadığıdır: Deneyimlediğimiz şeylerin varsayım olarak düşünülmesi, kaçınılabilir ya da yok edilebilir bir durum değildir; dünyaya dalmış bilincimizin bir sonucudur. Böylece, deneyimlerimizde tümüyle bizden bağımsız bir dünya olduğunu biliriz. (Bu nedenle kokteyller söz konusu olduğunda gerçekçi olabiliriz.) Sartre’nin romanı Nausea’da (1938) bu varsayım olarak düşünme durumu, başkahraman Antoine Roquentin, çevresini ürkütücü derecede dolaysız bir varlık olarak deneyimlemeye başladığında, varoluşsal şekilde değişir. Bunu şöyle ifade eder: “Varolmak, basitçe, orada olmaktır; varolan şey görünür, kendisiyle karşılaşılmasına izin verir. Ancak onu asla ortaya çıkaramazsınız. Her şey mantıksız; o park, bu şehir ve ben. Bunun farkına vardığınızda mideniz bulanıyor.” (syf 188, çev. R. Baldick). Bununla birlikte, Roquentin bir bira içicisidir ve ifadeleri Nietzsche’nin bira için yaptığı “hoşnutsuz bir ağırlık” tanımlamasını teyit eder.

Kayısı kokteyli de nedir bu arada? Belirli bir barda, 80 yıldan uzun zaman önce yapıldığı düşünülürse söylemek zor. Kayısı likörünü baz aldığı göz önüne alınırsa, tatlı bir içecek olmalı; bugünün tat anlayışıyla pek uyuşmuyor. Gerçi fark eder mi? Simone de Beauvoir’un anekdotunda kayısı kokteyli tüketilen bir şey değil; görülen, dokunulan bir şey olarak bahsedilmiş.

Sartre hiçbir zaman kokteylle ilgili kendi felsefi yorumunu açıklamadı. Muhtemelen, “Kokteyllerden felsefe çıkarma çabası, fenomonolojiye kötü bir şöhret kazandırıyor” diyen eleştirmenle aynı görüşteydi. (Robert Burch Fenomenoloji +Pedagoji dergisi 9. sayı, 1991, syf 39)

Ne gariptir ki, Sartre’nin yapabileceği türde analizler sunmaya en çok yaklaşan Roger Scruton’dur. Husserl hakkında düşünmeden yapılmış birkaç küçümseyici yoruma rağmen, ‘İçiyorum öyleyse Varım’da şarap içimine ilişkin değerlendirme, göreneksel fenomenolojinin bir modelidir; Sartre’nin gerçekçi yönelmişlik anlayışına yakın bir düşünceye dayanır. Bu gerçekçi yönelmişlik kavramına örnek vermemiz gerekirse Sartre, ‘Yönelmişlik’ makalesinde, ‘ürkünç olma’ durumunun kimi Japon maskelerinin esas özelliği olduğunu, sadece bizlerin bir parça tahtaya gösterdiğimiz öznel reaksiyondan ibaret olmadığını belirtmiştir. Aynı şekilde, Scruton’un içeceği ‘sarhoş edici’ olarak tanımladığında ileri sürdüğü gibi içeceğin özünde bulunan bir özellikten bahsediyoruz, kendi içsel durumumuzdan bahsedip bunu içeceğe yansıtmıyoruz. (İçiyorum öyleyse Varım, syf 118-119. Aynı zamanda bknz. Scruton’un ‘Şarabın Felsefesi’ Barry Smith, ed. Lezzet Soruları, syf 6)

Kokteylin metafiziği

Kokteyli gözden çıkardığı özetinde bile Scruton, konunun özgün bir yönüne parmak basar: Bir etki yaratır. Tabii ki, aynısı diğer içecekler için de geçerlidir ve onun şarap içimiyle ilgili hikayeleri benzer bir noktaya dikkat çeker.

Yine de, etkinin ivediliği kokteylde daha gözle görülebilirdir. Bu etki, sadece yüksek alkol miktarına bağlı değildir: Soğuk servis de aynı şekilde önemlidir ve sunum; hem görünüm hem de hissiyat bu etkide rol oynar. O zaman kokteyle belirgin, kavramsal bir karakter veren özellikleri incelememe izin verin. Ki bu da, şarapla olan keskin tezadı tanımlamanın iyi bir yoludur.

Öncelikle bir kokteyl, suni bir şeydir; insan yaratıcılığının bir ürünüdür. Bununla birlikte şaraplar, yapıldıkları kadar yetişirler de. Bir şarap eleştirmeninin söylediği gibi şarap, insan ve doğa arasındaki zor algılanan müzakereden doğar. Bunun için şarap yapımı uzun soluklu deneyim ve kazanılmış sağduyu gerektirir – oysa herkes basitçe talimatları takip ederek iyi bir martini yapabilir. Yapay olmalarının başka bir sonucu da, kokteyllerin istikrarlı olmasıdır. Belirli kokteyllerin nasıl yapılması gerektiği otoriteler arasında farklılık gösterebilir; fakat belirli bir tarif her zaman aynı sonucu üretecektir. Buna karşın şaraplar, aynı yerden bile geliyor olsalar, zamana göre çeşitlilik gösterirler. Bir şarap, ekilen, büyüyen ve mayalanan üzümlere bağlıdır. Bütünüyle karmaşık ve öngörülemez bir süreçtir. Kokteyller ve şaraplarla yapay ve doğal arasındaki tezatın iş başında olduğunu görebiliriz.

İlaveten, şarap bir yerlerden gelir; onun doğası, belli bir yerin toprağı ve iklimiyle bağlantılıdır. Aksine bir kokteyl, içen kimseye pek de uzak olmayan bir bardan gelir. Doğrusu çoğunlukla tüketicinin gözleri önünde yapılır. Dünyanın diğer bir bölümüyle ilgili çağrışım, sadece semboliktir. Bir MaiTai Hawaii’yi düşünmenize sebep olabilir ve orada icat edilmiş olması da muhtemeldir; ancak bu herhangi bir bağıntının gidebileceği en uzak noktadır. Sadece Cosmopolitan olarak adlandırılan bir kokteyl -votka, ıhlamur ve kızılcık suyunun karışımı- Sex and The City dizisinde yer verildiğinden popülerdir; fakat prensipte hepsi aynı ismi taşıyabilirler.

Kokteyllerin mekanla ilişkisi olmaması gibi, gerçek zamansallıkları da ilişkisi yoktur. Şaraplar, genellikle, yıllar yaşındadır. (İsa’nın Cana’daki düğünde yaptığı şarap dışında ve o da doğa kanunları bir yana farklı ayarlamaların sonucuydu.) Şarapseverler, zamanın kazandırdıklarının farkındadır ve belirli markaların tercih edilen mahsüllerini arayıp bulurlar. Buna karşın kokteyl, genellikle tüketilmeden önce yapılır. Kokteyller saklanmak şöyle dursun, gelişmezler de. İçmeden önce geçen her dakika, içkinin oda sıcaklığına gelmesine sebep olabilir. Ki bu da felaket bir durumdur. Yani, bir kokteyl, çabuk gelir ve çabuk gider. Bu durum, insan hayatına dair en az şarapla ilgili gösterişli metaforlar kadar lütufla dolu, ibretlik öyküler barındırır içinde.

Felsefe-Kokteyl-1-300x375

Neden felsefe ve kokteyl birbirine aittir?

Kokteyllerin yapaylığı kültürel konumlarında da yansıtılır. Onlar şehirlere aittir, bu bakımdan da modern içkilerdir. Buna karşın şarap filozofları, sadece şarap imalathanelerine yapılan günübirlik gezilerde şehir sınırlarının dışında görülmüş bile olsalar kendilerine toprağın oğulları havasını vermekten hoşlanırlar. Fakat felsefenin kendisi de şehir hayatına aittir. Sokrat’ın Phaedrus’a söylediği gibi, “Benim öğretmenlerim, şehirde yaşayan adamlardır; ağaçlarda ya da taşrada değil.” (Plato, Phaedrus). Felsefe, akademik bir bilim dalı haline geldiğinde, medeniyetle bezenmiş doğal ortamı, ilk ve son kez tasdik edilmiş oldu. Heidegger’in en büyük hayranlarının bile Kara Orman’daki barakalara taşınmak gibi bir niyeti yok. Diğer filozoflar gibi, onlar da üniversite kasabalarında ya da büyük şehirlerde yerleşmişler.

Şimdilerde şarap geleneksel olarak, irfanla, bilgelikle ilişkilendiriliyor: “In vino veritas” (Gerçek, şaraptadır) diyorlar şarapseverler. Buna karşın, kokteyller, ince zeka ve yaratıcılıkla bağdaştırılıyor- hiç de aynı şey değil ama yine de felsefik düşüncenin bazı kayda değer örneklerinde bulunuyor. Schopenhauer ve Nietzsche’den daha önce bahsetmiştim, her ikisi de incelikli zekanın ve bilgeliğin aynı bünyede var olabileceklerinin kanıtıdır. Okuyucular, arzu ederlerse daha modern örnekler bulabilirler. Birçoğu, hiç şüphesiz ki, Slavoj Žižek ile başlayacaktır ki Richard Kearney onun çalışmaları için “Lacan, Sade ve Hegel’in postmodern kokteyli” yorumunu yapmıştır. (Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, 2003, syf 97) Kearney’nin metafor seçimi, bir nevi hoşnutsuzluk barındırıyor olabilir. Felsefi gelenek, şarap eleştirmenleri tarafından kokteyle yöneltilen yapaylık ve sorumsuzluk suçlamalarının aynı şekilde kendilerine de yönelebileceğinden endişe ederek bu fikirleri yazmaktan ve hatta düşünmekten bile çekinirler. Fakat Nietzsche’yi dikkatlice okumayı öğrenmiş filozoflar, yeniden düşünmeye hazır olabilir.

Tokuştur, iç ve düşün

Şarap ve kokteyller hakkında söylediğim hiçbir şey, onların felsefi sadakat için yarış içinde olduklarını ima etmeyi amaçlamıyordu. Amacım, kesinlikle birine diğerinin arkasından konuşmak da değil. Birçok şarap iyi ve en azından içilebilirken, kokteyllerin birçoğunun berbat olduğunu bile kabul edebilirim. En azından, kokteyl kitaplarında verilen birçok reçete bana içilemez görünüyor. Hiçbir zaman gerçekten yapılmadıklarından ya da sadece bir kez denendiklerinden, kitabın kalınlığını arttırmak için eklendiklerinden şüpheleniyorum. Hevesler ve moda da apaçık ortada. Buna rağmen, her yerde olduğu gibi burada da, klasiklerin dayanma gücü var ve bu da geçici trendlere karşı daha güçlü olmalarını sağlıyor. Aynısını felsefi çalışmalar için söyleyemez miyiz?

Böylece, sonuca geliyorum: Gerçek filozoflar kokteyl içeceklerdir. Şüphesiz şarap içmeyi de sürdüreceklerdir. Ve bir uzlaşma ruhu içinde, deneyimlerini genişletmek isteyen okuyuculara Ortago’nun pinot noir [1] şaraplarını tavsiye ederim. Listelediğim tezatlar açısından düşünülürse, felsefenin her iki tarafta da bir ayağı vardır. Dediğim gibi, kokteyler zekâyla, şarap da bilgelikle alakalıdır. Neden, yapabiliyorsak, her ikisini de içmeyelim?

[1] Kaliforniya dry sofra şarabı. Mor Pinot ve kırmızı şarap üzümlerinden imal edilir. Burgundy şaraplarını anımsatır.

Yazan: Robin Small
Çeviren: Zeynep Şenel Gencer

Kaynak: PhilosophyNow


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com