İnsanın bir doğası var mıdır; eğer varsa bu doğa nedir? Felsefe tarihinin en eski tartışmalarından birisi olan “insan doğası” problemi, bugün bile ilgi çekicidir. Öncelikle “insan doğası” ifadesi, insanın doğuştan getirdiği kimi özellikler varsaymaktadır. Bu düşünce metafizik temele dayanan, genellikle dinî argümanlar için temel oluşturan bir anlayıştan ileri gelir. İnsan, eğer bir Tanrı tarafından tasarlanmış ve yaratılmış ise, Tanrı’nın bu tasarımına; her örneği için (yani her bir insan teki için) eklemiş olduğu temel niteliklerden bahsedebilir duruma geliriz. İlk çerçevede bu görüşü kabul edecek olursak, önümüze başka bir soru çıkmaktadır: Temel nitelikleri varsayılan “insan doğası”nda, bahsi geçen temel nitelik ya da nitelikler nelerdir? Felsefe tarihi içerisinde bu soruya verilmiş oldukça fazla cevap vardır: “İnsan, doğası gereği iyidir,” “İnsan, doğası gereği kötüdür,” “İnsan, doğası gereği bencildir” ya da “İnsan, doğası gereği ahlaklıdır,” bahsi geçen cevapların bazılarıdır. Fakat bu cevapların arasında Thomas Hobbes (1588-1679)’un ve Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)’nun özel bir yeri vardır. “Doğa durumu” üzerine en incelikli ve en detaylı araştırmalar bu iki filozof tarafından yapılmış görünür.
İlk olarak Hobbes’a bakacak olursak; insan doğası, üç temel kavga-çekişme üzerinde şekillenmiştir ve bunlar “rekabet, güvensizlik ve şan, şeref kazanma isteğidir” (Hobbes, Leviathan, ss.94). İnsan doğasında var olan bu itkiler insanın varlığını idamesi olarak görülür ve sürekli bir çekişmeye iter. Bu düşünce Hobbes’u ünlü “Homo Homini Lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur) deyişine götürecektir. Hobbes felsefesinde insan doğuştan kötücül tasarlanmıştır. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yeyip bitiren varlıklardır. Hobbes için insan doğuşta neyse, şimdi de odur. Fakat Rousseau’nun bu noktada Hobbes’a itirazı vardır: Rousseau’ya göre insanın ilkel durumu ve şimdiki durumu arasında fark belirmiştir. İlkel durumda, insan iyi ve eşitken, daha sonra kötücülleşmiş ve eşitlik bozulmuştur. Rousseau’ya göre ilkel durumda insan doğasının iki temel niteliği, “varlığını korumak” ve “başkasıyla duygudaşlık kurmak, ona acımak”tır. Fakat zamanla bu iki doğal ilke “bozulma”ya maruz kalarak doğal olmayan bir duruma evrilmiştir.
Hobbes ve Rousseau dışında da birçok filozof (örneğin Platon, John Locke ya da Immanuel Kant gibi) “insan doğasının temel niteliklerine ilişkin” söylemler geliştirmiştir. Fakat “insan doğasının temel nitelikleri” sorunu, başta da belirtildiği gibi ilk varsayımdan (yani insanın doğuştan getirdiği nitelikler olduğu varsayımından” hareketle oluşmuştur. Özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonrası felsefede, varoluşçuluk ve benzeri akımlarda, “insan doğası” tümüyle reddedilir. Çünkü varoluşçu temel ilkeye göre, varoluş özü öncelemektedir. Bunun anlamı ise kabaca şudur: İnsan öncelikle varolur, varolan bu insanın önceden belirlenmiş, tasarlanmış bir doğası yoktur, insan varolduktan sonra özünü ya da doğasını kendisi belirler. Jean-Paul Sartre’ın deyişiyle “insan ilk önce varolur, ortaya çıkar, sahnede görünür ve ancak ondan sonra kendisini tanımlar” (Kolektif, Felsefe Kitabı, ss. 270) ve de “insan, kendisini oluşturduğundan başka bir şey değildir” (Sartre, Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır, 1946 tarihli konferans metninden). Sartre gibi birçok varoluşçu filozofa göre (örneğin Martin Heidegger ya da Albert Camus’ye göre) insan, “dünyaya fırlatılmış” bir varlıktır. Bu ifade, insanın doğalda çırılçıplak (bütün niteliklerden uzak) olduğuna gönderme yapar. İnsanın belirlenmiş bir doğası ve doğası gereği varoluşunda barındırdığı temel nitelikler yoktur. Kendisinde şu an bulundurduğu tüm nitelikler “kazanılmış”, sonradan edilmiş, insanın kendisini oluşturma sürecinde kendisine eklediği niteliklerdir. Bu kazanılmış nitelikler de doğuştan olmamakla beraber, insanın şu anki doğasını oluşturur.
O halde, felsefe tarihinde insan doğası ile ilgili iki temel tartışma şöyle özetlenebilir: İnsanın önceden belirlenmiş ve varlığa geldikten sonra da temel niteliği olarak varsayacağımız bir doğası var mıdır? On dokuzuncu yüzyıla değin birçok filozofa göre böyle bir insan doğasından söz edebilirken, varoluşçu akımların süreklilik kazandığı yirminci yüzyıl felsefesindeki hâkim görüş, böylesi bir doğanın olmadığıdır. Eğer ki bir insan doğası varsayıyorsak, o zaman tartışmamız gereken şey bu doğanın ne olduğudur. Buradaki yarılma da “insanın doğuştan kötü” olduğuna yönelik argümanla “insanın doğuştan iyi” olduğuna atıf yapan argümandır. Fakat belirtmek gerekir, ister “insan doğası” gibi bir ifadeyi kabul edelim, ister etmeyelim ya da varsayılan bu doğanın içini “iyi, kötü, bencil, ahlaklı, bilmeyi arzulayan vb.” gibi birçok kavramla dolduralım, gelinen durumda, doğası gereği-ya da değil; insan, savaşlar çıkaran, birbirini öldüren, işkence eden, şiddetle ve nefretle bezenmiş bir varlıktır.
Kaynakça:
HOBBES, Thomas, Leviathan (Çev. Semih Lim), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992.
KOLEKTİF, Felsefe Kitabı, Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2015.
SARTRE, Jean-Paul, Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır, 1946.
© Düşünbil® (2017)
Yazar: Ergin Aldemir