Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi sonlu bedenimizin bir ömre sığdıramadığımız arzularının bir ürünüdür. Sadece bedensel varlığımızın bu evrende kalıcılığının bir fantezisi değil, aklımızın da sonsuzluk gibi bir düşünceyi kendinde yer etmesi ruha ve dolayısıyla onun ölümsüzlüğüne dikkatimizi çekmektedir. Kendini diğer canlılardan önemli görmesinin ve bundan dolayı bu doyumsuzluğunu düşünebiliyor olmaktan kaynaklı sonsuzluktan pay almak gibi kendi varlığını ve haddini aşan küstahlığın içinde düşer. Bu konunun ilgi çekiciliği aynı oranda bilgiyle karşılık bulamamıştır. Aklımıza gelen her şeyi isteyebilir (düşünebilir) olup aklımıza gelen her şeyi bilemememiz, istediklerimiz ve bilebildiklerimiz arasında belli türden bir uyumsuzluğa yol açmaktadır. Bu uyumsuzluğu kendi varlığımız ile bilgimizi birinin diğerine uygun olarak tekrardan kurulması yönünde giderebiliriz. Kendi varlığımızı henüz ne bilebileceğimizi bilmeden yeniden kurmanın olanaksızlığı ve riskine karşın bilgimizi tekrardan sınamadan geçirmek daha işlevseldir, en azından teorik olarak.
Bu anlamda Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi eserinin ikinci kitabının Transandantal Diyalektik kısmının, paralogismler başlığı altında bilgimizin sınırlarını ölçmeyi deneyeceğiz. Kant’ın bu kitapta bilgiye koymaya çalıştığı sınırda birinci kitabında (Transandantal Analitik) olduğuna nazaran yetersiz kalması, şüphesiz, Kant’ın bilgi kuramındaki eksikle değil, bu kısımda incelenenlerin başlı başına bilgi üreten aklın eleştirisinin konusu olmakla üstesinden gelinemeyeceğindendir. Ruhu sadece bilişsel süreçlerimize dahil ederek anlamamız mümkün değildir. Bilmemize değil sadece, eylememize de sağladığı olanakla bütünlüklü bir sınamadan geçirebiliriz onu.
Saf Aklın Eleştirisi ve Transandantal Diyalektik
Saf Aklın Eleştirisi’ni metafiziği doğa bilimlerinde olduğu gibi sağlam temeller üzerine oturtma hedefinin bir sonucu olarak gören Kant, Metafizik’in bitmez tükenmez çatışmaların yaşandığı cephe savaşlarına dönüşmesinin sebebini, akla konamayan sınırların yol açtığı yanılgılarla açıklamaktadır. Konamayan bu sınır ya aklı bütün bilgilerin yegane kaynağı olarak alımlanmasına ya da hiçbir bilgiye temel teşkil edemeyeceği gerekçesiyle sınırdışı edilmesine yol açmıştır. Kendinden önceki filozofların bu konularda fikir beyan ederek geçersiz bilgileri ortaya koymak dışında yol katetmediklerinden dolayı, ona kendi yaptığı iş için alan açmış ve belirlemiş olmalarının dışında vasıflarının olmadığını düşünmesi, bu alanda olup bitenleri yetersiz ve hatta yanlış görmesi onun en temel motivasyonunu oluşturur. Bunlar karşısında, Saf Aklın Eleştirisi’nde sentetik a priori kurulan bilgi bizi muğlak ve işlevsiz olanın boyunduruğundan kurtarabilecektir. Kopernik Devrimi ifadeleriyle karşılık bulan dünya-güneş hareketi arasındaki ilişkinin bilgisinin değişimine benzer biçimde, bilgi sürecinde özne-nesne ilişkisi ters-yüz ederek yeni ve zorunlu-evrensel bilgilere ulaştırabilecek bir bilgikuram ortaya koyma iddiasındadır.
Kant Saf Aklın Eleştirisi’nin Transcendetal Analitik bölümünde aklın sınırlarını bilginin olanağı üzerinden belirledikten sonra Transcendetal Diyalektik bölümünde aklın sormaktan kaçınamadığı bazı sorular yüzünden insanı yanılsamalara düşürdüğünü belirtir. Bu yanılsamalar onun ifade ettiği biçimiyle: …aklı, insan varlığından değil saf aklın kendisinden dolayı sofistike ederler. İnsan varlığının en bilgesi ki belki kendisini hatalardan sakınabilse bile ona sataşan ve onunla dalga geçen bu yanılsamadan bütünüyle kurtulamaz. Aklı bu kadar meşgul edip bir türlü bilgisine ulaşamadığımız nosyonlar aklın yanlış kullanımından türerler.
Yanılsamalar mantığı olarak tanımlanan Diyalektik, Platon’un kullandığından farklı bir anlamda karşımıza çıkmaktadır bu metinde. Bu yüzden idealar olarak değil, yanılsamalar olarak iş görmektedir (ya da görememektedir). Bahsi geçen yanılsamaların üç çeşit olduğunu belirtmektedir: Ampirik, Mantıksal ve Transandantal. İlkinin yanlış duyumsamadan kaynaklı olduğu ve kısa bir odaklanma ile ortadan kalkacağını; ikincisinin mantığın formel kullanımındaki hatadan kaynaklı olduğunu ve buradaki doğru kullanımla üstesinden gelineceğini ifade eder. Üçüncüsü, ki Kritik’in asıl konusunu oluşturur, farkına varmanın zorluğunun yanısıra üstesinden gelmenin imkânsızlığındandır açmazı: düşünürüz bilemeyeceğimizi bildiğimiz halde.
Kant henüz metnin girişinde görünüşlerle yanılsamayı birbiriyle eşanlamlı kullanmamak gerektiği konusunda uyarmaktadır bizi. Hakikatin ve yanılsamanın dış dünyadaki nesnelerde değil, onlarla ilgili yargılarımızın yanlış kurulmasında aranması gerekir. Yanılsamanın duyumsamadan kaynaklı olmayışı, duyumsamanın yanlış yargıda bulunamayacağından değil; onun hiçbir biçimde yargıda bulunamayacağı ile açıklamaktadır. Bütün yanılgılar nesne ile anlama yetisi (understanding) arasındaki, yargıgücünün hatalı kurduğu ilişkiden kaynaklıdır. Anlama yetisi, kendi yasalarıyla hareket ettiğinde, duyumsama ise doğru veya yanlış yargılarda bulunamayacağından yanılgıya düşmezler. Kant burada bahsi geçen ve üstesinden gelinemeyen yanılsamanın insanın bilerek içine düşmediğini, aklın yapısı gereği oluştuğunu ifade eder. Dış dünyada duyumsadığımız nesneleri, anlama yetisi sayesinde bir kavramın altına alıp, yargıgücüyle bilgiye ulaşmak biçiminde tarif ettiği bilişsel sürece dahil edilemeyenlerdir yanılsamaya konu olanlar. Bunlar nesne değillerdir: dış dünyada görüleri yoktur, ama kavram gibi iş görürler zihindeki a priori kategorilerden türetilmemiş olsalar da. Kant bu durumdan, denizin açıktayken denizdeykenkine nazaran daha yüksekte görünmesi ve ayın yükselmekteyken daha büyük görünmesinin gözlerimizin aldanması olduğunu bilsek de böyle görmekten kaçınamadığımız gibi kaçınamadığımızı ifade eder. “Transandantal diyalektik doğal ve kaçınılmazdır; öznel olanı nesnelmiş (1) gibi yutturur.”
Daha önce de ifade edildiği gibi koşullu olanın ardındaki koşulsuzu aramak yüzünden düşülen bu yanılgı tikel deneyimlerimizi tümel kavramların altına alma sebepli ortaya çıkar. Söz gelimi “Her şeyin bir nedeni vardır.” önermesi her deneyimimizin bir nedene bağlı olduğu görüşünün genelleştirilmesidir. Hume’dan beri nedensellik eleştirilerinde vurgulanan bu nosyon Hume’da alışkanlıklarımızdan kaynaklı ifade bulmuştu; yalnız Kant bunu düşüncemizin doğasıyla açıklamaktadır. Nesnelerden hareketle töze ulaşmak: eleştirinin bu kısmının eksenini oluşturmaktadır.
Bu tözler: ruh, evren ve tanrıdır. Sonlu varlığımızın ardında sonsuz bir kaynak; sınırlı doğamızın ardında sınırsız bir evren; ve gerçeklerin ardındaki idealdir bunlara yer açan. Bunlar bilgi sürecinde bilebilmemize olanak sağlayan koşullarken, bunların koşullarını aramak böylesi bir çembere hapseder bizi. Bilişsel süreçlerimizin kaynağı olan koşulluların ardındaki koşulsuzu aramak sebepsiz değildir; fakat bunu edinmek koşullu olanın bilgisindekine nazaran olanaklı olmadığı için sonuçsuz kalır. Bilgimize olanak sağlayan bu koşulların kendilerinin bilgisine ulaşma yanılgısıdır –onunla deneyime dahil olan her şeyi bilebildiğimiz şeyin kendisini gene onunla bilmeye çalışmak– kişiyi böylesi yanılsamaya düşürür. Dış dünyaya ait olduğunu sandığımız bu evrensel kavramları ne dışdünyadaki nesnelerin kendileri arasındaki ilişkilerin modellenmesiyle, ne de içgörümüze dayanarak oluşturabiliriz. Sonlu olandan sonsuza ulaşılamayacağı gibi, görüsünü edinemediğimiz şeylerin temsillerini oluşturmak da benzer yönlü hatalara yol açar.
Kant, metninde yukarıda sıralanan tözleri: saf aklın paralogismleri, antinomileri ve ideali başlıkları altında incelemektedir. Bizim çalışmamıza konu olan paralogismlerdir. Olma sebebi ise Kant’ın bu çalışmasında bilgisi edinilemediği halde insan yaşamına ve dolayısıyla metafiziğe konu olan bu sorunların neye çözüm olabileceğini Pratik Aklın Eleştirisi üzerinden ulaşma çabamızdır. Çözülemeyen sorunların bazı sorunların çözümüne yarayabileceği, Kant’ın metafiziğe takdire şayan katkılarından biridir.
Saf Aklın Paralogismleri
Bir mantıksal paralogism, içeriği başka ne olursa olsun, onun biçiminden kaynaklı bir tasımın yanlışlığından ötürü oluşurken, transandantal paralogism ise bunun aşkın zeminde cereyan etmesinden kaynaklıdır. Kant paralogismi öncülleri doğru olsa da mantığın biçiminden kaynaklı hata olarak açıklamaktadır.
“Düşünüyorum.”gibi diğer bütün kavramların aracı olan bu kavram bütün düşünüşleri bilince taşımaktadır. Ben düşünen olarak içduyunun bir nesnesiyimdir ki bu ruh diye tanımlanır. Beden ise dışduyunun bir nesnesidir. Kendimi düşünen olarak kendimin bilincinde olarak değil; düşüncenin kurgusuyla belirlenmiş kendimin görüsünün bilinciyle bilebilirim. Kant burada Descartes’ın düşünen tözden hareketle var olduğu yargısına gönderme yapmaktadır. Oysa düşünüyorum önermesi “Düşünen olarak varım”ı imlemektedir.
Ruhun, maddi olmayan bir töz olduğu, çürütülemeyen basit niteliğinin olduğu ve çokluk değil birlik taşıyan ki varolduğu farklı zamanlarda da sayısal olarak özdeşliğinin olduğu yanılgılarıdır bu üç temel paralogism. Sonuncusu, uzaydaki olanaklı nesnelerle ilişki içinde olduğu, ise ruha evrendeki diğer nesnelerle ilişkisi üzerinden ölümsüzlük kavramına ulaşır.
Saf aklın bir bilimi olarak görülen bir transandantal ruh-öğretisinin düşünen varlığımızın doğasını ilgilendiren dört paralogism bunlardır. Bu öğretiye temel olarak “saf ve içeriğinde kendi içinde bütünüyle boş Ben tasarımından başka bir şey olamayız; buna ilişkin olarak onun kavramını söyleyemeyiz ve belirtebileceğimiz tek şey bütün kavramlara eşlik eden bir bilinç” olduğu görülür.
Kendisinden hareketle dışdünyayı ve ona ait nesneleri bilebildiğimiz düşünce kendisine yönelince bir takım açmazlar ortaya çıkmaktadır. Bu açmazlar idealizm-realizm karşıtlığında belirginleştirilmiştir. İdealizmi de realizmi de bir düşünce sisteminden ziyade yöntem olarak kullanmaktadır Kant. İdealizmin iki türün: Transandantal ve Ampirik, olduğunu ifade ettikten sonra bunların karşılarına da realizmi koymaktadır. Transandantal idealist, ampirik realisttir: şöyle ki dış nesnelerin varlığını yadsımaz; lâkin bunların bilgilerinin bizim kategorilerimizden nesneye transandantal birliği veren yetimizden kaynaklı ulaşabileceğimizi söyler. Bu da nesne olmadan iş göremez. Ampirik idealizm ise dış nesnelerin varlığını; onların transandantal idealarından hareketle bilebildiğimizi, onların bir başlarına var olmadığını iddia eder. Bunlarla birlikte dogmatik ve kuşkucu idealistlerin de ya nesnenin dışvarlığının mutlak olamayacağı ya da bunların bilgisin asla edinilemeyeceği yönlü idealistlerdir. Oysa Kant idealist derken anlaşılması gerekenin duyuların dış nesnelerinin varlığını yadsıyan değil; tersine bunların yalnızca dolaysız algı yoluyla bilineceğini kabul etmeyen biri olduğunu ifade eder.
Kant, bu alanı konu edinen rasyonel psikolojiyi benin birliğinden hareketle hiçbir koşula bağlı olmayan ruha ulaşmanın imkânsızlığı gerekçesiyle yetersiz bulur. Bize sunulan görülerin sadece ampirik işlenebileceği ve insanın kendisini ampirik bir nesne gibi bilebileceği için bunun yerine ampirik psikolojiyi önermektedir.
Peki insanın bu mutlak olana ulaşma çabası sonuçsuz mu kalacaktır? Kant metninin girişinde “İnanca yer açmak için, bilgiye sınır koymak zorunda kaldım” sözleriyle ifade ettiği bu husus, Saf aklın değil ama pratik aklın işleyişinde sonuç bulacaktır. Saf akılda kendimizden (kendi bilgimizin sınırları) başka belirleyen olmadığı düşünülecek olursa, böylesi bir soruna buradan yanıt bulmak kendi içinde imkânsızdır. İnsan tek başına kendi eylemlerinin kaynağı olmalıdır; ama eylemlerin meşruluğunu tek başına kendinde görmemelidir. Otonomi ile ahlak ilkesi arasında kurulan bağ da bu temel üzerinde yükselmektedir. Saf aklın bilemediğini pratik akıl eyleyerek görecektir.
Pratik Aklın Eleştirisi
İnsan iyiyi bilmek için eylemez. Sonlu varlığında mutluluğa ya da faydaya ulaşma amacı da kategorik imperatif için yeterli değilidir. Bunu sonlu varlığının sonsuz niteliği gereğince yapması gerektiği düşüncesindedir. Bu anlamda edimlerinin sadece kendisini değil kendisinden hareketle insan çokluğunu etkileyeceğinin bilincinde olması gerekir. İnsanın kendisini tanımladığı kavramın insanlığın tanımlandığı kavram hâline gelebileceğinin transandantal düşüncesi, insanı kendini insanlıktan bağımsız düşünmemesi gerektiği olgusuyla açıklar. Tek insanın kavramı altına düştüğü insanlığa uygun davranması ve insanlığın görülerinden biri olduğunun bilincinde olması gerektiği düşüncesi…
Saf Aklın Eleştirisi’ni akla koymaya çalıştığı sınırı aklın yapmaması gerekenler üzerinden kuran Kant, Pratik Aklın Eleştirisi’ni insan eylemlerine benzer sınırı farklı temeller üzerinden kurar. Eylemlerin sınırını, her ne kadar birbiriyle çelişiyor gibi görünse de özgürlük üzerinden kurar. İnsan eylemleri ahlak yasası tarafından sınırlandırılamaz; insan ancak doğa yasaları tarafından sınırlandırılabilir. Bu anlamda eylemlerimize temel teşkil edecek ilkenin ne mutluluğu erdemle sınırlama gibi Stoalıların düşüncesinde ne de erdemin ancak mutlulukla oluşabileceğini düşünen Epikürosçularda bulamayacağımızı ifade eder. Erdem ve mutluluk arasında kurulabilecek iki yegane ilişki olan Analitik ve Nedensellik bağının bunlara uyarlanamayacağı iddiasındadır. Öyle ki eğer erdem ve mutluluk arasında analitik bir bağ olduğu varsayımıyla hareket edersek bunlar arasında ne gibi özdeşlik olduğu sorusu yanıtsız kalır. Benzer biçimde şayet nedensel bir ilişki kurulacaksa bunlardan hangisinin neden diğerinin etkisi olacağı kuşku götürür. Stoalıları ve Epikürosçuları birbirinden ayıran da neden olarak gördüklerinin farklılıklarıdır. Hangi durumda olursa olsun eylemlere böylesi bir sınır getirmek insanın otonomisini zedeler. İnsanın kendinden başka birinin ilkesi doğrultusunda eylemesini beklemek heteronomi oluşturacaktır. Doğa yasalarının zorunluluk ilkesi gereğince halihazırda sınırlandırılmış insanın bir de insanın kendi kurulduğu olumsal olan ama zorunluluk gibi dayatılan bu ilkelerle sınırları daraltmak başka bir iş görmeyecektir böylesi yaklaşımlar.
Kant öyle bir ilke arar ki hem kişinin kendisi belirleyecek hem de evrensel bir niteliği olacaktır. Bu anlamda bu ilkenin kişinin kendi iradesiyle ortaya konacağı bununla beraber bunu yaparken insan soyunu da hesaba katmasını önerir. Öyle eyle ki eylemlerinin maksimi evrensel ahlak yasasının ilkesini oluştursun. Burada mutluluk ya da erdemden öte bir çıkış noktası vardır, her ne kadar bu ilke temelinde eyleyen kişinin bunların ikisine de ulaşabileceği temellendirilebiliyor olsa da. Ahlak ilkesini özgürlüğün bilgi nedeni/düzeni, özgürlüğü ise ahlak ilkesinin varlık nedeni/düzenidir ifadeleriyle de bu yargısını güçlendirir. Bilgi ve varlık arasında kurulan bu nedensellik sadece Etik’te değil neredeyse batı metafiziğine hakim olmuş olan teori-pratik, epistemoloji-ontoloji, ruh-beden ve sonrasında kelimeler-şeyler arasındaki dualiteyi ortadan kaldıracak niteliktedir. Bunun bir kısır döngü oluşturup oluşturmadığı birinin diğeriyle temelleniyor olup olmadığı sorusu belirgin bir şekilde duruyor olsa da bu soruyu sormaya sebep olan insanı Kant’a kadarki süreçte bu ikisinin birbirinden keskin biçimde ayrı olduğu yanılgısından ötürüdür. Bilgiyi temellendirirken onu nesneden ayrı başına var olabilecekmiş gibi ya da nesneyi bizim bilişsel etkinliğimiz dışında var kabul edebilecekmişiz gibi yanılgılar yüzünden Metafizik bunca zaman aynı konuya eğilmiş olsa da bir sonuca ulaşamamıştır.
Kant Pratik Aklın Eleştirisi’nde etikle ilgili şimdiye değin farklı alanlara serpilmiş olsalar da iki temel yaklaşım olduğunu belirtir. Bunlardan biri, Epikürosçu: mutluluğa götüren maksimin bilincinde olmak erdemdir ilkesiyle; diğeri, Stoalı: erdemin bilincinde olmak mutluluktur ile ahlakı ve dolayısıyla insan edimlerine kaynaklık edecek ve/ya ona uyacak ilkeyi belirtmişlerdir. Kant’a göre bunların ikisinde de açmazlar bulunmaktadır. Mutluluk ve erdemle kurulacak ilişki ya analitik ya da sentetik olma durumundadır, der. Bunların ilki özdeşlik yani mutluluğun ve erdemin aynı ilkeden türemiş olmaları diğeri nedensellik yasasına yani mutluluğun erdemden kaynaklı olması gerektiği görüşleriyle biçimlenmiştir. Kant’ın aradığı ise bu ikisini de barındıran ama onlardan ibaret kalmayan bir yasadır. Erdemin koşulu olan ahlak yasası ve mutluluğun koşulu isteme arasında Kant farklı yönde bağ kurmaktadır. Ona göre ahlak yasası da isteme de nesneye yönelmedeki amaç olmamalıdır; ahlak yasası en yüksek iyiyi istemenin nesnesi yapmalıdır. Yönelinmesi gereken nesne değil, en yüksek iyi olmalıdır. Bu en yüksek iyi ise tam olarak belirlenebilen ve insanın sonlu yaşamında ulaşabileceği bir şey değildir. İnsanın bir bütün yaşamına eşlik edecek bir ide olarak düşünülebilir. Kant bu kısımda “En yüksek iyi pratik olarak nasıl olanaklıdır?” diye sorar. Şimdiye kadar bütün bağdaştırma girişimlerine karşın, hala sorun olarak kalan da bu sorundur. (2)
En yüksek iyi gibi duyular dünyasını aşan bir kavramın görüsünü de duyularda da aramamak gerekir. Burada salt saf akılla çözülemeyecek bir takım sorunlar çıkmaktadır. İnsanın sadece maddi bir varlıkmış gibi alınıp işlenmesinin de eleştirisinin bulunduğu bu bölümde insana dair farklı temalar ortaya çıkmaktadır.
Saf akılda paralogism olarak karşımıza çıkan ruh; pratik akılda ruhun ölümsüzlüğü bağlamında iş görmektedir. Kant aklın teorik kullanımında, nesnenin en yüksek a priori ilkelere kadar uzanan bilgisini vermesi; pratik kullanımında ise, en son ve yetkin amaçla ilgili olarak istemeyi belirlemesi bakımından yarar görmektedir. En son ve yetkin amaçla kastedilenin en yüksek iyi olduğu kolaylıkla görülebilmektedir. İnsanın edimlerini istemenin ahlak yasasına uygunluğu üzerinden kurması kutsallıktır. İşte bu kutsallıktır ki bizi sonlu varlıktan, sonsuz ve en ideal varlıktan pay almaya ulaştırır.
En yüksek iyi pratik olarak, ruhun ölümsüzlüğü varsayımıyla (varsayım vurgusu, saf akılda da üzerinde durulduğu gibi ruhun ölümsüzlüğün sadece varsayım olabileceği bundan kaynaklı bilgisine ulaşılamayacağı; ama düşüncesiyle yarar sağlayabileceğimiz bir koyuttur) olanaklıdır.
İnsanın sadece erdem ve mutluluk isteyemeyeceğini; bununla birlikte edimlerin bunların birincisinden beslenip ikincisine götürmesi gerektiğini ifade ettikten sonra, insan aklının kendisine yanılsama olarak gösterdiği bu ögeler insanın kendi varlığını anlamlandırma kısmında önemli yarar sağlamaktadır. Bu yarar, üstelik, gündelikte maddi ya da gelip geçici tatmini sağlayan –zamanın belli bir diliminde var olan insanın edimlerindeki ilkeyi bu sınırlı zamandan hareketle– değil; zamanın dışındaki o kutsallıktan pay alacak biçimde kendi varlığını en yüksek iyi üzerinden tekrar kurmaktan geçiyordur. İnsanın iyi eyleme doğrultusunda karşılaştığı haksızlıkların da üstesinden gelmesine olanak sağlayacak olan, varlığının o kısmi-dar mekanın o anından ibaret olmadığı düşüncesiyle üstesinden gelebileceğini ifade etmektedir.
Dipnotlar:
(1) Kant’ın burada yapmış olduğu öznel-nesnel ayrımının kişiye özel-özneler arası değil; düşünce-dışdünya arasında olduğunu ifade etmekte yarar var.
(2) Saf Pratik Aklın Diyalektiği, Pratik Aklın Eleştirisi, ss. 123, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Kaynakça
Kant I., Crituque of Pure Reason, Cambridge University Press, 1998.
Kant I., Arı Usun Eleştirisi, çeviren: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları., İstanbul 1993.
Kant I., Pratik Aklın Eleştirisi, çeviren: Ioanna Kuçuradi, Ülker Gökberk, Füsun Akatlı, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 1999.
Kant I., Pratik Aklın Eleştirisi, çeviren: İ. Zeki Eyuboğlu, Say Yayınları, İstanbul 2001.
Heimsoeth H., Kant’ın Felsefesi, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007.
Yazar: Ramazan Kurt
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.