2010 yılında 30 yaşındayken ilk boşanma sürecimin ortasındaydım ve bize yabancılaşmış alkolik babamın ölümüne henüz şahit olmuştum. O sıralarda Harvard’da, Amerikalı öncü filozof ve psikolog William James hakkında bir post-doktora yazısı kaleme alıyordum. Onun pragmatizm olarak bilinen felsefesinin kurtarıcı etkileriyle ilgili bir kitabı bitirmem gerekmesine rağmen, yalnızca devam edebilmek adına mücadele veriyordum. O karanlık dönemde yaşam bana anlamsız gelmekteydi.
Bu, James’in tümüyle aşina olduğu ve onu tanımlayan fikirlerine sonunda onu yönelten bir duyguydu. James’in sorduğu ve pragmatizmin yanıtını aradığı soru, son derece büyük bir anlama sahipti: “Hayat yaşamaya değer mi?” Cevabı ise şöyle olmuştu: “Belki.”
Kimilerine bu cevap rahatsız edici gelebilir. Ne var ki, felsefi sistemi ömür boyu süren fiziksel ve psikolojik baskılardan etkilenen James için “belki” kelimesi olasılıklarla doluydu. Bu kelime, anlamlı bir hayatı gerçekleştirmek, çok geç olmadan değeri olan bir şeyler bulmak ya da büyük olasılıkla yapmak için her kişiye sorumluluk yüklemektedir.
Anlama Yeni Bir Yol Bulmak
James 1869 yılında yetişkinliğin ve aynı zamanda çöküşün eşiğindeyken, arkadaşı Henry Bowditch’e yazdığı bir mektupta, “Ben aşağılık sefil biriyim. Son üç aydır hayata karşı duyduğum tiksinti, mektup yazmamı neredeyse imkânsız hale getirecek kadar bana zarar verdi.” itirafında bulunmuştu. Bu itirafı takip eden yirmi yıl boyunca, James yaşamı sanki buna bağlıymış gibi sürekli mektuplar, denemeler, kitaplar yazacak, Amerikan felsefesi ve psikoloji biliminin kurucusu olmaya devam edecekti. Ancak Bowditch’e yazdığında bunların hiçbirini öngörememişti. Doğrusu, bir sonraki günü görmek için bile sıklıkla mücadele ediyordu.
Sorun şuydu: James felsefi olarak tıkanmış, kendisinden önceki sayısız düşünüre eziyet eden düşüncelere kapılmıştı. İnsanların hayatlarının kendi kontrollerinin ötesindeki güçler tarafından belirlenme ihtimali, onu endişelendirmekteydi. Belki hayat baştan belirlenmişti, trajik bir şekilde ve anlamsızca sona ermeye mahkûmdu. Belki de insanlar tüm çabalarına karşın kendi başlarına, özgür ve canlı varlıklar olarak hareket edemezlerdi. James’in sorunu anlamsızlıktı ve bu onu intiharın eşiğine sürükledi.
Yanıtların peşindeki genç James, nihai teorisi olan pragmatizmin temellerini atmasında ona yardımcı olacak titiz bir çalışmaya soyundu. Bu çalışma, 2. yüzyıl Roma İmparatoru ve Stoacı bir filozof olan Marcus Aurelius’la ilgiliydi.
Stoacılık, tümüyle doğru sayılamayacak bir yaklaşımla, genellikle sineye çekmeyi ve katlanmayı sağlayan bir yaşam felsefesi olarak tanımlanır. Bunun daha iyi bir tanımı ise şöyle yapılabilir: Stoacılık, kişinin yaşamını doğanın amansız gereklilikleriyle uyumlu kılma teşebbüsüdür. Kişi bir yetişkin olduğunda, grileşmiş saçlar, hastalık ve ölümle yüzleşmesi onun için en iyisidir. Ne yaparsak yapalım, bunların hepsi gerçekleşecektir.
Stoacılık her insanın iki ana unsurdan oluştuğu varsayımına dayanır: bedensel benlik ve bedene fiziksel dünyada rehberlik eden ruh olarak, “yönetici” ruhsal benlik. Bedensel benlik tamamen özgür olmasa da, bu “yönetici kısım” fanilikle beraber gelen pek çok talihsiz koşula nasıl tepki vereceğini seçmekte az çok özgürdür.
Stoacılık, Marcus Aurelius’un Roma İmparatorluğu’na özgü ruhsal düşünce yapısına oldukça uygun olmasına karşın, bilhassa modern bilimin bakış açısına uyumlu değildi. James, 1860’lı yılların sonlarında, Aurelius’un “kişiliğin ikili tasavvuru” düşüncesini destekleyen dini yapının sorgulanmaya başlandığı entelektüel bir kültürde rüştünü ispatladı. Farz edelim ki ruh diye bir şey yok; o halde Stoacılar için çok önemli olan o “yönetici kısım” ne olurdu?
James, biyoloji ve fizyoloji başta olmak üzere doğa bilimleri üzerine yaptığı çalışmalar esnasında deterministlerle karşılaşmaya başladı: onlar, insanların “biraz et yığını”, “biraz da nefes”ten oluştuğunu savunan düşünürlerdi. Deterministler bir anlamda Stoacıların bıraktığı yerden ilerlediler. Hayatın tamamen doğa tarafından belirlendiğini ve insanların bu yüzden uzun ve anlamsız bir trajedinin ıstırabını çektiğini kuramlaştırdılar. Bu dünya görüşü, James için hayati tehlike teşkil eden bir kriz oluşturuyordu.
Evrim ve Determinizm İkilemi
James’in 1884 yılında yazdığı gibi, determinist dünya görüşü “geleceğin hiçbir muğlak olasılığı rahminde saklı tutmadığını” öne sürer. Bu da insanları, kendi hayatlarının sözde belirlenmiş olan gerçeklikleri içinde kendilerine bir anlam bulma ya da yaratma yolundan yoksun bırakır.
Ne kadar kasvetli görünürse görünsün, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin 1859 yılında yayımlanmasını takip eden yıllarda determinizm gibi bir felsefenin ilgi görmesi anlaşılır duruyor. Neticede, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin felsefi topluluklarında aykırı bir fikrin güçlenmesi Darwin’in evrim teorisinden kaynaklanmaktaydı. Bu teoriye göre, insan sadece hayvandı; belki son derece zeki olanlarındandı, yine de sadece hayvandı.
Bir önceki kuşağın filozofları, insanlar dışındaki diğer hayvanların tümüyle doğa yasaları tarafından kontrol edilebileceğini, ancak insanların bir şekilde farklı ve nasılsa özgür olduğunu düşünme lüksüne sahiplerdi. Darwin ve takipçileri bu varsayımı tersine çevirdi. Böylece James’in de aralarında bulunduğu genç filozoflardan oluşan yeni bir grup, diğer hayvanlar gibi insanların da doğal hukuk tarafından yönetildiği çıkarımını anlamlandırmakla görevlendirildi.
Genç James için, insanların da diğer hayvanlar gibi doğanın heveslerine tabi olduğu fikri korkunçtu. Onun, insan özgürlüğünün evrimsel bilimin bulgularıyla nasıl örtüşebileceğini çözmesi gerekiyordu.
Yıllar sonra 1911 yılına gelindiğinde, James’in arkadaşı ve meslektaşı olan Josiah Royce, evrim teorisyenlerinin “ikinci kuşağı” olarak saydığı bir grup düşünürün arasında James’in önde geldiğini belirtecekti. Bu teorisyenler, insan doğasını anlamanın gerçek anlamda yeni bir yöntemi olarak bilim ve felsefeyi birleştirmeyi kendilerine görev edindiler. Bu verimli entelektüel zeminden, “hakikatin eylemlerin sonuçlarında bulunduğu fikri” olan pragmatizm ortaya çıktı. Buradan da, bir bilim dalı olarak psikoloji doğdu.
Bir “Sağlıklı Düşünme” Felsefesi
Bir cisim alıp —küçük bir kaya parçası ya da cesaret edebilirseniz telefonunuzu— sığ bir nehre götürün ve nehrin içine atın. Durgun bir akşamda bu cisim nihayet nehrin dibine çöktüğünde, su dalgalarının hala hareket edip büyüdüğünü görürsünüz. Başlangıç noktasındaki bozulma ilk kaybolandır; ne var ki dalgalar dağılsalar bile bu etkinliğin sonuçları eşmerkezli olarak yayılmayı sürdürür.
Büyük düşünür Ralph Waldo Emerson, 1841 yılında yazdığı Circles [Çemberler] isimli denemesinde, “Hayatımız, her çemberin çevresine bir diğerinin çizilebileceği bir hakikat için yaptığımız çıraklıktır.” diye açıklamıştı. Bu şiirin yayımlanmasından elli yıl sonra James, yayılan küreleri andıran bir benlik modeli geliştirdiği Psikolojinin İlkeleri adlı kitabının yazım sürecini tamamladı.
James’in modelinin merkezinde, bedenlerimiz ve maddi servetimiz yani “maddesel benlik” bulunmaktadır. Bu benlik modeli çoğu zaman hayatımızın en elle tutulur yanı olarak kabul edilir, ancak James’e göre aynı zamanda en yüzeysel olandır. Genellikle bir sonraki halka için maddi servetlerimizden vazgeçmeye gönüllü olabiliriz. Bu, James’in “sosyal benlik” olarak kavramlaştırdığı şeydir; kişinin, arkadaşları, ailesi ve sevdikleri üzerinden tanınmasıdır. Son olarak James “ruhsal benlik”in varlığını açıklar. Ruhsal benlik, “entelektüel, ahlaki ve dinî istek” içinde aranan ve deneyimlenen benliktir. Bu, benliğin en geniş kapsamlı yönüdür; bununla beraber, çoğumuz için en az anlaşılır olan ve kolayca ihmal edilen benliktir. Tam olarak algılanmadığında ya da açıkça dile getirilmediğinde bile önemli olan dalgadır.
Post-doktora yaparken geçirdiğim o zor günlere ve ardından gelen o sıkıntılı zamanlara geri dönüp baktığımda, William James’in felsefesinin hayatımı kurtardığını güvenle söyleyebilirim. Daha doğrusu, onun felsefesi, hayattan korkmamam, belirsizliği kabul etmem ve kendi kürelerimi güçlendirmem için beni yüreklendirdi.
James çağımız için şunları yazmıştı: “İnsan, gelenek ve batıl inançtan kaçınan ama umutsuzca varoluşsal anlamı arzulayan; bollukla ama aynı zamanda depresyon ve akut anksiyeteyle tanımlanandı.” Böylesine bir kültüre karşı, James nazikçe ve ısrarla insanları şu düşünceye teşvik etti: “Hayattan korkmayın ve hayatın yaşamaya değer olduğuna inanın, böylece inancınız bunun gerçekleşmesini sağlamaya yardımcı olacaktır.”
Böylelikle, William James’in varoluşsal can yeleğini okuyucuya sunmak istiyorum. Elbette, yaşam insan için nihai evredir, hiç kimse ondan canlı çıkamaz. Ancak bazı yazarlar, bilhassa James, hâlâ şansımız varken insan olmanın en önemli yanını koruyarak ve onu aktararak, deyim yerindeyse hayatta kalmamıza yardımcı olabilir. Bu, hasta bir ruh için gerçek bir panzehir olmayabilir, ancak onu evde hazırlayabileceğimiz etkili bir ilaç olarak düşünmek hoşuma gidiyor.
©® Düşünbil (2021)
Yazar: John Kaag
Çeviren: Selin Melikler
Çeviri Editörü: Yağmur Alev
Kaynak: forge.medium.com