Paylaş

Ayırıcı olarak düşündüğümüzde insan tekil bir doğa varlığıdır, dinamik bir organizmadır, diğer tekillerin dışındadır, onlarla arasında organik ve kültürel bir sınır vardır. Birleştirici olarak düşündüğümüzde ise insan toplumsal bir varlıktır, toplu yaşam için diğer tekilliklerin içine doğru hissetmek ve düşünmek, sınırların akıcılığını sağlamak, kültürel köprüler kurmak zorundadır. Hem “empati” hem de işbirliği süreçlerinde yaşamın temel tonu, değişik birlikte oluş ve hissediş köprüleri kurarak giderilmeye çalışılan tekil yalnızlıktır, tek başına olma hissinin yarattığı hüznü birlikte olmanın sevincine dönüştürme çabasıdır. Tekil insan varlığı yalnızlığını ve tek başınalığını da, hüznünü ve sevincini de topluluk içinde yaşar ve anlamlandırır. İnsanın bir “zôon politikon”, bir topluluk varlığı olduğu, topluluk içinde yaşamaya koşullanmış bir varlık olduğu Aristoteles’ten beri dile getirilmektedir. Tekil insan varlığı çevresindeki diğer insan varlıklarının duygu ve düşüncelerinden, acılarından, hüzün ve sevinçlerinden haberdar olduğu ve onları doğrudan veya dolaylı olarak paylaştığı için topluluk bireyi olarak hiçbir zaman tam olarak yalnız kalamaz, tam olarak yalnız değildir. Anlaşılmak isteyenler için anlaşılmamak, kavuşmak isteyenler için kavuşamamak, anlatmak isteyenler için dinlenmemek, değiştirmek isteyenler için değiştirememek, sevinenler için hüzünlenememek,  hüzünlenenler için sevinememek bir bakıma yalnızlaşmaya veya tek başınalaşmaya başlama duygusu olabilir. Ancak tek başınalık ve yalnızlık farklı şeylerdir.

Tek başınalık duygusu ilişki yoksunluğundan değil, ilişkilerden duyulan hoşnutsuzluktan kaynaklanan bağlantısızlık duygusudur diyebiliriz. İnsan, ilişkiler içinde dikkate alınmadığını, kabul edilmediğini, kendine gereksinim duyulmadığını, dışlandığını derinden hissederse kendini tek başına kalmış hisseder. Bu bağlamda tek başınalık, beynin ödül merkezini hareketlendirmeyen, acı veren bir durumdur. Yalnızlık ise, başkalarının varlığında, ilişkiler içinde deneyimlenen bir duygudur; gençler ve yaşlılar, köylüler ve kentliler, merkezdekiler ve çevredekiler veya aile içindeki bireyler açısından farklı beklentiler nedeniyle farklı boyut ve yoğunlukla yaşanabilir. Yalnız kalmayı isteme, yüksek zihinsellik ve eğitimlilikten kaynaklanan duygusal bir olgunluk belirtisi olarak ilişkiler içinde ayrı durabilme “yeteneğini”, bir tercihi de ifade edebilir. Erken ölüm riskini artıran yalnızlaşma bir “kaybetme deneyimi”, tek başınalaşma ise bir “vazgeçme deneyimi”dir, insan yalnızlaşmaya katlanmak zorundadır, tek başınalaşma ise aranır ve istenir olabilir diyebiliriz. Diğer yandan insanın toplumsal bir varlık olduğunu düşündüğümüzde tek başınalaşma; toplumun yakınlıktan, tanıdıklıktan ve güven vericilikten uzaklaşması şeklindeki bireysel yabancılaşma deneyimidir, sonuçta toplumsal bir varlık olduğu unutturulan insanın kendine yabancılaşmasıdır.

Filozof Gadamer’e göre Marx, insanın kendi emeğine yabancılaşmasını; “kapitalist iktisat biçimi”ndeki üretim ilişkilerinin yapaylığına, paranın fetiş karakterine ve insan emeğinin meta karakterine dayandırarak eleştirel olarak açıklamaktadır. (1) Biraz daha açalım: Üretim araçları, iş sağlama olanakları başkasındadır, işi başkası kendi kazancı için verir, insan başkası adına çalışmaya ve düşünmeye zorlanmaktadır. Bedensel, zihinsel ve duygusal emek çalışanın işverenle “ücret” karşılığında mübadele ettiği ve işverenin kendi kârı için tükettiği veya sattığı bir metaya dönüşmektedir. Çalışanın yaşam gereksinimleri ve giderleri genellikle en alt düzeyde tutulmaya çalışıldığından insan başkası için kendi zararına çalışmaya zorlanmaktadır. Emek harcayarak yaratma süreçleri; çalışanın kendi yetenek potansiyelini tanıma ve kendini gerçekleştirme amacından, yaşamı sürdürmek için koşulları dışarıdan belirlenen bir para kazanma aracına dönüşmektedir. Para peşinde koşma kendi başına bir amaç haline, insanlar para ve mülkü ile ölçülen insanlar haline gelmekte, her şey parayla ölçüldüğü için paranın kendisi adeta tapınılan büyülü bir nesneye, bir fetişe dönüşmektedir. Sonuçta insanlar adil olmayan bir gereksinim belirleme, verme-alma, satma-satın alma ilişkileri yumağında, toplumsal kurum ve yapılara, iş ilişkilerine, sosyal ilişkilere, inançlarına, duygularına, düşüncelerine, kendi emek ürünlerine, üretici yaşam etkinliklerine, kendi özsel özelliklerine ve birbirlerine yabancılaşmaya zorlanmakta ve yabancılaşmaktadır. (2)

Günümüz modern toplumlarında deneyimlediğimiz diğer zorlanmalar ve bireysel yabancılaşma deneyimlerimiz de tek başınalık duygumuzu arttırabilmektedir. Üretimde teknolojikleştirilen, düşüncede ve yaşamı yürütme tarzında rasyonelleştirilen, salt akla dayandığını varsayan bir toplumsal düzende, duygusal becerilerimizin veya duygusal zekâmızın yeterli önemi yoktur; özel becerilerimiz, uzmanlık alanımız, mesleğimiz nedeniyle toplum için vazgeçilmez özel bir değerimiz yoktur. Herkes değiştirilebilir, başka birisi her zaman yerimizi doldurabilir. Herhangi bir kişi veya sıradan olmaya zorlanma, kendilik değerimizi sıradanlaştırmakta; bizi benliğimize, yetenek potansiyelimize ve emeğimize yabancılaşmaktadır. Diğer bir “zorlanma deneyimi” ise, daha iyi nasıl yapılacağını bildiğimiz şeyleri, dirensek de sonuçta mutlaka istenildiği gibi veya herkes gibi yapmaya zorlanmadır. Değişik yaşam alanlarında bizi biçimselleştirerek ve tek tipleştirerek öznelliğimizi, kişiselliğimizi ve yaratıcılığımızı ve dolayısıyla ‘biricikliğimizi’ hissetmemizi engelleyen dışarıdan zorlanma deneyimleridir. Bu tür deneyimler bizi kendimize ve diğer insanlara yabancılaştırmakta, sosyal çevremizle alışılmış bağları zayıflatabilmekte ve bir “kaybetme deneyimi” olarak yalnızlaşmaya veya kendilik/benlik aykırılığının farkına vardıran bir “kazanma deneyimi” olarak tek başınalaşmaya yol açabilmektedir.

Tüketime zorlanma” ve “düşünceye zorlanmadiğer temel zorlanma veya mecbur kılınma deneyimleridir. Günümüzde yüksek bir içsel özgüllüğü ve özgürlüğü olmayan herkes iktisadi sistemin örgütlü gereksinim üretme mekanizmasının dışına çıkamamakta ve dışarıdan gereksinim olarak tanımlanan her şeyi tüketmeye yönlendirilmektedir. Yine aynı şekilde doğrudan yüz yüze konuşmalar yerine yaygın olarak medya yoluyla gerçekleştirilen bilgilendirilme politikaları üzerinden belirli aynı tip düşünceleri oluşturmaya zorlanmaktayız. Marx buna içselleştirdiğimiz, alıştığımız ve sonunda “doğal” kabul ederek sorgulamadığımız, egemen ideolojileri taşıyan düşünme biçimleri anlamında “nesnel düşünme biçimleri” diyor. Sonuçta insan kendisini duyumsayamamakta, “kendi özeline” çekildiğini sansa da toplumun dışına çıkamamakta, bıkkınlık ve yorgunlukla kendisini belirleyen bağımlılıkları görmek istememekte, bağımlılıkları kendi biricikliğiymiş gibi içselleştirerek özsel gelişimini köreltici stresli bir ‘rahatlama’ ve vazgeçme sürecini denemektedir. Biraz daha açalım: Geleneksel topluluk yaşamıyla karşılaştırıldığında “para ekonomisine” dayalı modern toplumsal yaşam “öznel kültür”ün “nesnel kültür” olarak başkalaşımından doğan bir “kültür huzursuzluğu” yaratmaktadır. “Formel bir eşitliğin acımasız bir sertlikle kol kola gittiği” para ekonomisinin aklı ve mantığı, insanların duygularına yönelik değildir, konuların “rasyonel” olarak anlamlandırılması ve yönetilmesiyle ilgilidir. Bu nedenle “hesaplayıcı bir varlığa” dönüşen büyük kent insanı, kişisel ilişki ve özelliklere değil, kişilerin ne ortaya koyduğuna, başarımlarına bakar. Çünkü “modern büyük kent, neredeyse tamamen piyasa için üretimden, üreticilerin hiç yüz yüze gelmediği alıcılardan” beslenir (Tönnies, Simmel, Freud). Büyük kent insanlarının zihinlerini ve sosyal ilişkilerini sarmalayan rasyonelliği, idealsizliği, bıkkınlığı, duygusal körelmişliği ve sosyal mesafeliliği (Simmel) dostluk ve arkadaşlık bağlarıyla yumuşatarak rahatlamak; yabancılaşma, tek başınalaşma ve yalnızlıktan kaçışın pratik bir seçeneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de arkadaşlığın ve dostluğun ne demek olduğu modern toplumlarda uzun süredir tartışılan bir konu haline gelmiştir. Dostluk ve arkadaşlığın bizi sistemin ‘rasyonel zorunluluklar’ yüklü “çelikten kafesi”nin (M. Weber) dışına çıkarabilen rahatlatıcılığı ve dinlendiriciliği, modern “yorgunluk toplumu”ndan (Han) bir kaçış yolu olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Fakat…

Başka birine kızdıkları için değil de bizi sevdikleri için bizimle olan; gönülleri kendi üstünlüğü ya da bizim kötülüğümüzle beslenmeyen; çekememezliği önlemek için ara sıra özveriye katlanan, pek önem vermedikleri birkaç işte bize bile bile yenilen, alt olan; öç alacakları zaman, bize zarar vermekten çok bizi pişman etmek istedikleri için bizim durumu önceden bilmemizi isteyen, (3)

Dostlar ve arkadaşlar bulabilirsek…

Ve kaçabilirsek…

Dipnotlar:

(*) Bu kısa deneme bir “yabancılaşma” yazısı değildir. Yabancılaşmaya, belirli açılardan tek başınalık ve yalnızlıkla ilişkili olarak değinilmektedir.

(1) Marx’ın “yabancılaşma” ve “fetişizm” anlayışı için bkz: Edinsel, K. (2014), s. 272-284.

(2) Toplumsal yapıların yarattığı çalışma ve yaşam koşullarının neden olduğu varsayılan ve antropoloji, felsefe, psikoloji, psikanaliz, sosyoloji ve estetiğin konusu olan yabancılaşma,  genel anlamıyla bir insanın (öznenin) kendisine, ilişkili olduğu bir şeye; bir diğer insana (özneye), bir ilişkiye veya yapıya yabancılaşması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda yabancılaşma insani gelişime ilişkin kuramsal olarak betimlenen eksiksiz/ ideal bir durumla gözlemlenen veya ölçülebilen mevcut eksik durum arasındaki niteliksel farkı ifade eden bir kavramdır. Yabancılaşma algısının veya farkındalığının, farklı zihinsel/sosyal donanımlara, farklı toplumsal konum ve olanaklara; farklı yaşam, çalışma, uğraş koşul ve olanaklarına sahip bireylerde nasıl farklılaştığı, yabancılaştığı varsayılan özneler tarafından öznel olarak ne ölçüde hissedildiği ve görgül olarak nasıl saptanabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur.

(3) F. Bacon. Denemeler.

Yararlanılan kaynaklar:

Bacon, F. Denemeler. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1998. Çeviren: Akşit Göktürk.

Edinsel, K. (2014). Sosyolojik Düşünme ve Çözümleme. İstanbul: Kabalcı

Freud, S. (1930). Das Unbehagen in der Kultur (Kültürdeki Huzursuzluk/Uygarlığın Huzursuzluğu). Wien: Internationale Pyschoanalytischer Verlag.
http://www.irwish.de/PDF/Freud/Freud-Das_Unbehagen_in_der_Kultur.pdf
(Erişim: 25.08.2018)

Gadamer, Hans-Georg (1983). Vereinsamung als Symptom von Selbstentfremdung (Kendine Yabancılaşmanın Belirtisi Olarak Yalnızlaşma). In: Lob der Theorie. Reden und Aufsätze. Frankfurt am Main: Suhrkamp, s. 123-138. Hellmut Brall (1990, Hrsg.): Versuche über die Einsamkeit. Frankfurt am Main: Keip, s. 189-203.

Han, B-C. (2010). Müdigkeitsgesellschaft (Yorgunluk Toplumu). Berlin: Matthes & Seitz.

Holt-Lunstad, (2015). http://t24.com.tr/haber/yalnizlik-salgini-olduruyor,419352.

Jimenez, Fanny (2013). Was Alleinsein von Einsamkeit unterscheidet (Tekbaşınalığı Yalnızlıktan Ayıran Şey). http://www.welt.de/gesundheit/psychologie/article122448909/Was-Alleinsein-von-Einsamkeit-unterscheidet.html (Erişim: 27.04.2015).

Simmel, G. (1900). Philosophie des Geldes (Para Felsefesi). Leipzig: Duncker&Humblot.
https://monoskop.org/images/2/29/Simmel_Georg_Philosophie_des_Geldes_1900.pdf (Erişim: 01.12.2016).

Simmel, G. (1903). Die Grosstädte und das Geistesleben (Büyük Kentler ve Zihinsel Yaşam). https://www.gsz.hu-berlin.de/de/gsz/zentrum/georg-simmel/die-grossstaedte-und-das-geistesleben (Erişim: 02.12.2016).
aus: Die Großstadt. Vorträge und Aufsätze zur Städteausstellung. (Jahrbuch der GeheStiftung Dresden, hrsg. vonTh. Petermann, Band 9, 1903, S. 185-206) (Dresden).

Tönnies, T. (1887/1920). Gemeinschaft und Gesellschaft (Topluluk ve Toplum). Grundbegriffe der reinen Soziologie. Berlin: Karl Curtius, 3. durchgeseheneAuflage, 1920.

Bayerische Staatsbibliothek. Münchener Digitalisierungszentrum. DigitaleBibliothek.
(https://download.digitale-sammlungen.de/pdf/1482704896bsb11128648.pdf) (Erişim: 12.06.2016).

Winnicott, D. W. (1957). Über die Fähigkeit, allein zu sein (Tek Başına Kalma Yeteneği Üzerine). Vortrag, gehalten am 24. Juli 1957 in einer auβerordentlichen wissenschaftlichen Versammlung der Britisch Psycho-Analytical Society. HellmutBrall (1990, Hrsg.): Versuche über die Einsamkeit. Frankfurt am Main: Keip, s. 176-188.

Yazar: Kerim Edinsel

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Kerim Edinsel

1969 yılında Etibank burslusu olarak yükseköğrenim için Almanya’ya giden Kerim Edinsel, Berlin Teknik Üniversitesi’nde Yüksek Kimya Mühendisliği öğrenimini tamamladı, daha sonra farklı sosyal bilim alanlarında eğitim aldı, değişik proje ve kurumlarda çalıştı ve aynı üniversitenin sosyoloji bölümünde sosyoloji, psikoloji ve pedagojinin kesiştiği bir alanda doktora yaptı. Uzun süreli yurtdışı çalışmalarından sonra Türkiye’ye dönen Prof. Dr. phil. Dipl.-Ing. Kerim Edinsel, 1996-2018 dönemlerinde Ondokuz Mayıs Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Değişik ulusal ve uluslararası kitap ve makale yayınları, sanat yazıları, öykü ve şiirleri bulunan Kerim Edinsel, insanın toplumsal koşullar içindeki serüvenine; kendini hissetme ve ifade etme biçimlerine, sonuçta insan bilimleri ve sosyal bilimlerin hemen hemen her alanına ilgi duymaktadır.