Paylaş

Çocukluğumdan beri zenginlerin neden zengin, fakirlerin neden fakir olduğunu hep merak etmişimdir. Geçen yirmi yıllık süreç içerisinde aynı merak, eşitsizliklerin günlük yaşantımızı sinsi yollarla nasıl hastalıklı hale getirdiği ile ilgili bir şeyler yapmak için eylem çağrısına dönüştü. Çocuk ve genç bir yetişkin iken sınırlı olarak maruz kaldığım sosyal ve kültürel kaynakların farkına varmam, otuz iki yaşında, lisans eğitimimin ikinci yılında oldu. Gençken deneyimlerim ve arzularım en çok iki şeyden etkilenirdi; medya (genellikle televizyon ve müzik) ve kilise- ki annem gezici bir vaizdi. Lisans derslerimin birinde zihnimde sosyolog Pierre Bourdieu’nun “Sosyal ve Kültürel Sermaye’si” hakkındaki bir ders üzerine kendi kendime konuşuyordum. Aydınlanma anlarından birini yaşadım, acaba çocuklarımın yaşam fırsatlarını arttırmak için bu fikirleri kullanabilir miydim? Bourdieu, kamusal ve akademik alanda entelektüel olmaya çalışan bir çiftçinin oğluydu. Başarılarına rağmen, Bourdieu her zaman sudan çıkmış balık gibi orta sınıflar arasında yer aldı- kendisi bu durumu kültürel gecikme olarak adlandırır. Sınıfların, bilinçsizce öğrenilen sözsüz kurallar, değerler, huylar ve zevkler tarafından nasıl üretildiği meselesi, Bourdieu’nun yazı ve araştırmalarında kalıcı bir tema haline geldi.

Hayata tutunmak için Bourdieu, farklı sosyal durumların ya da alanlarla birlikte farklı kültürel sermayelerin yanında her birinin talep ettiği zevklerin bilincinde olunması gerektiğine inanıyordu. Bourdieu için vücut, yani kendimizi nasıl idare ettiğimiz, nasıl giyindiğimiz nasıl hissettiğimiz, herhangi bir alanda oynanan iktidar oyununun nasıl oynandığının anahtarıydı. Belirli bir sosyal alanla aramızda bir uyum oluştuğunda, varoluşsal karmaşa ortaya çıkar ve sudan çıkmış birer balığa döneriz.

“Balık suyun ağırlığını hissetmez ve dünyayı cepte görür.” (127).

Bourdieusyan fikirlerden etkilendiğimden, zevklerimizin ve kültürel sermayenin, arzularımızı nasıl etkilediğini düşünmeye başladım. Zevkin, belirli arzularımıza ayrıcalık tanıyıp diğerlerinden ise uzaklaştıran eğilimler oluşturduğu fikri ne kadar makuldür? Örneğin, belirli sosyal ve kültürel aktivitelere katılmak, bir çocuğun ya da yetişkinin sosyal, kültürel ve eğitsel gelişimine katkıda bulunabilir mi? Belli kültürel zevklerin ve aktivitelerin reddi, üniversite okumak veya belli bir kariyer sahibi olmak gibi umutların ve hayallerin gerçekleşmesini engelleyebilir ya da zorlaştırabilir mi? Bu önermeler doğruysa, Bourdieu’nun fikirlerini kültürel değer ve zevk hiyerarşisinin gündelik üretimine müdahale etmek için kullanmanın bir yolu da olacağını düşündüm. Basit bir hipotezle çalıştım: Evebeynin kültürel eğilimleri, çocuğunun çizdiği ve dayandığı kültürel sermayenin bir parçasını oluşturur.

Ekim 2010’da, farklı renklerden gelen işçi sınıflar tarafından deneyimlenen kültürel engelleri incelemek ve bu engellerin bileşenlerini görmek için UNCLE (Çocuklarımızın Deneyimlerini Geliştirme ve Birleştirme)[1] adlı bir deney kampanyası başlattım. Çalışmamın bir parçası olarak orta sınıf evebeynlerin çocuklarına sağladıkları ders dışı etkinlikleri ve rutin olarak katıldıkları faaliyetleri keşfetmeye karar verdim. Bourdieu’nun öne sürdüğü şekilde, tüm zevklerimizin sosyal ayrışmalar ve bölünmeler yaratmadığını da hatırlamak gerekir. 2003-2006 yılları arasında İngiltere’de yapılan geniş çaplı ve çok metotlu  “Kültürel Sermaye ve Sosyal Dışlanma Projesi” polisiye drama veya cinayet romanlarını sevip, dini kitapları okumayı ve İtalyan restoranında yemeyi sevmemenin kültürel sermayenin oluşmasında çok az etkisi olduğu sonucunu bulmuştur. Yazarların belirttiği gibi “bazı zevkler… sembolik bir yük taşımıyorlar ve kültürel hayatın diğer ayırt edici özelliklerini kümeler haline getirmiyorlar.” 

Dikkatimi, bölücü bir kültürel etkinlik ve mekân olarak gördüğüm şeylere odaklamayı seçtim; bilindiği üzere beyaz bir orta sınıf çevre olarak görülen, sosyal kültürel ve eğitsel faydalarla ilişkilendirilen bir sergi. Neden beyaz olmayan işçi sınıfı insanların bu tarz mekânları kullanmadığı konusunda çok düşündüm ve birkaç arkadaşım ve ailemle birlikte bir ziyaret organize ettim. En büyük kızımın bu ziyarete tepkisi, kültürel değerlerin yok sayılmasının, bedende nasıl derinleştiği ve hissettireceği acı gerçeğini somutlaştırdı.

Bu iki resmin yan yana koyulması benim için fazlasıyla sembolik. Mayıs 2010’da, o sırada 14 yaşında olan kızımı Londra’daki Hayward’ta Tracey Emin sergisini görmesi için sürpriz bir geziye çıkardım. Southbank Centre’a ulaştık, galerinin altına park ettik ve merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. Hayward’a yaklaştıkça Shaniah bana bakıyordu. Ben bir şey söyleyemeden önce donup kaldı ve sergiye girmeyeceğini söyledi. “Bu ben değilim baba, ben değilim.”

Diyecek söz bulamadım. Çoğunlukla kötü şartlardaki azınlık okulları ve ortamlarında bulunan kızım bir binadan etkilenmişti. O kadar üzgündüm ki ona yemin ettim. Üzüntüm, ondan yana olan hayal kırıklığından değil, kısa bir süre içinde ailemin kültürel değerlere karşı olağan bir şekilde savunmasız oluşunu hissetmemeydi. Bir evebeyn olarak kızımı koruyamayacak kadar güçsüz hissettim. Neyse ki biraz gönül alma ve karamel frappuccino vaadiyle, Shaniah sergiyi ‘denemeye’ razı oldu. Sergiyi sevdi. Küfür ve cinsel açıklık dikkatini çekti ve hayal gücünü harekete geçirdi.

Bu ilk deneyim, küçük bir etnografik inceleme olan  “Ana akım sanat galerilerinde dışlanma deneyimleri- siyahî ve etnik azınlık ziyaretçilerin etnografisi” isimli çalışmayı beraberinde getirdi. Bu çalışma, evebeynlerin sanatla ilgilenirken ne hissettiklerini keşfetmek için onları galeri alanına çektiğim sanatla ilgili üç aktiviteden oluşuyordu. Üstesinden gelmek zorunda olduğum ilk engel aslında evebeynlerin galeriye gelmesini sağlamaktı. Yorgunluk ve maddi sıkıntılar ve zaman kaybı galeriye gelmemek için bahane edilen nedenler arasındaydı. Bu, bu sorunların hiçbirinin gerçekte olmadığı anlamına gelmiyor ancak aynı evebeynler sinema ve dışarıda yemek için rahatlıkla 40 sterlin harcarlar. İyi bir serginin yanında eğlenceli ve etkileşimli projeler tasarlamak, seçkin sergilere ücretsiz girmeyi de sağladı.

Evebeynlerin ziyaret ettiği her sergide, gözlemsel öğrenmenin gerçekleştiğini görebiliyordum. Albert Bandura’nın sosyal öğrenme kuramı, bizlerin sosyal deneyim ve gözlemsel öğrenme yoluyla nasıl yönlendirildiğimiz üzerine odaklanır. Öz-yeterlilik kavramının, sosyal öğrenme kuramında önemli bir rolü vardır ve belirli durumlarda başarılı olabilmeye olan inancımızla ilgilidir. Galeride 5-14 yaş arası çocuklar olmasa da, yetişkinlerin öz-yeterlilik kavramıyla ilgili sıkıntıları olduğu belirgindi. Aşağıdaki diyalog, 2012’de Hayward’da Jeremy Deller sergisine ziyaretim sırasında, sergiye katılan bir evebeyn olan Richard’la olan uzun konuşmamdan bir alıntı.

Richard: Siyahîler galerilere gitmez.

Ben: Neyden bahsediyorsun? Ben siyahî değil miyim? (Gülüyorum)

Richard: Biliyorum ancak sen farklısın.

Ben: Nasıl?

Richard: Hadi be adamım, öylesin işte.

Görünüşte neşeli olan bu sohbet aslında sınıf, ırk, cinsiyet ve kültürel değerler arasındaki devrelerin ve akışın bazılarını göstermekte. Richard’ın “Siyahîler galerilere gitmez.” İddiası, onun yaşadığı olayların ve tecrübelerin bir parçasıydı. Onun anlayışına, galerideki gözlemlerine ve içgüdüsel deneyimlerine dayanan kelime seçimleri, üzerine konuşulmayan bir normu temsil eder: Siyahîlerin ana akım sanat galerilerine katılmaması ve “gerçek” siyahîlerin bu mekânları tercih etmemesi doğal ve normaldir.  Siyahî kimliğin bu otantik hali galerinin beyazlığına karşı yaratılmıştır ve bu süreçte benim gibi bu tarz mekânlarda bulunan diğer siyahîlerin durumu “farklıdır”: Yani siyahî değil. Ötekileştirmeyle ilgili yeni bir matruşka bebeği, Sarah Thornton’un “alt kültürel sermaye” olarak adlandırdığı zevklerin küçük hiyerarşilerini ortaya çıkaran görüşü doğuruyor.

Sergi boyunca Richard açık bir şekilde huzursuzdu. Rahatsız görünüyordu ve diğer sergi ziyaretçilerini izlemeyi sürdürdü. Sergi deneyiminin anlattığı video kaydında ise kendi kültürünün yeterince temsil edilmemesinden dolayı sanki kendisi ve kültürünün hiç var olmamış gibi hissettiğini belirti. Peki neden? Serginin İngiltere’deki popüler işçi sınıfı temsil etmesi bekleniyordu ancak gerçekte sergi beyaz işçi sınıfının yaşamını ve kültürel eserlerini yansıtıyordu. Daha sonra Richard’ın sergilere gitmeyen siyahî insanlarla ilgili konuşmasının, aslında onun galeri alanındaki endişe duygularının bir parçası olduğu ortaya çıktı. Richard, diğer birkaç katılımcı evebeyn gibi, kendilerini mekândan dışlanmış, diğer katılımcılardan daha değersiz hissetmemek ve zorlu durumlar içinde bulmamak için kendince stratejiler geliştirdi. Aslına bakılırsa, “yüksek” kültürlü mekânlarda, kendi yarattıkları alt kültürlerinden faydalanıp, kendilerini elemelerinin ve cezalandırmalarının mantıklı açıklamasını yaptıkları stratejiler kullanıyorlardı.

Bu kısa etkileşim, daha geniş çaplı ve sofistike olan şeylerin işleyişini gösterir: marjinalize olmuş insanlar için günlük yaşantıda uzlaşma, Bourdieu’nun belirttiği gibi “suyun ağırlığını hissedebileceğimiz” durumlardan kaçınmak adına bize yardım eden bedensel uygulamaların ve sosyal haritaların sözsüz gelişiminde rol alır. Aynı zamanda kültürel zevkler, değer yüklü olduğundan,  alt kültür sermayemiz ve yerleştiğimiz alanlar bizi sınırlandırdığı kadar da koruyabilir.

Daha önce belirttiğim gibi benim UNCLE projesindeki amacım, gerekli motivasyonun bu kısır döngünün içinden çıkıp kendi alanlarımızı olduğu kadar çocuklarımızın ufkunu da genişletmesi umuduyla evebeynlere öz-yeterlilik duygusu kazanabilecekleri stratejiler geliştirmekti. Peki, öz-yeterlilik nasıl gelişir? Bunun bir yolu “temsildir”. Kişinin kendisine benzeyen insanların düzenli harcanan emek sonucu başarılı olduğunu görmesi, kendisinde de başarı için gereken yeteneklerin bulunduğuna inanmasını sağlar. UNCLE projesi boyunca temsil sorunu tekrar tekrar ortaya çıktı. “Ben ve Yüzüm” aktivitesinde siyahî çocuklar için genel toplumsal görüşte temsil edilmenin ne kadar önemli olduğunu öğrendim.

İşte iki senaryo: İki çocuk, biri siyahî biri beyaz, beyaz insan portreleriyle dolu bir sergiye giriyorlar. İkisi de sergiyi seviyor. Sergiden sonra yiyeceklerle otoportreler yapıyorlar. Siyah çocuk, portresinde cildini temsil etmek için sıcak çikolata tozu ve kakao çekirdeği gibi kahverengi malzemeler istiyor. Beyaz çocuk ise renklerle ilgilenmiyor. Onun beyazlığı, işaretlenmesi ya da üzerine düşünülmesi gereken bir şey değil, sergiyi duvardan duvara çevreleyen portrelerdeki beyazlık gibi normal olarak doğallaşmıştır. Daha yakından incelendiğinde, portreler daha çok renklendirme ve sıradanlığın ortaklığını göstermektedir. Burun, dudaklar, gözler ve saç gibi diğer özellikler taklitle resmedilmemiştir. Soldaki portrenin kahverengi cilt rengi amaçlı bir renklendirmeyle ön plana çıkmaktadır, çocuklar ve eserleri arasında bu alandaki kanıksanmış şeyi, beyazlığı, vurgulayarak bir bağ oluşturur.

Tate’de, çocukların ve evebeynlerin sevdiği Meshac Gaba ve IbrahimEl-Salahi sergileri gibi çeşitli sergilerle, sergi çeşitliliğinde iyileşmeler oldu. Ancak kamu parasıyla desteklenen bu kurumların temsil edilmeyen grupları motive etme biçiminde istenilen gelişme olmadı. Warwick Üniversitesi’nden Dr. Eleonora Belfiore’un belirttiği gibi zevk hiyerarşisini devam ettiren sosyal ve kamusal yapılarla ilgili sorulması gereken bazı temel ve “sıkıntılı” sorular var. Belfior’a göre “Eğer kültürel değer üzerindeki tartışma, öz-takdir sorunsalının ötesine geçerse, o zaman kesime bir bütün olarak sorulacak sıkıntılı sorular için bir fırsat olmalı.”. Bu sorular, “Kesimin kattığı değerler kimin için var?”, “Büyük ve küçük kuruluşlar, kamusal ve kültürel kuruluşlar olarak varlıklarını devam ettirmek için ne yapmalı?” şeklinde ortaya çıkar.

Bu gibi sorular yüzünden kendimi sosyal yardım girişimleriyle çalışmak zorunda hissettim ve kurumsal gelişime katkı sağlamaya çalıştım. Kültürel değere karşı gelişen farklı eğilimleri anlayıp değerlendirerek “yüksek/alt” kültür ayrımında rol almaya ve bu ayrımı yok etmeye başlamak için gereken popüler kültür duyarlılıklarını harekete geçirebiliyordum. Örneğin, evebeynleri Hayward’taki George Condo sergisine çekmeyi ve otoportreleri incelemeyi başardım. Daha büyük bütçeli ana akım kültür kurumları bunu başaramazken, ben nasıl başardım? George Condo’nun çalışması ile Kanye West’in çalışması arasındaki bağı görünür kıldım ve günümü etkileşimli hale getirdim.

Kültürel değeri sorgulama ve yeniden inşa etme işi kolay ya da apaçık değildir ve daha “sıkıntılı” sorular ortaya çıkmaktadır. Zevkleri çeşitlendirerek kültürel hepçilleri destekliyor muyuz ya da “yüksek” ve “alt” kültür arasında ayrım yapan değerleri radikal bir şekilde gözden geçirmek istiyor muyuz? Günlük yaşantımızda nasıl hayatta kalıyor ve nasıl gelişim gösteriyoruz? Çalışmamı tamamladığımdan beri, yüksek öğrenim alanlarında çalıştım ve “doğru” kültürel sermayenin eksikliğinin arzuların gerçekleşmesini engellemeye nasıl devam ettiğini ilk elden gördüm. Alt kültürel sermayenin, siyah olmanın ne anlama geldiğini bastıran düşüncelerin değerlendirilmesi yoluyla bizi nasıl dışlamaya çalıştığının da acı bir biçimde farkındayım. Ve bu durum, biz sorgulamaya ve bu tarz dünya görüşünün sınırlamalarıyla karışıklıklarını çözmeye başlayıp özellikle de dışlanmanın verdiği zararlara karşı koruyucu/savunucu bir yanıt verebilinceye kadar devam edecek. Kendi öz-yeterlilik duygumuzu arttırmak ileri gitmenin tek yolu.

Yazar:  David Osa Amadasun
Çeviren: Berfin Çiçek
Kaynak: mediadiversified.org

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com