Fransa’nın felsefeye olan ebedi aşkı, son derece çekici fakat aynı zamanda da tuhaf bir olgu olarak yabancıları cezbediyor.
Fransa, devrimini Aydınlanma felsefesinin ateşlediği ve daha yakın geçmişte ise Sartre ve Camus’a ev sahipliği yapmış bir ülke. Tabii ki, her Fransız Plato ve Descartes’ın incelikleri hakkında ders verebilecek değildir; fakat felsefe Fransa’da hem popüler hem de seçkin düzeyde ciddi bir itibar sahibi.
Kitaplar çok satıyor. Filozoflar televizyon programlarına davet ediliyor hatta birçoğunun kendi sohbet programı var. Kitlesel pazara yönelik olan bir derginin kapak konusunda, bir düşünürle yapılmış bir röportajın bulunması şaşırtıcı bir olay değil. Felsefe, lise müfredatının zorunlu bir parçası. Geçtiğimiz 50 yıl boyunca, Fransız kabinesinde her dönem en az bir tane felsefe mezunu bakan vardı.
Bunun işin iyi yanı olduğu aşikar. Nihayetinde, medeniyetler fikirlerle varlıklarını sürdürürler. Bu bakımdan, refaha ermek isteyen toplumlar, tabiri caizse, entelektüel kaslarını muntazaman kullanarak fikir üretmeli ve bunları özümsemelidir. Fransa, aydın vatandaşları olmadan demokrasinin var olamayacağı görüşünü ciddiye alıyor. Bu da, meseleler hakkında ciddiyetle (filozofça) düşünmeyi gerektiriyor.
Fakat bu, aynı zamanda da bir dezavantaj. Amerika’da filozofa eşdeğer itibara sahip başka bir şahsiyet varsa, o da ekonomisttir. Bu da, Amerika’nın pragmatist namına yaraşır bir durumdur. Amerika, entelektüel çevrelerini huysuz, yaşlı Marksistlere emanet etme yoluna gitmemiştir. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri adlı kitabına “Gerçekleri ortaya sererek başlayalım” cümlesiyle başlar. Bu, birçok Fransız düşünürün gerçekten göz önüne aldığı bir tavsiyedir.
Bugünlerde, iktisat bilimi ona her daim atfedildiği kadar pragmatik değil. Ayrıca, Amerika’nın ekonomistlere tapınması da bu bilimin kendisini kritik bir noktada bulmasına neden oldu. Muhtemelen Amerika, ekonomistlerinin yatıştırıp, daha nadiren odak noktası olmalarını sağlayabilir ve Fransa da düşünürlerin her konuda uzman olmadıklarını aklında tutabilir. Paul Krugman’ın New York Times’daki köşesini David Bentley Hart’a verin!
Fakat, Amerika’daki popüler ekonomistlerin ve Fransa’daki popüler düşünürlerin ortak noktası -statü, ün ve para bahşeden bütün mesleklerde olduğu gibi- yağcılık ve dolandırıcılık oluyor. Bunlardan en öne çıkanı hiç şüphesiz, utanmaz Bernard-Henri Lévy’dir ki bu adamı takip eden akademik skandallar, Fransızca Wikipedia sayfasının birkaç paragrafını doldurmuştur. Bu skandallardan en ünlüsü, Lévy’nin saçma bir ismi olan sahte bir düşünürün kitabına yaptığı atıftır.
Aslına bakarsanız, Fransa’nın en önde gelen düşünürleri, (Katolik düşünürlerin alt kültüründe bulunabilecek bazı istisnalar hariç) on yıllardır kaliteli bir çalışma üretmemiştir. Bu durumun kısmi nedeni, felsefeyi çevreleyen popüler cazibedir. Genç bir lisansüstü öğrencisi olarak hangisini yapmayı daha çok isterdiniz: Plato’nun popüler tarihini yazıp televizyon programlarına davet edilmek mi; yoksa Plato’nun çalışmalarına dair imzasız ve sadece 12 kişi tarafından okunan bir çalışma yapıp kariyer basamaklarını güçlükle tırmanmak mı? Bu durum kısmen, Fransa’nın kültürel tükenmişliği, keyifsizlik ve halsizliğinden kaynaklıdır. Fakat kısmen de, Batıdaki post-postmodern felsefenin bir çeşit bitkinlikten muzdarip olduğuyla ilgilidir.
Her şeye rağmen, ülkemin felsefe aşkını hiçbir şeyle değişmezdim. Bu da, bütün gönül maceraları gibi karmakarışık olabilir, ama yine de harikadır.
Kaynak: The Week
Yazar: Pascal-Emmanuel Gobry
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer