• 14 Ağustos 2017
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Bize parça pinçik oluyormuş gibi gelen bir dünyanın ortasındaki acımızı nasıl değerlendirebileceğimizi düşündüğü sıralarda, büyük Fransız filozof ve aktivist Simone Weil 1933’te şöyle yazmıştı: “Kötülüğe tepkini asla onu besleyecek şekilde verme.” Ancak modern hayat peri masallarındaki gibi değil ve en kafa karıştıran çapraşıklıklarından biri de, kötünün daima Grimm kardeşler masalındaki üvey anne gibi kolayca fark edilir olmayışıdır. Maya Angelou bundan 1982’de Bill Moyers ile cesaret ve kötülük ile yüzleşmeye dair yaptığı bir söyleşide bu durumu şu şekilde ifade etti: “Huzursuz tarihimiz boyunca, kötülüğün piramitvari kulelerini, çoğu zaman iyilik adına inşa ettik.” Joseph Brodsky de kötülüğe karşı sahip olduğumuz en iyi panzehire dair olan o muhteşem konuşmasında bu fikri hatırlatıyor: “Kötü olarak düşündüğümüz şeyler, her daim burnumuzun dibinde bitme yetisindedirler; çünkü kötülük iyinin kılığında görünme eğilimindedir.”

1962’de The New Yorker, bir Yahudi olarak Nazi Almanyasından zor bela kurtulan Hannah Arendt‘i (14 Ekim, 1906 – 4 Aralık 1975) soykırımın baş mimarlarından olan Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargı sürecine dair bildirimde bulunması için görevlendirdiğinde, Arendt’in parmak bastığı şey devrimsel nitelikteydi. Tabii, her devrimsel fikir gibi bu da döneminde bolca tartışıldı. Arendt’in 1963’te yargılama sürecine dair yazdıkları şu başlıkla basıldı: Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığına Dair Bir Çalışma.

Arendt, totaliter tiranların insanı nasıl kıskıvrak kavradığına dair keskin araştırmasıyla kendisinin dişli bir düşünür olduğunu kabul ettirmişti. İşte bundan 10 yıl sonra, şu şekilde yazıyor kendisi:

Totaliter hükümetin özünde ve belki de her bürokrosinin doğasında, devlet çalışanlarını ve idari makine içerisindeki yalnız dişlileri insanlıktan çıkarmak, bu yolla da onları insan olmayan bir yapıya dönüştürmek yatar.

Bürokrasiyi (Arendt’ın deyimi ile “Hiç kimsenin hükümranlığı”) bu yönüyle totaliter bir silah olarak ele alınca Arendt, “kötülüğün sıradanlığı” görüşüne ulaşıyor. “Eylemlerin ağza alınmaz korkunçluğu ve onları gerçekleştirenlerin yadsınamaz gülünçlüğü arasındaki ikilemi” somut bir şekilde gözler önüne seren Eichmann’ın kendi şahsında görülebilen bir sıradanlıktır bu. Donald Trump’a şaşılacak derecede uyan bir paragrafta -tabii yalan söyleme kısmı hariç- Arendt bu konuya şu şekilde yaklaşmıştır:

Dedikleri daima aynı kelimelerle vücut bulan aynı ifadelerdi. Onu uzun süre dinlerseniz, konuşmadaki beceriksizliğinin aslında daha çok düşünmeye, hatta başkalarının bakış açısından bakarak düşünmeye bağlı olduğu sizin için gözle görülür bir hal alır. Onunla hiçbir türden iletişim mümkün değildi. Sadece yalan söylediğinden değil ayrıca kelimelere ve diğerlerinin varlığına karşı, böylece de bunlar ve benzeri şeylerin gerçekliğine karşı olan bütün korumaların en güveniliri tarafından çevrelendiğindendi bu.

Arendt’ın tartıştığı üzere, Naziler bu belirgin gerçeklikten kopuşu kendisinin “unutuluşun boşlukları” diye isimlendirdiği şey ile cilaladılar. Zulme karşı ses çıkarmanın gücüne dair yürek dağlayan bir ifadesinde, soykırımın hikayesinin -kurtulanlar tarafından bastırılamayarak anlatılan bir hikaye- bize şunu öğrettiğini düşünüyor:

Unutuluşun boşlukları yok. İnsana ait hiçbir şey mükemmel değil ve dünya üzerinde, unutuluşu mümkün kılamayacak kadar fazla insan var. Daima, bir kişi hikayeyi anlatmak için sağ kalır.

[…]

Bu tür hikayelerden alınacak ders basit ve herkesin ulaşabileceği mesafededir. Politik açıdan konuşucak olursak, şiddete maruz kaldıklarında çoğu kimse boyun eğerken, bazıları tepki gösterecektir. Tıpkı Nihai Çözüm’ün* sunulduğu ülkelerin aldığı ders gibi; bu çoğu yerde olabilirdi ancak her yerde de olmadı. İnsani açıdan konuşacak olursak, bu gezegenin insan yaşamına uygun bir yer olarak kalması için daha fazlası gerekli değil ve mantıken daha fazlasını da isteyemeyiz.

Arendt sıradan ile olağanı birbirinden ayırmak için özen gösterdi ancak bazı eleştirmenler- refleksif olarak karşıdakini çürütmeye atlayan bu gibilerin daima yapmaya meyilli oldukları üzere- onu soykırımın vahşetinin olağan olduğunu önerdiği gerekçesiyle suçladılar, tabii bu onun demek istediğinin tam tersiydi. Onun kötünün “sıradanlığı”na dair görüşünü, suçu işleyenlerin sıradan güdülerine dair olan kavrayışından ziyade kötülüğün sonuçlarının önemsizleştirilmesi olarak anlayanlardan -yani yanlış anlayanlardan- biri bilim insanı Gerhard Scholem’di. Arendt ile ikisi onca yıldır ılımlı bir şekilde mektuplaşmışlardı. 1964’ün Aralık ayının başlarında Scholem’e yazdığı altı sayfalık mektubunun sonunda, Arendt savını açıklığa kavuşturuyor ve kendi söz sanatının zarif kesinliği ile kafa karışıklığına neden olacak bütün gerekçeleri bertaraf ediyor:

Oldukça haklısın, fikrimi değiştirdim ve “radikal kötü” diye bir şeyden bundan sonra bahsetmeyeceğim…Aslında fikrim tamamıyla kötünün katiyen “radikal” olmadığı, yalnızca aşırı olduğu ve ne derinliğinin ne de şeytani bir boyutunun olmadığı yönünde. Yüzeydeki mantarlar gibi yayıldığından, tüm dünyayı tamamıyla kaplayıp, yakıp yıkabilir. Söylediğim gibi, bu “düşünceyi kovuşturan” bir yapıdadır çünkü düşünce bir derinliğe ulaşmaya, köklere uzanmaya çalışır. Kendisini kötü ile ilişkilendirdiğinde ise hayal kırıklığına uğrar çünkü orada hiçbir şey yoktur. İşte bu “sıradanlık” dediğim şey. Yalnızca iyi olan, radikalleşebilen bir derinliğe sahiptir.

Ne yazık ki, o küçük elleriyle devasa kötülükler işleme becerisinde olan sıradan tiranlar tarafından ele geçirilmiş bir dünya ile karşı karşıya olduğumuzdan, Eichmann Kudüs’te günümüze fazlasıyla hitap eden bir şaheser olarak konumunu korumaktadır. Fakat belki de bunu en iyi John Steinback, Arendt’in Nazi Almanyasından bir mülteci olarak New York’a gelmesinden aylar önce yazılmış o muazzam mektubunda ortaya koymuştur: “Tüm iyilikler ve kahramanlıklar yeniden yükselecek; sonra yeniden dibe batacak ve yeniden yükselecek. Bu, kötünün kazanmasından değil -ki asla kazanmayacak- ölmemesinden kaynaklanıyor.”

*Nazi Almanyası’nın Yahudileri ortadan kaldırmaya dair devlet planı. İngilizcesi: “Final Solution“.


Yazar: Maria Popova
Çeviren: Suay Mülayim
Kaynak: Brainpickings

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.

 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com