Paylaş

Obsesyonel nevrozun ne olduğu sorusu hiç de kolay bir soru değildir çünkü en karakteristik belirti olarak kabul edilen ritüel ya da günümüzdeki adıyla OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) bile, birbirinden çok farklı kişilik tiplerinde görülebilir. Lacan bu nedenle yapısal modeli kullanmıştır — çünkü tek bir semptom, belli bir yapıyı ya da klinik tipi tanımlamaya yetmez. Tanı, tekil bir belirtiye değil, bir bütün olarak yapının tutarlılığına dayanır. Bu bütün, konuşan bir varlığın imkânsızı nasıl düzenlediğine karşılık gelir: Yani, bedenin canlı maddesiyle, gösteren tarafından temsil edilen öznenin birleşmesinin imkânsızlığına.

Bu imkânsızlık iki biçimde düzenlenebilir: psikotik ya da nevrotik biçimde. Nevrotik kişi —kadın ya da erkek— Öteki üzerine bir bahis oynayan, yani Öteki’nin varlığını varsayan kişidir. Nevrotik tipler, Öteki’nin yanıltıcı olabileceği gerçeğinden kaynaklanan hoşnutsuzluğa verdikleri farklı tepkilerdir.

Obsesyonel özne, hiçbir boşluğu olmayan, tamamen kapalı bir dünya ister; çünkü tek bir delik bile bütün yapıyı yıkabilir. Ancak obsesyonel nevroz yalnızca denetimden ibaret değildir; aynı zamanda bu denetimin başarısızlığını gösteren semptomları da içerir.

Sorunun ikinci kısmı ise obsesyonel nevrozun cinsel ayrımıyla ilgilidir. Lacan, kadınlarda fallik mantıktan türemeyen bir alanın varlığına yer bırakır. Yine de, kadınlarda “obsesyon”dan bahsedebiliriz ama “kadına özgü bir obsesyon”dan bahsedemeyiz. Bir vaka bize gösterecektir ki, aslında “fallusun katı bir sonsuzlukta dikilmesi”nden başka bir obsesyon yoktur.

Peki eskisine kıyasla bugün daha fazla obsesyonel kadın mı var? Ve farkın (fallik gösterenin) simgesine yer bırakmayan çağdaş söylemin sonuçları nelerdir? Bugün “şeffaflığın” ve “politik doğruculuğun” hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. İşte bu nedenle, hem erkeklerde hem de kadınlarda görülen obsesyonel nevroz, hazla bir sözleşme yapmanın imkânsızlığının istemsiz bir artığı olarak karşımıza çıkar.

Eğer kadın obsesyonel nevrozdan söz edeceksek, öncelikle obsesyonel nevrozun kendisinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Bu da kolay bir soru değildir, çünkü en belirgin belirti sayılan ritüel ya da OKB, birbirinden çok farklı kişiliklerde ortaya çıkabilir. Gerçekten de, ölmüş babasını düşünerek bütün gün ağlayan biriyle, evden çıkmadan önce gazı ve muslukları yirmi yedi kez kontrol etmeden çıkamayan biri arasında ne ortaklık vardır?

Lacan, yapısal modeli bu nedenle kullanır: hiçbir belirti tek başına bir yapıyı tanımlayamaz. Başka bir deyişle, tanı, tek bir ayrıntıya dayanmaz — çünkü öyle bir ayırt edici ayrıntı yoktur. Tanı, konuşan bir varlığın imkânsızı nasıl düzenlediğini gösteren bütünün tutarlılığına dayanır: bedenin canlı maddesiyle, gösteren tarafından temsil edilen öznenin birleşmesinin imkânsızlığına.

Bildigimiz gibi, bu düzenleme iki biçimde olabilir:

1. Öteki’ne başvurabiliriz; yani kendimizden başka birine — ne yaptığımızı bizden daha iyi bilen, rehber ve yargıç olarak tanıdığımız birine. Bu oldukça dinsel bir şey gibi duyuluyor, ki aslında öyledir: Freud’un Tanrı’nın yorgun dininin yerine koyduğu “baba dini”, Lacan’da “babalık işlevinin dini”ne, yani mantığın dinine dönüşür. Bu din, Yüce Bir Varlığa olan inancı, olası birliğin kesinliğine dönüştürmeyi mümkün kılar. Özne, bu birliği semptomunda deneyimlediğini bilir; çünkü semptom, onun en kendine özgü mülküdür, onu diğerlerinden ayırır. Lacan burada son sıçramasını yapar ve “mantığın dini”nden “sinthome’un (sembolik düğümün) dini”ne geçer; bir kesinlik biçimi olarak. Fransızcadaki anlamıyla bu kesinlik bir “kaya” gibidir — örneğin Freud’un, “efendi gösteren”i yorgun, tükenmiş “baba”yla karıştırma konusundaki inadı gibi.

2. Yaşayanla onun temsili arasındaki indirgenemez uyuşmazlığı düzenlemenin bir başka yolu da, Öteki’yi “düzeltme” girişimidir — yani onu dünyanın gerçekliğine, özellikle de öznenin varoluşuna, mevcudiyetine ve sesine uygun hale getirme çabası. Bu Öteki’de işlev gören bir baba olmadığından ve efendi gösteren parçalanıp toza dönüştüğünden, burada psikotik bir kaosla karşı karşıya olduğumuzu biliriz. Ardından, öznenin kendi eliyle gerçekleştirdiği daha az ya da çok yaratıcı bir yeniden inşa çalışması gelir; böylece “bir arada duran” bir dünya kurulur. Hemen görebiliriz ki ritüeller bu amaca hizmet eder. Ritüeller, inancı hem ifade eden hem de besleyen işaretlerdir; onlar, öznenin hiçbir zorunluluk ya da içgüdüye dayanmadan yalnızca “gösteren yasası”na boyun eğişini bildirir. Ritüelin anlamı budur: çünkü ne yücelik ne de basit hayatta kalma arzusu onun nedenini açıklayabilir. Bir ritüel saçma da olabilir; hatta bir anlamda öyle olmak zorundadır — böylece saçmalık, tesadüfün değil, seçimin sonucudur. Ancak ritüel yalnızca saçma olmakla kalmaz; aynı zamanda inancı, yani öznenin saf gösteren yasasına yönelen çağrısını besler. Kısacası, ritüellerin rolü, gerçeklik dünyası ile kelimeler dünyası arasında yeterli bir bağ kurmak, böylece “kabilenin” varlığını sürdürmesini sağlamaktır. Ritüel, dünyanın ayakta durduğunu ve öznenin de aynı şekilde ayakta kalabildiğini güvence altına alır.

Şimdi yeniden ilk biçime, yani nevroza dönersek, birkaç türle karşılaşırız: histerik, obsesyonel ve fobik nevroz. Bunlar nasıl ayırt edilir ve delilikten türemeyen bütün insan alanını düzenlememize izin verir mi? Daha önce söylediğimiz gibi, nevrotik (kadın ya da erkek) bir öznedir; yani, kendi bedeni tarafından hissedilen canlılığın hazzıyla bütünleşmesinin temsiline ilişkin yargıda bulunup onu bilen bir Öteki’ne bahis oynayan kişidir. Bu bilen ve yargılayan Öteki, zorunlu olarak yapısaldır; ve bir “yapı” tanımına uyması için onun da eksikliklerle delinmiş olması gerekir. Öteki daima nihai bir gösterenden, onu “gerçekten Öteki” olarak güvence altına alacak o son gösterenden yoksundur. Freud’un baba hakkında söylediği şeyi burada tanıyabiliriz: semper incertus — “daima belirsiz.” Başka bir deyişle, baba sadece “söyleme”ye duyulan inançtan doğar. Öteki’ndeki bu eksiklik özne için son derece rahatsız edicidir; çünkü öznenin kendisi ve dünyası hakkında kurduğu tüm temsil tam da bu Öteki’ye olan inanç üzerine dayanır. Bu inanç, özne tarafından Öteki olarak tanınır.

Nevrotik türler, Öteki’nin yanıltıcı olabileceği gerçeğinin yarattığı hoşnutsuzluğa verilen farklı tepkilerdir; tıpkı, sadece gösterende “benzerlikler” aracılığıyla temsil edilen öznenin yanıltıcılığı gibi. Bu kaygıyı kolaylıkla örümceklere ya da herhangi başka bir fobik nesneye aktarabiliriz.

Ama baba da, bu delik üzerine bir “kelime koymak” için çaba göstermeye çağrılabilir — tam da çünkü bu delikte “kadın” beklemektedir. Burada bugünkü sorunun ikinci kısmına, yani obsesyonel nevrozun cinsel ayrımına dönmemiz gerekir. Peki bu delikte neden “kadın” vardır? Çünkü Öteki’de onu belirleyecek bir gösteren yoktur. Bu fikrin özellikle eşitlikçi bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nde şok edici olduğunu anlayabiliyorum. Fakat şaşırmaya gerek yok, çünkü Freud ve Lacan bu konuda tamamen eşitlikçidirler: aslında yalnızca tek bir cinsiyet tanırlar — fallus. Ancak iki cinsiyetlenmiş konum vardır: bir yanda “fallusu temsil eden organı taşımak” ve “fallus olmamak”, diğer yanda ise “fallusu temsil eden organı taşımamak” ve “fallus olmak.” Bu durum iki grubun birbirine göre konum almasına, hem birbirini aramasına hem de birbirinden kaçmasına yol açar. Ayrıca Lacan, Freud’a karşı çıkmadan, yalnızca kavramsal bir açıklık getirmeye çalışarak, kadınlarda bu fallik mantıktan türemeyen bir şey için yer bırakmıştır. Ancak dikkatli olalım: histeri, öznenin “kadınsı yönünü” ifade etmez; yalnızca onun sorusunu ortaya çıkarır. Ve bu kelime eksik olduğu için babanın cevap vermesi mümkün değildir; bu yüzden histerik onu destekler. Başka bir deyişle, histerik, bir arzuyu kışkırtır ve kendini onun nesnesi olarak gösterir — erkeklere zulmetmek için değil, onları “daha iyi erkekler” haline getirmek için; onları kadınsı sorunun etkisi altına almak ve bu sorunun, kendisi için gerçekten bir arzu odağına dönüşmesini sağlamak ister.

Buna karşılık, obsesyonel özne hiçbir boşluğu olmayan, bütünüyle bir arada duran bir dünya ister; çünkü tek bir delik bile bütün yapıyı yıkabilir. Burada psikotik öznenin ritüelleriyle kurduğu dünya tasvirine belli bir benzerlik görebiliriz, ancak aradaki fark şu kritik noktada yatar: Obsesyonel için bir arada durması gereken dünya, öznenin tanıdığı ve kendisini ona tabi kıldığı Öteki’nin dünyasıdır — ama bunun için Öteki’nin asla bir “boşluk” göstermemesi gerekir. Öteki’deki bir boşluğun görünür hale gelmesi, psikotik öznenin “dünyayı bir arada tutma” görevinde yaşadığı görkemli bir başarısızlık anlamına gelmez; daha çok “babaya olan inancın ihaneti” anlamına gelir. Bu inanç, kimi zaman sanrısal olsa da, kesinlikle psikotik değildir.

Obsesyonel nevroz, tıpkı histeride olduğu gibi, “mükemmel baba” arzusuyla ayakta durur; ancak fark şudur: histeride baba “kadın bilmecesi”ne yakalanırken, obsesyoneldeki baba bundan tamamen muaftır. Tersine, onun denetim gücünü hiçbir şey sarsmaz; o, hiçbir boşluğu olmayan bir babadır. Bu baba, desteklenmekten çok sürdürülmek zorundadır; çünkü tanımı gereği, desteğe ihtiyacı yoktur.

Dolayısıyla, bir yanda Lacan’ın deyişiyle “inançsız histerik taraf” vardır; diğer yanda ise “yasa garantisinin obsesyonel tarafı”. Genellikle şöyle düşünürüz: Çoğunlukla kadınlar, varlıklarının temsilden kaçan yanına dair bir gösteren ya da bir temsil arayışındadırlar. Erkekler ise çoğunlukla organlarının düzgün çalışıp çalışmadığıyla ilgilenirler; ve onlara, organlarını kendi başına davranmayacak biçimde “nasıl kontrol edeceklerini” öğretmek gerekir. Bu gözlem özellikle doğrudur; çünkü gördüğümüz gibi arzu, öznenin kendi “fenalaşmasını” (arzu halinde sergilenen eksikliğini) savuşturma stratejisinin başarısızlığıdır.

Obsesyonel özne için kabul edilebilir tek arzu, kontrol altında olan arzudur. Ancak bu durumda arzu, kontrol edildiği anda dinamiğini kaybeder ve doyum anında sönüp gider.

Obsesyonelin arzusunu düzenlemek hiç kolay değildir; fakat gerçekten imkânsız olan şey, arzunun denetiminde bulunan doyumun kendisidir. Başka bir deyişle, histerik özne, bu denetimin imkânsızlığından hareketle babanın adını “savunma seferine” dönüştürürken, obsesyonel için “adına layık bir baba”, bu denetimden kaçışı imkânsız kılmalıdır.

Kendi başına davranan organı kontrol etme zorunluluğundan söz etmiştim. Bunu yaparken organ, bilinçdışı fanteziye itaat eder ve çoğu zaman öznenin bilinçli arzularına karşı çıkar. Kısacası, organ “kendi bildiğini yapar” — bu, bedensel arzunun eril ya da dişil olmasından bağımsızdır. Elbette, daha önce söylediğim gibi, organı taşıyan bir erkek çocuğun fazla seçeneği yoktur, hatta neredeyse hiç yoktur. Organı, söylemin önceden belirlediği koşullar içinde kullanmak zorundadır. Söylem, “erkek olmanın yollarını” belirler ve bu yollar sonsuz değildir. Buna karşılık, “kadın imajlarının” sayısı sonsuzdur; çünkü söylem, “Kadın nedir?” sorusuna yanıt vermez.

Bu yüzden, kadınların özünde histerik olduklarını ve “kadın olarak varoluşlarının” sorusunun, “konuşan varlıklar olarak varoluşlarının” sorusundan daha acil hale geldiğini anlayabiliriz. Çünkü konuşan varlık olmak evrensele gönderme yapar ve onları “eril-cinsel” (Lacan’ın deyimiyle hommosexuel) düzleme bırakır.

Öyleyse, kastrasyon karşısında nevrotik öznenin öznel konumu her iki cinsiyette de aynı olabiliyorsa, neden obsesyonel kadınlar olmasın? Erkek ve kadın obsesyoneller arasındaki fark, kadınların kontrol eylemlerini toplumsal söylemin belirlediği alanlarda gerçekleştirmeleriyle ilgilidir. Elli yıl kadar önce kadınlar esasen “ev içi evren”e hapsedilmişti; evin düzeni, aile üyelerinin sağlığı ve bazen refahı onlardan sorulurdu. Ama kadınlar erkeklerle aynı profesyonel rekabet alanlarına girme hakkını elde ettiklerinden beri, eylem alanları genişledi ve önceki roller geçerliliğini yitirdi. Bu da onların semptomatolojisinin giderek erkek obsesyonellerin semptomatolojisine benzemesi anlamına gelir.

Yine de, henüz ele almadığımız bir boyut var: öznel konumun başarısızlığının dışavurumu, yani bastırılan başarısızlığın geri dönüşü. Zaten biliyoruz ki obsesyonel nevroz sadece denetimden ibaret değildir; aynı zamanda bu denetimin başarısızlığını gösteren semptomlardan da oluşur. Bu, kusursuz bir şekilde kontrol edilen dünyanın lekesiz dokusu üzerinde, büyük ya da küçük bir “leke” yaratan bir fiyaskodur — ve bu lekenin ne olduğunu biliriz: dışkı. Bu, obsesyonel arzunun anal boyutudur; uygunsuz anlarda geri döner.

Peki, bu geri dönüşlerde, yani semptomlarda, cinsiyetlere göre fark var mıdır? Kadınlarda zihne zorla giren ve onların yetersizliğini, sıradanlığını, kusurluluğunu gösteren düşünceler, aslında erkeklerinkinden temelde farklı değildir. Farklı olan, bu yetersizlik, sıradanlık ve kusurluluğun nasıl ortaya çıktığıdır. Kadınlar erkek obsesyonellerin semptomlarına erişebilirler, ancak kendilerine özgü olanlara da sahiptirler. Örneğin: bedenleri, güzellikleri veya annelikleriyle ilgili takıntılar.

Yine de, kadınlarda “obsesyon”dan söz edebilsek de, “kadına özgü bir obsesyon”dan söz edemem. Çünkü başka hiçbir obsesyon yoktur — yalnızca “katı bir sonsuzlukta dikilmiş fallus”un obsesyonu vardır.

Bir örnek olarak, onaylama ritüelleri ve korkunç düşünceler tarafından istila edildiği için terapiye başvuran genç bir kadını ele alalım. Örneğin, yanlışlıkla bir yangın çıkarıp, anne babasının kendisi için satın alıp döşediği daireyi yakabileceği fikri; ya da, sevgilisine yönelttiği hakaretler ve acımasız küçük düşürmelerle onu incitebileceği düşüncesi… Oysa onunla mutlu olduğunu ve kendini güvende hissettiğini söylüyor. Gerçekte, anne babasına karşı hiçbir öfke ya da kırgınlık taşımadığını, hatta onların onun mutluluğu için ellerinden geleni yaptıklarını sık sık vurguluyor — yalnızca bazen abartılı bir şekilde “fazla iyi” olduklarını söylüyor. Çocukluğunda bir hayal kırıklığı, anlaşmazlık ya da şiddet hatırlamıyor. Belki biraz fazla şımartılmış bile olabilir; okula gitmek istemediğini, arkadaş edinmekte zorlandığını, eve bağlı bir çocuk olduğunu anımsıyor. Ayrıca kendisinden hoşlanmayan bir öğretmeni olduğunu ve bu öğretmeni kaygıyla hatırladığını söylüyor.

Aynı durum, ilk iş deneyiminde de tekrarlanıyor: Orada da düşmanca davranan, onu sürekli aşağılayan, “karakterin yok, kişiliğin yok” diye azarlayan bir amirle karşılaşıyor. Gerçekten de, özgün bir kişiliğe sahip olduğundan her zaman kuşku duymuş; içten içe “biraz aptal” olmaktan korkuyor. Yine de hiçbir yanlış yapmadığına kesin olarak inandığını söylüyor. Çocukluk cinselliği ya da cinsel merak konuları ise onda hiçbir çağrışım uyandırmıyor.

Öğretmeninden söz ettikten sonra fark ediyor ki, yaptığımız konuşmalar ritüellerini yatıştırmak yerine, tam tersine onları daha da yoğunlaştırıyor. Öğretmene duyduğu gizli düşmanlığı hatırladığında derinden sarsılıyor ve iki başka anı daha hatırlıyor: İlkinde, okulda başarılı olamayan küçük erkek kardeşiyle alay ediyor ve annesi ona “yeter artık” diyerek durmasını söylüyor. İkinci anıysa onu daha çok etkiliyor; çünkü asla unutmamış, bu sahneyi hep büyük bir kaygıyla anımsıyor: Bir gün babası, kardeşiyle alay ederken o da babasına katılmış. Annesi bunu görünce sert bir biçimde ona dönüp öfkeyle, “İstiyor musun, boşanalım mı biz?” diye bağırmış. Genç kız bu çıkış karşısında donakalıyor. Ne anne ne de kız, bu sözün aslında ne kadar yerinde olduğunu o anda bilmiyorlar. Kız çocuğu bu sahnede yoğun bir kaygı ve utançla baş başa kalıyor.

Analiz süreci, elbette, onun annesine yönelik düşmanlığını açıklığa kavuşturacaktır. Bu düşmanlık yalnızca ödipal bir rekabet değildir; kadınlığın kendisine, yani eksiklikle yoğrulmuş o “kadın olma hâline” duyulan daha derin bir dehşettir. Yetişkin yaşamında, kendini erkeklerle çevrili bir kadın olarak değil, bir erkek tarafından korunup sallanan bir “bebek” olarak görür. Erkek onun gözünde anneye benzeyen bir figürdür; kadınlar ise “anne” değil, öncelikle tehlikeli düşmanlardır — onu küçük düşürmekten başka bir şey düşünmeyen varlıklar. Başka bir deyişle, o histerik gibi kadınlığını ve onun bilmecesini kutsamaz; tam tersine, kadınlık ne kadar az görünür olursa kendini o kadar iyi hisseder… yine de, bu durum nezaket ve sükûnet idealleriyle çelişen anlaşılmaz düşünceler karşısında onu tedirgin eder.

Freud’un dediği gibi, her obsesyonun arkasında temel nevroz olarak histeri vardır. Onun vakası da bu kuralın istisnası değildir. Tüm nevrotikler gibi o da, Lacan’ın “histerik strateji” diye tanımladığı biçimde, Öteki’nin nesnesi konumundan saklanır. Ama onun kaçınma biçimi daha özeldir: Bu arzuyu —özellikle de denetlenemeyen, hatta edepsiz yönünü— inkâr eder ve onun yerine kendisini “prenses” rolünde hayal ettiği bir masal dünyası kurar. Belki başarılı da olabilirdi, eğer şu lanet olası obsesyonlar olmasaydı!

Analiz sürecinde, aslında bir “küçük azize” olmadığını, herkes kadar kötü düşünceler taşıdığını fark etmek zorunda kalacaktır. O an geldiğinde, mesele yalnızca zihinsel değil bedensel düzeyde de haz (jouissance) meselesine dayanacaktır. Kadın olarak ne istediğini ve nasıl “onlardan biri” olabileceğini kendine sormak zorunda kalacaktır.

Yine de, ister erkeklerde ister kadınlarda olsun, obsesyon meselesi bu kadar basit değildir. Obsesyonel nevrozda kaygı, histeriye kıyasla çok daha yoğun biçimde bulunur. Gerçekte, histeride kötü davranan hep “öteki”dir — tıpkı Bay K.’nin Dora’ya davrandığı gibi. Bir dönem psikiyatri, histerik öznenin “semptoma karşı gösterdiği güzel ilgisizlik”ten söz ederdi; bu, histerik kişinin her şeye ilgisiz olduğu anlamına gelmez, tam tersine, histerik özne başkasına ve onun arzusuna karşı son derece duyarlıdır.

Buna karşılık, obsesyonel özne, düşlediği “ideal dünya düzeninin garantörlüğünü” üstlenir. Bu konum, dünyanın düzenini bir arada tutmaya çalışan ve onda en ufak bir kazaya dahi tahammül edemeyen psikotik özneye oldukça benzer görünür. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi arada önemli bir fark vardır: Psikozda dünyanın yeniden inşası megalomanik bir boyut taşırken, obsesyonel nevrozda özne, kendisini yargılayan ve hayran olması gereken Öteki’nin bakışı içinde temsil eder. Başka bir deyişle, psikozda söz konusu olan şey “varoluş”tur — hem dünyanın hem de öznenin varoluşu; oysa nevrozda özne, yine bir varoluşu güvence altına almak ister, ancak bu kez fallusun varoluşunu.

Obsesyonel nevrozun öldürücü paradoksu da burada belirir: Arzu ancak bütünüyle kontrol altına alınmışsa bir değer taşır — oysa arzu ve kontrol birbirine bütünüyle karşıttır. Daha önce de bir obsesyonel erkek çocuğun yakalandığı bu paradoksu anlatmıştım. Çocuğun annesinden duyduğunu sandığı şu cümle bu paradoksu doğurmuştu: “Eğer babandan önce seni tanısaydım, seninle evlenirdim.” Yine fark şudur: Psikotik özne için bir “boşluk” dünyanın felaketle çöküşüne yol açarken, obsesyonel özne için bu tür bir boşluk, dünyanın değil, kendi imgesinin felaketle çöküşü anlamına gelir.

Obsesyonel özne için denetimi kaybetmek, hem bedensel düzeyde (örneğin bağırsak tepkileriyle) hem de ölümcül bir utançla birlikte gelen bir “boşalım” anlamına gelir. Bu yüzden analiz sürecindeki her özne bir yas tutmak zorundadır: Histeride bu, “ideal babanın” yasıdır; obsesyonel nevrozda ise, öznenin kendisi için neredeyse zorunlu hale gelmiş olan imgenin yası. Böylece, öznenin “kirli bir şey” olduğunu kavramayı ertelediğini anlayabiliriz… “Kendisinin de kirli olduğunu” fark etmekten kaçınır — oysa biraz kirlenmek, yaşamın başarısızlığının işaretidir.

Son soruya gelecek olursak: Günümüzde geçmişe kıyasla daha çok obsesyonel kadın olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Artık kadın ve erkeklerin faaliyet alanları, Freud’un zamanındaki kadar keskin biçimde ayrışmış değildir. O dönemde Freud’un sözünü ettiği üç “K” (Kinder, Küche, Kirche — çocuklar, mutfak, kilise), flört oyunundan yaşça elenmiş pek çok kadının davranışını tam yerinde tanımlıyordu. Ve o dönemde bu “kadınlık süresi”, bugüne kıyasla son derece kısaydı. Rüzgâr Gibi Geçti filminin ilk sahnesini hatırlarsınız: Scarlett, “18 yaşındayım ve artık evlenmek için fazla yaşlıyım” diye yakınır. Oysa artık kadınlar, bir zamanlar neredeyse yalnızca erkeklerin işgal ettiği alanlarda da obsesyonlarını ortaya koyabiliyorlar.

Biraz tartışmalı bir noktayla bitireceğim. Bazı Lacancı meslektaşlar, çağdaş söylemin “fark gösterenine”, yani fallik gösterene ve onun eril organdaki imgesel temsil biçimine yer bırakmadığı için, kadınlarda obsesyonel fikirlerin ve hatta obsesyonel nevrozun daha sık görülmeye başladığını ileri sürüyor. Bu çağdaş söylem, “fark göstereninin dışlanması söylemi” olurdu; dolayısıyla fallusun da dışlanması… bu da “cinsiyetin kesintisinin” artık etkili olmadığı anlamına gelir. Bunun sonucu olarak, aşırı müstehcenlikleri nedeniyle “kompulsif” olarak işaretlenen düşüncelerin semptomatik biçimde geri döndüğü söyleniyor.

Oysa bana göre çağdaş söylemi “fallusun dışlanması”yla tanımlamak doğru değildir. Kaldı ki insanlık, tarih boyunca cinsellikten kurtulmaya ya da en azından onu kontrol altına almaya çalışmıştır. Ancak doğru olan şu: İnsanlar, özellikle babalar, artık kaybettikleri “iktidarı” değil, arzuyu cisimleştirmekte zorlanıyorlar. Arzuyu temsil etmek, belirli bir açıdan iktidarın tersidir; çünkü arzu her zaman özneyi aşar. Özne, arzuyu ya üstlenir ve kendine mal eder, ya da ondan korunmaya çalışır ve reddeder.

Dora’nın babası, genç eşcinsel kızın babası ve Freud’un histeriklerinin babaları burjuva konformist insanlardı; ama onların “suçluluk içeren zevkleri” bu konformizmin bir parçasıydı. Oysa günümüzde haz, her ne pahasına olursa olsun, son derece katı kolektif normlara uymak zorundadır. Bugün “şeffaflık” ve “politik doğruluk” çağına yaşıyoruz. İşte bu yüzden, gerek erkek gerekse kadın obsesyonel nevroz, hâlâ bir şeyin artığı olarak —hazla sözleşme imkânsızlığının artığı olarak— ortaya çıkmaktadır.

Yazar: Marc Strauss


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com