“Neden aşk tüm o olası insani tecrübelerden üstün ve neden onu elde edenler için tatlı bir yük? Çünkü neye aşıksak o oluyoruz ama aynı zamanda kendimiz olarak da kalıyoruz.”
Alman yazar ve politik teorisyen, prestijli Gifford derslerini veren ilk kadın Hannah Arendt (14 Ekim 1906-4 Aralık 1975), yirminci yüzyılın en keskin zekaların biriydi; gerçek ve anlam arasındaki kritik farklılık ve zaman, mekân ve egonun bulunduğu yer arasında sonsuz bir iç görü kaynağıydı. Fakat Arendt bile, gençliğin kontrpuanından kaynaklanan dürtüsüne karşı bağışıklık kazanmamıştı.
Arendt, 19 yaşında bir üniversite öğrencisiyken, 36 yaşındaki profesörü, evli Martin Heidegger’e (26 Eylül 1889-26 Mayıs 1976) âşık oldu. Etkili ve bir o kadar da tartışmalı olan Heidegger’in, fenomenoloji ve varoluşçuluğa muazzam katkıları vardı; Nazi partisine katılmıştı ve Naziler lehine de akademik bir pozisyon almıştı. Bir yıl sonra Nazi partisi toplantılarına katılmayı bırakmış olsa da ve sonradan bir öğrencisine “hayatının en büyük aptallığı” demiş olsa da hiçbir zaman halka açık bir pişmanlık ifade etmemişti. İnsan ruhunun dokunduğu karmaşıklığı ve çelişkileri ortaya çıkarması için bir Yahudi’ye aşık olması gerekiyordu ki Arendt, dışlanmışlığın imtiyazını ve gücünü kendi kimliğinin merkezi olarak görmüştü.
Heidegger, Arendt ile aralarındaki romantik ilişkinin hayatının “en heyecanlı, odaklanmış ve hareketli” dönemi olduğunu ve bu yaratıcı canlılığın, Varlık ve Zaman eserini -en ünlü ve en ilham verici eseri- beslediğini söyler. 1925–1975’de (halk kütüphanesi) toplanan aşk mektuplarından birinde “Daha önce buna benzer bir şey yaşamadım” diye yazar. Önce iki sevgili, sonra iki arkadaş ve entelektüel dostlar olarak yaptıkları heyecanlı yazışmaların etkisi yarım yüzyıl boyunca sürer.
Heidegger, Arendt’e Şubat 1925’te yazdığı ilk mektubunda şunları söyler:
Sevgili Bayan Arendt!
Bu akşam seni mutlaka görmeli ve kalbine konuşmalıyım.
Aramızdaki her şey, basit, açık ve saf olmalı. Ancak o zaman, görüşmeye layık olacağız. Sen benim öğrencimsin ve ben de senin öğretmenin, fakat bu sadece başımıza gelen bir şey.
Sana hiçbir zaman benimsin diyemeyeceğim fakat şu andan itibaren benim hayatıma aitsin ve o da hep seninle büyüyecek.
Varlığımızla diğerleri için ne olabileceğimizi hiçbir zaman bilemeyiz.
Heidegger, başından beri duygularının yoğunluğunu, Arendt’e en yüksek rasyonel fayda sağlayacak bilgisiyle bağdaştırarak hareket etti:
Gençliğinin yolu gizli olacaktır. Bununla barışık olmalıyız. Ve sana olan sadakatim sadece senin kendine dürüst kalmana yardım edecektir.
[…]
“Mutlu ol!” – senin için dileğim hep bu.
Sadece mutlu olduğun zaman, etrafa mutluluk, güven, sakinlik, saygı ve minnet saçan neşe verebilen bir kadın olacaksın.
Ve sadece o zaman, üniversitenin sana verebileceği ve vermesi gerekenlere düzgün biçimde hazır olacaksın.
[…]
Görüşmemize izin verildi: Bunu içimizdeki varlığımıza hediye olarak kabul etmeli ve yaşamanın saflığını bozarak kendimizi kandırmaktan kaçınmalıyız. Kendimizi, şu ana kadar hiç kimsenin tecrübe etmediği birer ruh eşleri olarak düşünmemeliyiz… Bu, dostluğumuzun armağanını, birlikte büyümemiz gereken bir taahhütte dönüştürür… Fakat sadece bir defa, sana teşekkür edebilmek ve alnından öpmek istiyorum, işime varlığının dahil olması onuru adına.
On bir gün sonra, Heidegger’in kara sevdası, dev bir dalga gibi büyür ve filozofik bir patlama yaşar. Şöyle yazar:
Sevgili Hannah!
Neden aşk tüm o olası insani tecrübelerden üstün ve neden ele geçirdiği kişi için tatlı bir yük? Çünkü neye aşıksak o oluyoruz ama aynı zamanda kendimiz olarak da kalıyoruz. O halde sevgiliye teşekkür etmek istiyoruz ama ona kâfi gelecek hiçbir söz bulamıyoruz.
Sadece kendimize teşekkür edebiliriz. Aşk şükranı kendimiz için bir sadakate, diğeri için de koşulsuz bir inanca dönüşür. İşte aşk, en derin sırrını devamlı bu şekilde yoğunlaştırır.
Burada, yakın olmak, diğerinden -hiçbir şeyin bulanıklaşmasına izin vermeyen mesafede -en uzak mesafede olmakla ilgili bir mesele ve bu ancak her şeyin ötesinde “sen”i bir vahiy varlığa sokar; şeffaf ama anlaşılmaz. Diğerinin varlığı aniden hayatımıza girer; hiçbir ruh bununla baş edemez. Bir insanın kaderi, başka bir insanın kaderine teslim olur ve saf sevginin göreviyse, verilen bu şeyi ilk günkü gibi canlı tutmaktır.
Ancak, romantik ilişkilerinin birinci yıl dönümünden hemen önce, Arendt, felsefe alanında akademik olarak ilerlemek istediği için, beklenmedik biçimde aralarındaki ilişkiye son verir. 1926 Ocak ayında Heidegger, ona cevaben kendisini sarsacak iki çelişen gücü -kendi kalp acısı ve Arendt için samimi en iyi dileklerini- dengelemek için takdire değer bir çaba harcar ve ona şöyle yazar:
Benim sevgili Hannah’ım!
…Anlıyorum, ama bu, buna katlanmamı kolaylaştırmıyor. Aşkımın senden ne istediği konusunda bildiklerim hala çok az.
Arendt’in ayrılık mektubu elimize ulaşmamış olsa da yıllardır süren bir insani memnuniyet paradoksu olan işine odaklanmak için romantizmi bırakması gerektiğini Heidegger cevabında şöyle belirtir:
Bu her şeyi “bırakma” ve tüm bağlantıları koparma, yaratıcı çalışma konusunda bildiğim en muhteşem insan deneyimi; somut durumlarla dayandırılmış, karşılaşılabilecek en itici şey bu: Birinin kalbinin vücudundan koparılması.
Ve en zor şey şu ki -böyle bir tecrit, başardığı şeye karşı bir itirazla savunulamaz, çünkü bunun hiçbir ölçütü yoktur ve çünkü insan ilişkilerini terk etmenin zararını telafi etmez… Bu gerekli izolasyonun ağır yüküyle, her zaman dıştan -diğer insanlara yalnızca açıkça bir dönüş- tam bir izolasyonun, nihai ve net bir mesafe almanın gücünün varlığını diliyorum. Ancak o zaman tüm fedakarlıklar, gerekli görülen ret ile birlikte bağışlanabilir.
Fakat bu işkence arzusu sadece ulaşılmaz olmakla kalmaz, unutulmuştur bile -öyle ki, en hayati insan ilişkileri yeniden bir bahara dönüşür ve izolasyona sürükleyen güçleri yeniden temin eder… Öyleyse, böyle bir yaşam tamamen gerekçesiz bir zorunluluk meselesi haline gelir. Zaten bununla olumlu yönden uzlaşabilmek -sadece bir tür kaçış olarak düşünmemek- filozof olmak demektir.
Heidegger, belki de trajik bir filozof fedakarlığıyla, genç Arendt’i acısına rağmen bu uzaklaşmayı yaşamasına yardım eder. Sözleri, nesiller sonra filozof Martha Nussbaum -birçok yönden Arendt’in entelektüel varisi- tarafından ortaya konan nosyona yansımıştır ki bu da sağlıklı bir ilişki için ihtiyaç duyuyor olduğumuzu benimsememiz gerektiği esasıdır. Heidegger Arendt’in kendi yolunda ilerlemesini sağlarken dahi, ona duyduğu özlemi ve sevgisinin devam etmesine olan ihtiyacını da açıkça söyler:
Gençliğinin ve öğrenmenin bu en parlak aşamasında, kendini buraya adamamalısın; bu son noktada senden ve benden bağımsız olarak. Gençlerin, uzağa gitmek için güçlerini toplayamaması her zaman kötüdür. Bu, içgüdülerin özgürlüğünün söndüğünün bir işaretidir ve sonuç olarak, kalsalar da artık olumlu bir şekilde büyümezler…
[…]
Ve belki de kararın bir örnek olacaktır… Eğer iyi bir etkisi olursa, bu sadece ikimizin de fedakârlık yapabildiği için olacaktır.
Akşam ve mektupların, her şeyin iyi olana yakın kalacağı ve iyiye yakın olacağına dair kesin inancımı yeniledi… Sen, senin durumunda bile, yalnızca genç bir kalbe, güçlü beklentilere ve inançlara sahip olan yeni bir dünya; yeni bir öğrenme, temiz hava ve büyümek umudunda olabilecek kadar mutlu olmalısın. Her birimiz, diğerinin varlığına, yani inanç özgürlüğüne saf bir güvenle -sevgimizi koruyacak biçimde- içsel gerekliliğine uyumlu bir eş olsun.
Hayatım öyle anlaşılmaz bir kesinlikte devam ediyor ki dahiliyetim veya hak etmişliğim olmadan ayrılığınla birlikte gelecek olan yeni boşluğa güçlü bir inanç duymak istiyorum.
Arendt ayrılmış olsa da ikisi arasındaki duygusal yoğunluk onları, takip eden aylar boyunca devam eden yazışmalarda ve ara sıra düzenlenen görüşmelerde bir araya getirdi. 1927 yılının Temmuz’una kadar romantik ilişkilerinin başlamasının üzerinden geçen iki yılı aşkın bir süre sonra, birbirlerine hala çok aşıktılar. Heidegger, yine elimize ulaşamayan ve özellikle duygusal olarak yüklü görünen Arendt’in başka bir mektubuna cevaben şöyle yazıyor:
Benim sevgili Hannah’ım!
[…]
İlk gün olduğu gibi bana bir hediye olarak kalmana rağmen, mektubun seni daha da bana yaklaştırdı. Senin sevgi dolu ellerini benimkilerle tutuyorum ve senin mutluluğun için seninle birlikte dua ediyorum.
[…]
Yavrum, canım, sana güvenebileceğimi mi sadece “umuyorsun musun”? Mükemmel derinlikteki gözlerinden sıklıkla bana parlayan kalbinin en iç kısımlarına sor, sana şunu söyleyecektir: derinlerde tamamen ve bütünüyle bu güvenden eminim.
Mektubun beni, sana ilk yakın olduğumda olduğum kadar sarstı. O günler, sevgi sözcüklerin sayesinde, bir güçle geri döndü.
Heidegger, Van Gogh’un aşkın karşılıklı olması gerekliliğine ilişkin düşüncelerini güzelce yansıtır ve ekler:
Sevgili Hannah, benim için, mutlak ve harika bir şeyi, hediye ve armağanı, yeni bir aidiyet olarak ulaşmak için elimden alınmasından yanaydım. Hala onunla ilgilenmeye başlayamadım, o saatlerde varlığımızda gördüğüm beklenmedik şeyleri daha az kavradım.
1928 Nisan’ında, Arendt ise Freud’un, sevgi ve çalışmanın insan ruhunun iki temel taşı olduğu iddiasını tekrarlar ve sonuçta Heidegger ile olan romantik ilişkisi yerine felsefe çalışmalarını seçer. Ona, kendi seçimini anlaması için yalvararak ve hatta buna güvenerek, kendini tamamen çalışmalarına adamış bir filozof olarak… Anlayış göstermekten başka çaresinin olmayacağını düşünen Heidegger:
Seni ilk günkü gibi seviyorum -bunu biliyorsun ve ben her zaman biliyordum, bu buluşmadan önce bile. Bana gösterdiğin yol, düşündüğümden daha uzun ve daha zor. Bütünüyle uzun bir yaşam gerektiriyor. Bu yolun yalnızlığı ise kendi kendine seçilir ve bana verilen tek yaşam şekli budur. Ancak kaderin deposunda tuttuğu ıssızlık, sadece benden, dünyada yaşamaktan, yani izolasyondan değil; aynı zamanda geniş ve bir sıçrama yeri barındırmadığı için dünyaya açılan yolumu kapattı. Bunu sadece senin bilmeye hakkın var, zaten bunu her zaman biliyordun. Ve sanırım sonunda sessiz kaldığım yerlerde dahi, asla yalancı olmayacağım. Herkese, her zaman benden istedikleri kadarını veririm ve bu yolun kendisi, aşkımızın beni sorumlu tutmasından başka bir şey değil. Sana olan sevgimi kaybedersem yaşama hakkımı da kaybederim, ama bana yüklediği sorumluluktan kaçarsam, bu aşkı ve onun gerçekliğini de kaybederim.
Ertesi yıl Arendt, Heidegger’in seminerinde genç bir Alman gazeteci-filozofla tanıştı. Âşık oldu ve onunla evlendi. Düğün gününde, Heidegger’e son defa romantik bir yazı gönderdi, bu defa çok hüzünlü ama gururludur:
Beni ve sevgimizin hayatımın bir lütfu haline geldiğini ne kadar çok ve ne kadar derin bildiğimi unutma. Bu bilgi, bugün bile sarsılmaz, huzursuzluktan kurtulmanın bir yolu olarak bir ev ve en azından kendisini anlatabildiği birisine ait olma duygusu içinde olduğumda bile.
[…]
Alnından ve gözlerinden öperim.
Hannah’n!
Bir zamanlar sevgili ve ömür boyu arkadaş olan Virginia Woolf ve Vita Sackville-West gibi, Arendt ve Heidegger de Arendt’in ani ölümüne kadar yarım asır boyunca birbirlerinin hayatlarında yer aldılar. Heidegger ondan altı ay daha uzun yaşadı. Mektuplar: 1925–1975, yaşamın ve kültürün neredeyse her yönüne zamansız bilgelikle dolup taşan bu kalıcı ilişkinin olağanüstü bir kaydı olarak günümüze ulaşmıştır.
Birbirimizi nasıl insanileştirdiğimizi Arendt ile tamamlayınız, sonra da John Keats, James Joyce, Iris Murdoch, Vladimir Nabokov, Charlotte Brontë, Oscar Wilde, Ludwig van Beethoven, James Thurber, Albert Einstein, Franz Kafka ve Frida Kahlo’nun aşk mektuplarına tekrar bakınız…
©® Düşünbil Dergisi 2020
Yazar: Maria Popova
Çevirmen: Tuğba Ahçıoğlu
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: brainpickings.org