İnsanlık bir topluluk olarak birlikte yaşamaya başladığından beri, bu toplumu oluşturan bireyler ya da insanların eylemleri topluluk içinde bulunan diğer insanlar için her zaman önemli olmuştur. Çünkü belli bir eylemsellik içinde olan insan, bu eylemsellik ile birlikte belli sonuçların gerçekleşmesine yol açar. Bu nedenle birey ya da kişi eylemde bulunurken kendi eyleminin sorumlusu haline gelir. Fakat bu sorumluluk kendisine ait olduğu gibi diğer kişileri de bu sorumluluğa bağlar.
Bireyin eylemi pek çok kural tarafından belirlenmeye çalışılır. Bu belirlenim mutlak bir yasa ile ya da göreli bir düşünce olarak çıkmış olabilir. Fakat bu belirlenim elbette herkes için geçerli olmak zorunda değil, nitekim zorunlu olması da beklenemez. Çünkü insan kendi eyleminin kararını kendisi verir. Fakat bu kararı verirken elbette doğuracağı sonuçlar bakımından diğer insanları da gözetmesi gerekir. Felsefe tarihi boyunca ahlak felsefesinin önemli bir konusu olan sorumluluk ve eylem arasındaki ilişki ile ilgili argümanlar, günümüzde de süren bir tartışma konusudur. Özellikle modern toplumla birlikte, öznenin sorumluluğu ve kolektif sorumluluk tartışması daha önemli hale gelmiştir.
Elbette insan eyleminin sorumluluğu hakkında pek çok felsefi düşünüş vardır. Fakat biz varoluşçu anlamda bir sorumluluğu, Jean Paul Sartre üzerinden ele alacağız. Varoluşçu anlamda, varlık özden önce geldiğinden dolayı, insan kendi eyleminin sorumlusudur, ama kendinde-varlıkları herhangi bir eylemden sorumlu tutmak anlamsız olur. Çünkü kendinde-varlık sabit, değiştirilemez bir doğaya sahiptir. Fakat insan için bu anlamda bir yargıda bulunmak yanlış olur. Çünkü insan kendi eylemlerini gerçekleştirirken değişmez bir doğaya sahip değildir, aksine bu eylemlerinden sorumlu olması için özgür olması gerekir. Bu nedenle insanın özgür bir varlık olduğunu söylemek mümkün hale gelir.
Sartre’ın sorumluluk ile ilgili düşüncelerinin, bireysel anlamda bir sorumluluğun yanında diğer bireyleri de gözettiği için kolektif anlamda bir sorumluluk anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz. İnsan bir eylemde bulunurken, bu eylemin şekillendireceği şeyin yalnızca kendisi olmadığını düşünerek gerçekleştirmelidir. Bu eylemin tüm insanları etkileyeceğini düşünmelidir. Eylemin sonuçları ve etkisi yalnızca eylemi gerçekleştiren bireyi değil, diğer bireyleri de kapsar. Sorumluluk ile ilgili bu şekilde düşünen yalnızca Sartre değildir. Bu düşünce tarzı, Immanuel Kant’ın koşulsuz buyruğunu hatırlatır. Fakat bu düşünce tarzları arasındaki fark Kant’ın bu anlayışı evrensel bir öz haline getirmesi, Sartre’ın da bu düşünce tarzının evrensel olmadığını savunmasıdır. Evrensel bir yasa olmadığı düşüncesi insanların tam anlamıyla göreli bir yasayı benimsemesi ve bu yasanın diğer insanların da çıkarını gözetmeyeceği anlamına gelmez. Tam tersi bir şekilde, insanın bir toplum içinde yaşadığı halde yalnızca kendi çıkarını gözeteceği bir yasayı savunması beklenemez. Çünkü eylemlerin sonuçları yalnızca bireysel değil, toplumsaldır.
Eylemlerimizin sonuçları bakımından toplumsal olması, eylemlerimizin yalnızca ahlaksal olarak değil politik olarak da bize belli bir sorumluluk yüklediği anlamına gelir. Politik etik denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri Hannah Arendt’dir. Arendt, politik etik tanımını özellikle ‘kötülük’ kavramı ile yapar. Bu tanımdan önce sorulması gereken soru: “Ahlaksal özne, ‘diğeri’nin yok edilmesine nasıl izin verdi ya da bu şiddete nasıl katılabildi?”(1) İkinci dünya savaşında Nazilerden dolayı ABD’ye kaçmak zorunda kalan Arendt, bu savaş sırasında yaşanan kötülüğü yakından görmüştür. Bu nedenle onun için politik etik önem arz eder. Bu anlamda politik etik, politikaya sonradan dâhil olmuş ya da eklenmiş değildir, aksine bu etik anlayışın kendisi politik bir tavırdır.
Arendt’in politik etiği, elbette kolektif sorumluluk ile ilişkilidir. Kolektif sorumluluk, öznenin diğerleri ile ilişkisinde aldığı kararlar ve eylemler doğrultusunda yalnızca kendisine değil, diğer tüm öznelere karşı sorumlu olduğunu gösterir. Arendt’in belirtmek istediği nokta da budur. Politik etik çerçevesinde, öznenin tutumu ve kararı diğer öznelerden bağımsız değildir. Çünkü sonuçlar o toplum içerisinde yaşayan tüm özneleri etkiler. Yukarıda sorulan soru da tam olarak bununla bağlantılıdır. Sorumluluk bu anlamda oldukça önem kazanır. Çünkü ahlaksal öznenin, diğerinin yok edilmesine izin vermesi ya da bu yok edilmeye katlanabilmesi öznenin kendisini sorumlu yapar. Şiddet ya da yok etme eylemini bizzat öznenin kendisi gerçekleştirmemiş olsa dahi, en az eylemi gerçekleştiren özne kadar diğer özneler de bundan sorumludur. Çünkü her bir özne topluma ve hatta dünyaya karşı sorumludur.
Öznenin başka öznelere yapılan şiddet ve baskıyı gözardı etmesinin, öznenin kolektif sorumluluğa ters bir eylem gerçekleştirmesi olduğunu söyleyebiliriz. Öznenin topluma olan sorumluluğu, yukarıda değindiğimiz Sartre’ın sorumluluk düşüncesi ya da Kant’ın koşulsuz buyruğuna da ters bir duruş sergiler. Çünkü özne politik anlamda bir eylemde bulunduğunda bunu yalnızca kendisini gözeterek, yalnızca kendi çıkarı doğrultusunda gerçekleştirir. Tıpkı katledilen Yahudilere karşı sessiz kalan Almanların yaptığı gibi. Oysa kolektif sorumluluk bunun tersi bir biçimde işler. Politik anlamda yaşanılan olaylara karşı tutumumuz ve eylemlerimiz bizi iyi veya kötü sonuçlarından sorumlu tuttuğu gibi, bunlara karşı duyarsız olmak da büyük bir sorumsuzluktur.
Dipnot:
(1) Toker, N. (2006). Hannah Arendt’te Politik Sorumluluk ve Yurttaş Sorumluluğu, Birikim Dergisi.
Yazar: Abdullah Gülsever
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.