İkinci Dünya savaşından 20-30 yıl kadar sonra, başta İngilizce konuşulan ülkeler olmak üzere dünyada varoluşçuluğun ne olduğunu bilen çok az insan olmasına rağmen, varoluşçuluğa karşı büyük bir ilginin de oluşmuş olması oldukça gariptir. Çoğu insan içi,n varoluşçuluk, günümüzde “yaşam biçimi” olarak adlandırabileceğimiz bir hal almıştı. Örnek vermek gerekirse, şu iki Saint-Germain kafesinden bahsedebiliriz: Flore ve yanındaki Deux Magots. Ücretler olağanüstü seviyelerde olsa da hala adlarından söz ettiriyorlar. Bu yaşam biçimine daha çok örnek verebiliriz. Bunlardan biri şarkıcı Juliette Greco’dur. Siyah balıkçı yakalı süveteri ve siyah uzun düz saçları ile “varoluşçu görünümü” ortaya çıkarmıştır. Fakat bu çağın tahtında oturan kral Jean-Paul Sartre, kraliçesi de bir ömür boyu sevgilisi olan Simone de Beauvoir’dir. Saltanatları da çok güzel sürmüştür.
Fakat varoluşçu topluluğun çoğu, W.H Auden’in W.B Yeats’e söylediği gibi “bizler gibi hasta” olsa da aralarında birkaç tanesi ciddi düşünürlerdi ve bir gazeteci tarafından adı konulan varoluşçuluk, felsefe yapma yöntemlerine ciddi katkılarda bulunagelmiştir.
Büyük başarı yakalayan How To Live: A Life Of Montaigne’ın yazarı Sarah Bakewell, Sartre’in felsefeye atılışının ilk zamanlarından Beauvoir, Sartre ve onun eski okul arkadaşı Raymond Aron ile 1932 yılında Montparnasse’de Bec-de-Gaz adlı barda kayısı kokteyli içmek için toplandıkları zamana kadar Sartre’ın hayatını didik didik ediyor. Bir süre sonra, The Opium of the Intellectuals’ı yazdıktan sonra Sartre’ın en dişli rakiplerinden olacak olan Aron, o vakitlerde Berlin’de okuyordu ve uzun ama sesi kulağa hoş gelen “fenomenoloji” adı altında, geleneksel felsefe konularına yeni yaklaşımlar kullanarak bir iki çift söz edebilirdi. Bakewell Aron’un sözünü şöyle alıntılıyor: “Eğer bir fenomenolojist iseniz, verilen bu kokteyl hakkında konuşup bunun felsefesini yapabilirsiniz!”
Beauvoir’in, yaşanan bu an hakkında yazdıklarına göre, Sartre’ın rengi atmıştır; çünkü asırlarca sorulup durulan “Var olmak nedir?” sorusuna karşı bu tarz bir felsefi yaklaşımın öneminin farkına varmıştır. 1931 yılında, kendisinin ilk makalelerinin de bulunduğu bir dergide Martin Heidegger’in Metafizik Nedir? adlı eserinin bir çevirisi ile daha önceden karşılaşmıştı. Beauvoir’in itiraflarına göre, o zamanlar ne kendisi ne de sevgilisi, Heidegger’in tırnağı bile olamadıklarını belirtiyor. Heidegger’in düşüncelerine ve tarzına bakılınca çok da şaşırılacak bir durum değil bu; fakat daha bu zamanlarda, Aron’un fenomenoloji hakkındaki fikirlerini dinlerken eski bilmecelerden kurtulup doğrudan insan ve nesnelerin dünyası ve Heidegger’in Dasein olarak adlandırdığı “insanın varoluşu” konularına yönelen bu felsefi yöntemin ana hatlarını görmeye başladılar.
Fenomenoloji, önceleri bir Katolik rahip ve Aristocu bilgin olan Franz Brentano’nun büyüleyici çalışmalarından esinlenen Edmund Husserl tarafından ortaya konulmuştur. 1880’li yıllarda Husserl, Viyana Üniversitesi’nde Brentano’nun derslerine katılırdı. Bu dersler, bilinç ve dış dünya arasındaki ilişkiler üzerine ve daha sonraları Platon’dan bu yana felsefecileri ilgilendiren ilk savlar ile soyutlukların bir kenara konup veya parantez içine alınıp – Husserl bu kelime için Yunanca bir terim olan epoché’yi kullanmıştır- tüm dikkatlerin doğrudan fenomenlere, yani gündelik yaşantımızda karşılaştığımız şeylere odaklanması üzerine veriliyordu. Husserl, bu konu üzerine bir yaklaşım geliştirdi.
İnsanlar için varolmak, kendi bilincinde olmaktır. Ve bilincinde olmak da, Heidegger’in sözleriyle, koşullu bir dünyada terk edilmiş varlıklar olarak içinde bulunduğumuz kötü durumun farkında olmaktır. İnsanı, etrafındaki nesnelerden farklı kılan işte budur. Örneğin bir kestane ağacı, buraya neden ve nereden geldiği ve nereye gidiyor olduğu ile ilgili yapraklı kafasını meşgul etmeyecektir.
Bu son soru -ölüm sorusu- diğerlerinden farklı bir öneme sahiptir, özellikle Heidegger için.
Kişinin kendi bilincinde olma durumu, bildiğimiz kadarı ile de bu sadece insanlara özgü bir şeydir, öleceğimiz fikrini de beraberinde getirir. Bu konuya Sartre da pek farklı yaklaşmamıştır. Sartre bütün zorlu işleri; harekete geçerek, doğruluk ve en çok da özgürlük ile halletmeyi öne sürer. Heidegger için, varoluş ölüme karşı duruştur. Aynı şekilde Sartre için de belli bir yere kadar aynı cevap söz konusudur, ne de olsa başyapıtının ismi Varlık ve Hiçlik’tir. Fakat, Sartre ve diğer Fransız varoluşçular, Alman hocalarının aksine “sıradan” yaşama daha çok meyillilerdi.
Heidegger’in bir filozof olarak hayatı iki kutup arasında geçmiştir: Ders salonu ve dağ yolu. Sartre ve sevgilisi için ise hayatları kafe ve daha da önemlisi kafenin dışarısında, caddededir; burada hayat akıp gitmektedir. Şöyle de diyebiliriz: Heidegger “bulunma, olma” kavramları ile ilgilenirken ki bu da Dasein kelimesinin çevirilerinden biridir; Sarte, Beauvoir ve Maurice Merleau-Ponty gibi diğer Fransız varoluşçuların asıl ilgilendiği konu ise “şeylerin” gündelikliğidir.
Bakewell, Heidegger’in Blut und Boden (Kan ve Toprak) kavramları ile Sartre ve Beauvoir’in daha çok toplumsal açıdan yaklaşılmış olan engagé kavramı arasındaki önemli sayılabilecek farklılıkları bulma konusunda oldukça itinalı davranıyor. Sartre ve özellikle Beauvoir, Heidegger ile ortak bir düşünceye sahipler. Bakewell bu düşünceyi şöyle tanımlıyor: “Bu ortak düşünce hiçlik değil de, bir şeylerin var olduğunu düşünürkenki saf bir şaşkınlık.” Fakat Bakewell Heidegger’in bir köstebek gibi, hayata ölüm odaklı yaklaşarak düşünmesini şöyle açıklıyor: “Şu bitkivari hayatımızda mezarların ilgi çekici bir yönü var sanki.”
Bakewell, Daniel Dennett ve Asbjorn Steglich-Petersen’in derlediği Philosophical Lexicon adlı eserdeki bir bölümü alıntılıyor aslında. Bu bölümde “heidegger”, “maddenin kalın katmanları arasında geçiş sağlamak için gerekli ağır bir alet” olarak geçiyor, ardından da şöyle ekleniyor: “O kadar derine gömülmüş ki, bir ‘heidegger’ kullanmamız gerek.”
Fakat diğerleri, derinliklerde çalışan bu aleti tamamen farklı tanımlıyor. Heidegger ile öğrencisi Hannah Arendt -öğrencisi olduğu dönemde- tutkulu bir ilişki yaşamışlar. O ve zamanının diğer birçok genç entelektüeli, Heidegger’in felsefe yapmak için heyecan verici yepyeni bir yol bulduğunu düşünüyorlardı. Sonraki yıllarda da Hannah Arendt, Heidegger’in Nazi geçmişini söyle savunmuş: “Gerici değildi o, sadece ilkeldi.”
Başka bir öğrencisi, Georg Picht, Heidegger’den şöyle bahsetmiş: “Heidegger’in kişiliği nasıl açıklanabilir ki? Çok gürültülü bir yerde yaşıyordu, bir fırtına esnasında Hinterzarten’de yürüyorduk. 10 metre ötemize bir ağaç devrildi. Bu olay beni çok etkilemişti, sanki bu olaydan sonra onun içinde olup bitenleri görebiliyordum artık.”
Heidegger için hayatın anlamı karanlık bir ormanda yalnız başına yürümeye çalışmaksa, Sartre ve Beauvoir için bu, en azından ilk zamanlarında, Boul Mich caddesinde başıboş yürümektir. 1944 yılında Sartre, Heidegger’in Nazizm’i desteklemesi ile ilgili olarak şöyle yazmıştı: “Heidegger’in bir karakteri yoktur, işin özü bu.”
Sartre’ının bir karakterinin olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz, yaşadığı sorunun bir parçası olarak da karakterinin şu özelliğinden bahsedebiliriz: Kendi iyiliği için fazla mükemmeldi. Fiziksel olarak, Simone de Beauvoir dahil kimsenin bakmadan edemediği biri değildi. Gerçekten de, şaşılığından dolayı ona bakmak belki de o kadar kolay değildi. Buna rağmen, son derece çekici bir figürdü ki aynı zamanda hem dünyaca ünlü hem de ciddi bir felsefeci olan birkaç kişiden biriydi.
Fakat, Beauvoir partnerinden daha dişli ve eşit derecede güçlü bir figürdü. Bakewell, Beauvoir’ın kadının dünyadaki yerini tartıştığı 1949 yılında yayımlanan İkinci Cinsiyet isimli kitabını, “varoluşçu akımdan çıkan en etkileyici eser” olarak addediyor.
In the Existentialist Cafe, 20. yüzyılın sıkıntılı tarihindeki bir döneme dair zengin, bilgilendirici, sindirilerek öğrenilmiş ve nükteli bir araştırmadır. Bakewell şevk, takdir ve saymamazlığın birlikteliğini harikulade bir biçimde kurmuş ve konusuna gülmekten de kendini alamayan bir yazar. Referans menzili Kierkegaard’dan Ridley Scott’a, Emmanıel Levinas’tan The Incredible Shrinking Man‘e kadar uzanıyor.
Bakewell’in, varoluşçuluğun değerinin sürekliliği hakkında çekinceleri var: “Belki de, düşüncenin gerçek radikal okulu fenomenolojidir…” Fakat, varoluşçuluğu “insan olmak nedir?” sorusu üzerine bir düşünme yöntemi sayarak, değerini tekrardan doğruluyor. Bundan şöyle bahsetmiş: “Varoluşçuların gösterdikleri yolları, onları birer örnek kişilik veya düşünür olarak saymadan keşfedebiliriz. Onlar ilginç düşünürlerdir, çözmeye çalıştığımız meseleye bu yüzden daha da layık görüyorum onları.”
Yazar: John Banville
Çevirmen: Burak Avcı
Kaynak: The Irish Times