Soğuk havalar bir kendini gösterir bir kaybolurken artık kabullenelim ki kış geliyor! Bir an önce kış aktivitelerini organize etmeye başlamak gerek. Tabii ki bu organizasyonlardan en önemlisi de evde verilen film partileri.
Filminizi kahve eşliğinde mi izlemeyi tercih edersiniz yoksa mısırsız film izleyemeyenlerden misiniz bilemeyiz ama bir batteniye alsanız iyi olacak gibi. Buarada bizden uyarması, sakın ha uyumak yok. Bu listede light filmlerle karşılaşacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hazırsanız başlıyoruz…
15. Sinema tarihine altın harflerle yazılan bir film: The Gold Rush
Charles Chaplin’in “küçük serseri” Şarlo’yu canlandırdığı film The Gold Rush’ı henüz izlemediyseniz hemen yapılacaklar listenize not almanızı öneriyoruz. Siyah beyaz filmin yönetmeni, senaryo yazarı, yapımcısı ve başrol oyuncusu Charlie Chaplin. Tam bir kış filmi olan 1925 ABD yapımı The Gold Rush’un çekimi 14 ayda tamamlanmış. Charlie Chaplin’in bir konuşmasında “bu filmle hatırlanmak istiyorum” dediği sessiz komedi sinema tarihine adını altın harflerle kazımıştır.
Filmin 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiş. The Gold Rush’da, birçok maceracının yaptığı gibi Klondike Altına Hücumu hareketinde Alaska’ya altın aramak için giden “Küçük Serseri” Şarlo’nun buradayken çektiği sıkıntılar, düştüğü komik durumlar, hırstan gözleri dönmüş insanların zaaflarını görmesi ve bu arada aşkı bulması anlatılıyor.
Ayrıca bir dipnot vermeme kolmaz. Filmdeki o can alıcı ayakkabı yeme sahnesi tam 63 kez üstüste çekilmiş. Ve bu ayakkabı meyan kökünden yapıldığı için çekimler bittiğinde Chaplin insülin şokuna girerek hastaneye kaldırılmış.
14. Kafa karıştırmaya niyetli senaryo: Winter Light
Filmin ana kahramanı Tomas, kırsal bir bölgede yer alan ve az sayıda kişiden oluşan bir cemaate sahip küçük bir kilisenin papazıdır. Son dönemde soğuk algınlığı ve baygınlık gibi rahatsızlıklarla boğuşan karakter buna rağmen rutin törenlerden birini gerçekleştirir. Ancak sıradan başlayan tören beklenmeyen hadiselerle devam edecektir.
Papaz törenden sonra cemaatten birine rahatlatıcı bir konuşma yapmaya çalışırken kendisini Tanrı ile olan sorunlu ilişkisi üzerine konuşurken bulur. Birbiri ardına gelen beklenmedik diyalog ve olaylar filmin olay örgüsünün kemiğini oluşturur. Marta isimli bir öğretmen ise inancını yitirmesine teselli olarak Tomas’tan aşkına karşılık vermesini ister. 1962 yapımı Ingmar Bergman yönetmenliğindeki film, biraz kafa karıştırmak niyetinde.
13. Olmazsa olmaz kült filmlerden: The Shining
Bu listeye birkaç kült film de konduracağız elbet. Hayat hızlı, filmler bol. Haliyle atladığımız, çok önemli olmasına rağmen bir türlü izlemeye fırsat bulamadığımız birçok film olabiliyor. The Shining sizin için onlardan biriyse bir an önce izlemenizi, şayet izlediyseniz de tekrarlamanızı tavsiye edebiliriz.
Stanley Kubrick yönetmenliğindeki filmin konusunu hatırlayacak olursak: Jack Torrance (Jack Nicholson) Colorado dağlarındaki Overlook Oteli’nde kış bakıcısı olmayı kabul eder. Otel kışın kapalı olduğundan Jack ve ailesi uzun bir süre boyunca mekânda yanlız kalacaklardır. Medyum yetenekleri olan Torrance’ların küçük oğlu Danny, otelde bazı kötü ruhların olduğunu hissetmeye başlar. Jack, yıllar önce karısı ve iki kızını öldüren otelin eski kış bakıcısı Bay Grady Philip Stone’nin hayaletiyle tanıştığında işler iyice değişecektir. Danny, babasının bu ruhlar tarafından kontrol edildiğine ve babasının giderek çıldırdığına şahit olur.
12. Zoraki dostluk: Me And Earl And Dying Girl
Jesse Andrews’un kendi romanından uyarlanan filmin yönetmeni henüz ikinci uzun metrajına imza atan Alfonso Gomez-Rejon. Sundance Film Festivali’nde büyük ses getiren ve büyük ödülü kazanan filmin başrollerini ise genç oyuncular Thomas Mann ile Olivia Cooke paylaşıyor.
17 yaşındaki Greg Gaines’ın sosyalleşmeyle ilgili sorunları vardır, bu sebeple lise hayatını mümkün olduğunca görünmez bir tip olarak geçirmeyi planlamaktadır. Ancak annesinin hiç de bu durumu kabullenmeye niyeti yoktur. Annesi Greg’in yakın zamanda kanser teşhisi konulan sınıf arkadaşı Rachel ile arkadaşlık kurmasını ister ve zor da olsa bunu başarır. Greg annesinin bu teklifini isteksizce kabul etmek zorunda kalır ve böylece iki genç arasında hayal bile edemeyecekleri bir dostluk başlar.
11. Ya hayaliniz gerçek olursa: Ruby Sparks
Soğuk aylarda içinizi ısıtacak tatlılıkta bir film ile devam ediyoruz. Jonathan Dayton, Valerie Faris yönetmenliğindeki Ruby Sparks, bir yazarın aşka hikayesini anlatıyor. Calvin genç yaşında büyük başarı elde etmiş ama hızlı yükselen kariyerinde şimdi duraklama evresine giren bir yazardır; sanki ilhamı tutulmuştur. Bu durumla başa çıkmak içinse ilginç bir yol dener. Kendini yeni bir romanın içine sokmaya karar verir ve kendisini seveceğini düşündüğü bir dişi karakter yaratır ve adını Ruby koyar.
Fakat bir hafta sonra Ruby kanlı canlı salondaki kanepede oturuyordur! Calvin kelimelerinin nefes alan bir canlıya dönüştüğünü görünce ne yapacağını şaşırır. Ve uzaktan kulağa güzel gelse de, başı tam anlamıyla beladadır. Baş rollerini Paul Dano, Zoe Kazan ve Annette Bening’in paylaştığı filmin senaryosu Zoe Kazan’a ait.
10. Dürten şeytani fikirler: Fargo
Sinemalarının ilk döneminden bu yana çizgilerini hiç bozmadan ilerleyen Coen Kardeşler’e büyük bir şöhret kazandıran Fargo, orijinal senaryo ve en iyi kadın oyuncu dallarında Oscar kazanmıştır.
Jerry Lundegaard borçları olan bir sahtekârdır. İhtiyaç duyduğu meblağda parayı acilen edinmeli ve borçlarını temizlemelidir. Karısının babası oldukça zengin bir adamdır; ancak gamsız bir sahtekar olan Jerry’ye yardım etmesi imkansız gibi görünmektedir. Jerry’nin aklına şeytani bir fikir gelir. Jerry, karısını kaçırmak ve kayınpederinden fidye istemek üzere iki adam kiralar. Lakin hiçbir şey planlandığı gibi ilerlemeyecektir.
9. Tablo gibi bir film: A Pigeon Sat On A Branch Reflecting On Existence
Son zamanların en dikkat çeken filmlerinden biriyle devam ediyoruz. İsveç sinemasının öncü isimlerinden olan Roy Andersson’un senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği filmin başlıca rollerinde Holger Andersson, Nils Westblom, Charlotta Larsson yer alıyor. A Plgeon Sat On A Branch Reflecting On Existence Sam ve Jonathan adında ellerinde bavullarıyla insanlara onları eğlendirecek ürünler satmaya çalışan iki gezgin satıcının hikayesini anlatıyor. Satmaya çalıştıkları ürünler vampir dişleri ya da canavar maskeleri gibi klasikleşmiş oyuncaklardan oluşmaktadır. Ancak ironik bir şekilde aslında ne Sam ne de Jonathan mutludur. İşleri ise çok da parlak değildir. Zira ikisi de satış konusunda pek becerikli değildirler.
İnsanları bu eğlenceli ürünleri almak için ikna etmenin yollarını aramaya devam ederler. Artık biraz daha süslü laflar bulup kapı kapı dolaşmayı deneyeceklerdir, bu esnada da çevrelerinde tuhaf şeyler yaşanmaya başlar.
8. Farklı bir dünya: The Bothersome Man
Siz de bugünlerde hayatın anlamını sıkça sorguluyor ve çalıştığınız iş, hayatınız ve tüm günlük rutininiz üzerine sık sık düşünüyorsanız biraz daha kafanızı karışıtracak bir film önerimiz var. The Bothersome Man, arada kalmışların hikayesini anlatıyor. İlk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan fim, son dönemde Norveç’ten çıkan en ilginç yapımlardan biri. 40 yaşındaki Andreas, kendini garip bir şehirde bulur. Oranın neresi olduğu veya nasıl geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktur. Bir işi, evi ve karısı vardır. Bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varan Andreas, şehirden kaçmaya çalışır fakat herhangi bir çıkış yolu yoktur.
Hugo isminde bir adamla tanışınca onun kaçmasına yardım edebileceğini düşünür. Öteki dünyaya kaçmak için ufak da olsa bir ışık doğunca, Andreas bu şansını sonuna kadar kullanmaya karar verir.
7. Keşfedilmemiş bir fotoğrafçı: Finding Vivian Maier
Listemize ara vermeden, gerçek bir hayat hikyesiyle devam ediyoruz. Vivian Maier 1951 yılında henüz 25 yaşındayken Fransa’dan, ömrünün geri kalanını geçireceği New York’a taşınır; bu andan itibaren 40 yıl boyunca ise dadı olarak çalışarak hayatını sürdürür. İçekapanık ve yalnız bir karekterdir. Ancak bu mesleğinin yanı sıra öyle bir yeteneği vardır ki ancak öldükten sonra tesadüf eseri keşfedildiğinde değeri ortaya çıkar.
Tutkulu bir amatör sokak fotoğrafçısı olan Maier, hayatı boyunca 100 binin üzerinde fotoğraf çeker ve bu eserleri ölümünden sonra bir müzayede sonrasında keşfedilerek önemli addedilir. Maier’in hayatının önemli anlarını aydınlatmaya çalışan belgesel bu tutkulu sanatçının fotoğraflarının altında yatan gizemin de peşine düşüyor.
6. Bir şehir filmi: My Winnipeg
Bir şehir filmi olarak tanımlayabileceğimiz My Winnipeg’in yönetmenliğini Guy Maddin üstleniyor. Hayatının tümünü, yani koskoca 50 senesini Winnipeg’de geçiren yönetmen, doğduğu şehrin hâlâ onu büyülediğini, büyüsüyle zaman zaman boğduğunu ve her adım attığında şaşırttığını söylüyor. Çocukluğundan bu yana Winnipeg’in aslında sihirli bir ilham perisi olduğunu düşünen Maddin bu hayranlığını filme yansıtıyor.
Kanada Pasifik Demiryolu’nun kurucusu William Cornelius Van Horne, 1888 yılında Winnipeg’de ilginç bir oyun başlatır. Kanada’nın zorlu doğa koşullarına bile başkaldıran bu demiryolu dehasının kışın ilk gününde “başla!” komutunu verdiği bu oyun şehrin tüm gençlerinin katılımına açıktır. Hepsinin eline birer harita veren Van Horne, onları bu haritanın gösterdiği hedefi bulmaya zorlar. Ödül, şehir dışına çıkan ilk trene “sadece gidiş” biletiydi. Buradan kurtulmak isteyen düzinelerce genç, şehrin altını üstüne getirip birinci olmaya çalışırken, büyük ödülün aslında şehirleri Winnipeg olduğu gerçeği ile yüzleştiler. Van Horne’un bu dahiyane numarası kesinlikle işe yarar.
5. Kurmaca aşk: Lars and the Real Girl
Karşınıza enteresan bir aşk hikayesiyle çıkıyoruz. Craig Gillespie yönetmenliğindeki film asosyal Lars’ın hikayesini konu alıyor. Lars internetten tanıştığı yeni arkadaşını, erkek kardeşi Gus ve eşi Karin’e tanıştırmak ister. Tanışma için bir akşam yemeği düzenleyen evli çift, Lars ve yeni kız arkadaşını gördüklerinde gerçek bir şok yaşayacaklardır: Çünkü Lars’ın arkadaşım dediği kişi oldukça güzel bir şişme bebektir.
Lars’ın akıl sağlığından yoğun şüpheler duyan ve komşularını durumu nasıl açıklayacaklarını kara kara düşünen Gus ve Karin bir çözüm yolu bulurlar. Lars’ı aile doktorları Dagmar Berman’a götüreceklerdir. Bu arada Ryan Gosling’in aşrolde yer aldığını söylemeyi unutmayalım.
4. Gerçekçi bir karakomedi: Calvary
In Bruges’ün yönetmeni Martin McDonagh’ın abisi John McDonagh’ın yönettiği Calvary bir kara komedi olarak tanımlanabilir. Bir adam günah çıkartmak üzere Rahip James’e gelir ve hiçbir kusuru olmadığı için bir hafta içinde onu öldüreceğini söyler. Şaşırıp kalan James diğer rahiplerden kendisine bu konuda bir öğüt vermelerini ister. Ancak, ölüm hazırlıkları devam ederken, kısa süre önce intihara kalkışmış olan kızının çıkıp gelmesiyle işler iyice karışır. Yedi gün içinde Rahip James’in hem bu adamın kim olduğunu bulması, hem son hazırlıkları yapması, hem de çivisi çıkmış köyünün sırrını çözmesi gerekecektir. Beklenmedik sahneler ve fazlasıyla gerçekçi bir dile sahi olan filmin biraz karamsar olduğu da söylenebilir.
3. Dramatik bir sürgün hikayesi: Trilogia To Livadi Pou Dakryzei
Yunan sinemacı Theo Angelopoulos’un efsanevi filmi müzikleriyle de bir hayli akılda kalıcı bir yere sahip. Dramatik yapıtı sürgün, ayrılık, dünya savaşlarını işliyor ve üçlemenin ilk filmi.
Üçüncü Kanat ve Dönüş filmleriyle devamı gelen Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei filmin başrolü Eleni’nin çocukluğunda evlat edinilmesi, ilk gençlik dönemi ve aşık oluşu, anne oluşu ve sonunda herşeyini yitirip yalnız kalışının hikayesini anlatıyor. Uzun film sevmiyorum, konsantre olamıyorum deseniz dahi bu filmin bildiklerine benzemediğini söylemeden geçemeyeceğiz.
2. Kapitalizme sert bir eleştiri: Mondays In The Sun
2002 yapımı İspanyol filmi, kapitalizmi eleştiren bir dile sahip. Yönetmenliğini Fernando León de Aranoa’nın yaptığı başrollerini Javier Bardem’in oynadığı filmde İspanya’nın liman kenti Vigo’da işten çıkarılan bir grup tershane işçisinin öyküsü anlatılıyor.
2002 yılında “İspanya’nın Oscar’ı” olarak tanımlanan Goya Ödülleri’nde, 5 dalda ödül alan film, aynı zamanda “En İyi Yabancı Film Oscar Adayı” seçilmişti. Sıradanlığa bir dur diyenlerin sesiolan film, tekrar tekrar izlenecekler listenizin başlarına olabilir. Ayrıca bu film sırf Javier Bardem için bile izlenir.
1. Aşk ve dostluk arasında: Lost in Translation
İletişimin konuşmadan da sağlanabileceği konusundaki inancımızı arttıran film Sofia Coppola yönetmenliğinde çekilmiş. Filmin ana karakterleri Bob Haris ve Charlotte Tokyo’da iki Amerikalıdır. Bob, Tokyo’ya bir viski reklamında oynamak için gelmiştir, Charlotte ise işkolik bir fotoğrafçı olan kocasının peşinden sürüklenmiştir. Her ikisini de uyku tutmayınca, bir gece lüks bir otelin barında yolları kesişir.
Bu buluşmanın sonunda aralarında sıkı bir dostluk başlayacaktır. Birlikte Tokyo’yu keşfe çıkarlar, Tokyolularla aralarında çok komik olaylar geçer ve sonunda bambaşka yaşamların mümkün olduğunu keşfederler. Aşk ve dostluk arasındaki hikaye bizi görünenin ardındakine inanmaya davet ediyor. Filmdeki Bill Murray ve Scarlett Johansson’un harika oyunculuk performanslarının da hakkını vermek gerek.
Kaynak: listelist