Jean-Paul Sartre 1943 yılında Varlık ve Hiçlik isimli kitabını yayımladığında, kitabın son bölümünde ikinci bir kitabın sözünü vermişti. Bu muhtemelen 700 anlaşılmaz sayfayı çözmeyi bitirir bitirmez bu sözle karşılaşan okur için en sevindirici ihtimaldi. Ancak, kitap oldukça heyecanlı bir yerde bitmişti. “Özgür olmaya mahkûm olduğumuz” tanrısız bir evrende, bir kişinin ulusların lideri olması veya tek başına içki içerek kafayı bulması arasında hiçbir fark yoktur. O halde, varoluşçuluk, ahlak anarşisinin yolunu mu açmıştı? Ya da Sartre’ın alıntıladığı Dostoyevski “eğer Tanrı olmasaydı, her şeyi yapmak serbest olurdu” derken aslında haklı mıydı?
Ancak Sartre durumun böyle olmadığını söylemektedir. Varoluşçu bir ahlak tek ihtimal olmasaydı, Sartre’ın devam kitabı kısa sürede raflardaki yerini alırdı. Ancak bu böyle olmadı. JK Rowling’le kıyaslandığında Sartre devam kitaplarını yazmada çok da becerikli değildi. Özgürlüğün Yolları isimli roman dizisini ve Flaubert biyografisini yarım bırakmıştı. Bütün bunlar büyük ihtimalle Sartre’ın soru cevaplamaktansa soru sorma konusunda iyi olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktaydı.
Ancak eğer Varlık ve Hiçlik-2 kitabı hiçbir zaman gün yüzüne çıkamadıysa bunun sebebi Sartre’ın deneme isteksizliği değildi. Sartre 1947 ve 1948 yıllarında varoluşçu ahlak konusunda yaklaşık 600 sayfa yazmıştı. Ancak bunlar onu tatmin etmemiş ve taslağı yayımlamamıştı. Bu taslak ölümünden sonra Cahier pour une morale (1983) adıyla bulunmuş ve daha sonra Notebooks for an Ethics olarak İngilizce’ye çevrilmiştir (Chicago, 1992).
Sartre’a göre asıl sorun siyasetti. Birçok nedenden dolayı siyasete gittikçe daha fazla dahil olmaya başladı. 1948 yılında Washington ve Moskova’dan bağımsız yeni bir siyasi hareketi başlatma girişimine katıldı.
Diğer yandan ise herhangi bir siyasi duruşun ahlaki bir temele sahip olması gerektiğini de biliyordu. Bu düşüncesinden dolayı Marksistlerle birçok tartışmaya girdi. Fransız Komünist Partisi’nin ahlak konusundaki çelişkili tavırlarıyla dalga geçti. Bir yandan Parti’nin Marksist ders kitapları kapitalist düşüncenin kazancı en yüksek seviyeye çıkarmak için katı ekonomik kurallara mecbur olduğunu öğretiyordu. Diğer yandan ise Parti’nin günlük gazetesi ‘aşağılık’ patronları ifşa ediyordu.
Ancak eğer toplumu değiştirmek adına atılan her adımda ahlaki bir dürtü yatıyor olsa bile, açık bir eşitsizliğe dayanan bir toplumda evrensel ahlaki prensipleri oturtmak imkansızdır. Kant evrensel kanunlara dönüşmesini dilediğimiz ilkelere bağlı davranmamız gerektiğini savunmaktadır. Yani, mesela burnunun üstüne bir yumruk atmıyorum çünkü herkesin birbirinin burnuna yumruk attığı bir dünyada yaşamak oldukça zor olurdu. Ancak, Sartre bu düşünceye şöyle karşılık vermiştir. Varsayalım ki bana düşük ücret ödeyen ve fazla mesai yaptıran, beni taciz eden ve sürekli korkutan, yani genel olarak hayatımı bir kabusa çeviren bir patronum var. Peki bu durumda patronumun beni yumruklamasıyla benim onu yumruklamam eşit davranışlar mıdır?
Aslında Sartre refah ve varlık dağıtımının şiddete bağlı olduğu bir dünyada yaşadığımızı iddia etmekteydi ancak günümüzde içinde bulunduğumuz düzen, şiddeti kınamaktadır. Sartre’ın yer aldığı konum, Yorkshire’daki bir madencinin çalılık araziyi açmak için yürüdüğü bir hikâyede oldukça başarılı bir şekilde tasvir edilmiştir. Arazi sahibi madenciyi durdurup şahsi mülküne izinsiz girdiğini söyler, madenci de bu arazinin nasıl onun arazisi olduğunu sorar. Arazi sahibi ise “büyük büyük büyük babam bunu savaşta kazanmış” der. Bunun üzerine madenci, “o zaman çıkar ceketini, ben de seninle arazi için savaşacağım” diye cevaplar.
Sartre’ın bu öyküden çıkardığı sonuç “günümüzdeki ahlakın devrimci sosyalist olması”ydı. Yani bizim önceliğimiz eşitliğe ve ortak mülkiyete dayanan bir toplum için savaşmak olmalıdır. Evrensel ahlak prensiplerine ancak böyle bir toplumda sahip olunabilir. Notebooks for an Ethics kitabı oldukça zengin, karmaşık, parçalı bir çalışmadır ve bu sebeple içindeki her konuyu burada özetlemek imkansızdır. Ancak Sartre’ın çalışmasında ayrı bir öneme sahip olan ve günümüzde de hala geçerliliğini koruyan konu amaçlar ve araçlar sorgulamasıdır.
Bu sorgulama Alman İşgali’nden Soğuk Savaş’ın ilk yıllarına kadar uzanan dönemde oldukça kritik bir role sahipti. Mukavemetçiler içinde bulundukları çarpışmaları ve kendilerini feda etmelerini ‘aydınlık yarınlar’ için yaptıklarını ve bu sebeple doğru yolda ilerlediklerini düşünüyorlardı. Stalin Rusya’sının tutucu savunucuları rejimin zalim tarafını bu düşünceleri öne sürerek savunuyorlardı, yaptıklarını inkâr etmiyorlardı çünkü zulmün ve sömürünün son bulduğu sınıfsız bir toplumun kurulması için yapılan üzücü gereklilikler olduğunu söylüyorlardı. Diğer bir yandan Sartre’ın da bir zamanlar arkadaşı olan Arthur Koestler gibi Stalin karşıtları komünizmin, gerekirse Amerika Birleşik Devletleri ve Gaulle gibi sağcı politikacılarla iş birliği yapılarak yenilmesi gereken şeytani bir düşünce olduğunu düşünüyorlardı. 1950’lerin başlarında ve aynı zamanda Sartre’ın Camus’la olan meşhur tartışmasının yaşandığı dönemde, Camus’un Başkaldıran İnsan kitabında Marksizm’e karşı olarak sunduğu temel argümanlarından biri bu ideolojinin şimdiyi geleceğe feda etmeyi gerektirdiği düşüncesiydi. Yani şimdi yapılan kötü bir hareket gelecekte güzel şeylere sebep olacağı umudunu taşımaktaydı.
Nitekim Sartre’ın amaçlar ve araçlar konusundaki argümanı onun tarih görüşüne dayanmaktaydı. Fransız Komünist Partisi’nde sıklıkla rastlanan muhafazakâr ve mekanik Marksistlerin çoğunun aksine Sartre, gerekli sonuca ulaşan, önceden belirlenmiş aşamalarla gelişen bir tarih düşüncesine inanmıyordu. O, bunun Marksizm saçmalığı olduğuna inanıyordu. Tarih, insanların seçimlerinin birikiminden başka bir şey değildi. 1945’te verdiği bir derste şöyle demişti: “Ölümümden sonra, belki de yarın, bazı insanlar Faşizmi getirmeye karar verecekler ve diğerleri belki de o kadar ödlek veya umursamaz olacak ki bunu yapmalarına izin verecekler. Eğer bu gerçekleşirse Faşizm insanlığın gerçeği ve hatta daha da kötüsü bizim de gerçeğimiz olacak. Aslında bu gibi şeyler insanlar olmasına karar verdiği için gerçekleşiyor.”
Sartre bu temelde önemli bir ayrım yapıyor. Eğer gelecekte özgürlüğe ve eşitliğe dayanan bir toplumun neye benzeyeceği konusunda net bir fikre sahip olacağımıza inanıyorsak (nitekim kendisi inanmıyordu), bu gelecekteki toplum sabit ve önceden belli bir fikre dayanacaksa, o halde bizi bu topluma en kısa ve en iyi şekilde ulaştıracak olan araç yasaldır ve herhangi bir fedakârlık, hatta suç, basit bir kar-zarar hesaplamasıyla meşrulaştırabilir: İnsanlığın çektiği acılar toplamda daha az olacaktır. Ancak eğer önceden belli bir amaç yoksa o zaman varacağımız herhangi bir amaç, oraya ulaşmak için kullandığımız araçların bir ürünü olacaktır. Sartre’ın sözleriyle açıklamak gerekirse:
“Eğer ulaşacağımız amaç hala hazırlanma aşamasındaysa ve bu amaç insanlık için bir seçim ve risk özelliği taşıyorsa o halde bazı araçlarla yozlaştırılabilir. Çünkü bu amacı insanlık yani biz yaratmaktayız ve insanların kendilerini dönüştürdüğü gibi bu amaç da araçların kullanış şekline göre dönüşecektir. Eğer amaca varılacaksa ve bir anlamda varlığın yeterliliğine sahipse, o halde bu amaç, araçlardan bağımsızdır. Bu durumda amaca ulaşmak için hangi aracın seçileceği önemli değildir.”
Bu, bilinen bir son durağa trenle seyahat etmek, önceden rezervasyon yapılmış yakın bir ötele yerleşmek ile ülkeyi haritaya gerek duymadan gezmek, uygun görünen herhangi bir yere kamp kurabilmek arasındaki farktır.
Sartre amaçlar ve araçlar konusundaki düşüncelerinde Lev Troçki’nin Their Morals and Ours kitapçığına özel olarak atıfta bulunmaktadır. (Troçki’nin eserleri 1940’lar Fransa’sına kolaylıkla ulaşamamaktaydı çünkü Nazi İşgali, sol görüşün Komünist Parti tarafından yönetildiği dönemin yolunu açmıştı. Sartre ise bu kitaba muhtemelen Troçkizm konusunda bilgili olan Merleau-Ponty aracılığıyla ulaşmıştı.) Troçki, Rus Devrimi’nin ilk yıllarında bizzat yaşadığı deneyimlerini ve yabancı askerlerin Devrim’i oluşum aşamasındayken bastırma girişimleri sırasında yapılan katı ancak gerekli seçimleri yazmıştı. Amacın, araçları meşrulaştırdığı konusundaki yüzeysel formülü reddetmişti. Ona göre, basit bir kâr ve zarar tablosu sorunu meşru hale getiremezdi; araçların ulaşılan amaca bağlı olarak kullanılması vasıtasıyla oluşan diyalektik bir etkileşim olduğunu savunmaktaydı. Sosyalizm, işçi sınıfının kendini özgürleştirmesini içerdiğine göre izin verilebilir olan araçlar ancak proleter farkındalığı arttıranlar olmalıydı. İşçi sınıfı gizli bir şekilde özgürleştirilemezdi.
Sartre, Troçki’nin konumu hakkındaki bazı tereddütlerini not alırken aslında onun mantığını da kabul etmişti. Zulüm konusundaki düşüncelerinde farklı bir açıdan bir sorun fark etmişti. Sartre’a göre zulüm, bir fail, bir de kurban içermekteydi. Bir insan bir taşla değil, sadece özgür insan iradesi sonucu baskı altına alınabilir. (Bu taş insan eylemi açısından bir engele dönüşmektedir ve bu sebeple bir insanın vücudunu yok etse de insanın özgürlüğünü yok edemez.) Yani sadece özgür insan iradesi boyunduruk altına alınabilir; başka bir insan, kurbanın özgürlüğünü reddeder ve onu bir nesneye dönüştürür. Baskı eylemi her zaman çelişkilidir.
Sartre yalan söyleme meselesini de değerlendirmiştir. Mutlak dürüstlük fikrine bir ilgisi yoktu ancak direniş mahkumlarını Gestapo’ya yoldaşlarını koruması için yalan söylemeleri konusunda çok az bir ölçüde eleştirmişti. Sartre’a göre yalan söyleme eylemi genellikle asıl amacına ulaşamamaktadır. Bu sebeple eğer övgü almak için elde ettiğim başarılar konusunda yalan söylersem, bana gelen övgüler aslında yanlış olacaktır ve beni tatmin etmeyecektir. Ancak hak edilen övgüler alıcısını tatmin edebilir.
Sartre’ın amaçlar ve araçlar konusundaki düşünceleri ilerleyen yıllardaki siyasi seçimlerini hiç şüphesiz yönlendirmiştir. 1949-1950 yıllarında Rus işçi kampları konusundaki haberler her yere yayılırken Sartre da Les Temps Modernes [Modern Zamanlar] gazetesindeki “Her yirmi vatandaştan birinin kampta olduğu bir sosyalizm olamaz” ifadelerinin yer aldığı başyazısında fikrini açıkça ifade etmişti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), baskıcı yöntemleriyle, ilerleyişini ifade eden nihai amacın temelini çürütmüştür. Ancak Sartre’dan önce gelen meslektaşı David Rousset sağ görüşlü Figaro Gazetesi’nde Rus kamplarına karşı bir kampanya başlatmış, Sartre ise bu kampanyaya destek vermek istememiştir. Genel olarak bakıldığında Rus Komünizminin hala gelişen bir güç olduğunu düşünmesinden dolayı bu ideolojiye karşı olan Fransız sağcı bir basınla iş birliği yapmayı reddetmiştir.
1956 yılında Fransız komünistler Rusya’nın Macaristan’ı işgal etmesini sosyalizmi savunmak için geçerli bir hareket olarak meşrulaştırdıklarında Sartre, Notebooks kitabında bu olaya şöyle cevap vermiştir: “Amacın araçları meşrulaştırdığı görüşüne hepimiz katılmaktayız ancak bu görüşe muhakkak gerekli bir düşünce daha eklememiz gerekmektedir; amacı belirleyen de araçlardır.” Sartre 1951 tarihli Lucifer and the Lord isimli oyununda bu meseleyi dramatize etmeye çalışmıştır. 16. yüzyılın zalim Alman savaş ağası Goetz, Tanrı’nın yoluna dahil olmuştur. Ancak köylüler için ütopik bir toplum yaratma amacına ulaşmak için kullandığı araçlar şartlarla uyuşmamış ve köylü savaşına neden olmuştur. Oyunun son perdesinde Goetz köylü ordusunun lideri olması için ikna edilmiş ve eski askeri yeteneklerine tekrar başvurmuştur. Sartre açık bir ahlaki mesaj vermekten dikkatli bir şekilde kaçınmıştır, bu sebeple oyunun sonunda Goetz’in zalim yöntemlerinin işe yarayıp yaramadığını öğrenemiyoruz. Oyundaki son replikler ise şöyledir: “Savaşılması gereken bir savaş var ve ben de savaşmalıyım.” Savaşın ne şekilde yapılması gerektiği konusu ise seyircinin kendi fikirlerine bırakılmıştır.
Cezayir ve Vietnam’daki savaşların yaşandığı 1960’lı yıllarda Sartre amaçlar ve araçlar konusundaki argümanlarını tekrar ortaya atmıştır. Vietnam meselesini düşünürken mazlumların ve zalimlerin şiddeti arasında bir eşitlik olamayacağını savunmuştur: “Cezayir savaşı boyunca Cezayirlilerin ulaşabileceği tek silah olan bombayı kullanmaları ile ülkenin tamamını işgal etmiş yarım milyonluk zengin ordunun eylemleri ve baskıları arasında bir paralellik oluşturulmasına her zaman karşı çıkmışımdır. Şu anda Vietnam’da yaşanılan da bunun aynısıdır.”
Sartre 1961 yılında Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin liderlerinden olan ve daha sonra Fransız Devleti’ne karşı savaşan Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabına bir önsöz yazmıştır. Sartre, ulusal kurtuluş hareketinin neden olduğu şiddeti, sömürgecilik şiddetine verilen meşru ve gerekli bir tepki olarak görmüştü. Ayrıca şiddet kullanımının mazlumların farkındalığının artmasına yardımcı olduğunu da iddia etmişti. “Diğerleri Avrupalıları öldürerek kendi insanlarını yarattı ve onlar da vuruldu; eşkıyalar veya şehitler, bu ölülerin acısı dehşete kapılmış grupları güçlendirdi. Bu bastırılamaz şiddet ne sesliydi ne de öfkeli, ne vahşi içgüdüleri diriltti ne de kırgınlığın etkisini… Bu sadece insanların kendilerini yeniden yaratmasıydı”
Bu ifade genellikle kana susamış bir coşku olarak göz ardı edildi. Ancak Sartre, Notebooks’ta değerlendirdiği Troçki’nin argümanına geri dönüyordu. Herhangi bir aracın nihai meşruluğu, mazlumların kendi mazlumluklarını yıkmalarına sebep olacak sebep olacak güce ve özgüvene sebebiyet verip vermediği ile ilgiliydi.
Sartre’ın yarım yüzyıl önce yazdıklarıyla günümüzdeki meseleler arasında doğrudan bir ilişki kurmak saçma gözükebilir. Zaten Sartre da amacının “kendi zamanı için yazmak” olduğu konusunda ısrarcıdır. Ancak en azından amaçlar ve araçlar konusunda yaptığımız anlamsız konuşmaların birkaçına son vermemiz için bize yardımcı olabilir.
Birkaç yıl önce George Steiner, Guardian’daki bir makalede Dostoyevski’nin sorusunu tekrar gündeme getirmişti: “Tüm dünyayı kurtarmak uğruna bir çocuğa ölesiye işkence yapar mıydınız?” Sartre gibi düşünüldüğünde amaçlar ve araçlar meselesi oldukça somut ve kullanışlıdır. Bu gibi bir eylemin böyle bir sonuç yaratabileceği ve akla uygun olan şartlar bulunmamaktadır. Peki öyleyse neden bu sorunun üzerine düşünmekteyiz?
Son yıllarda bu tartışmanın tekrar gündeme gelmesi oldukça ilginçtir. Soğuk Savaş döneminde amacın araçları meşrulaştırdığına inanmayı bazen hak vererek bazen de haksız bularak tekrar tekrar dile getiren taraf solculardı. Yeni yüzyılda ise bu argümanı kullananlar savaş yanlısı sağcılardır. Yani onlara göre, yüzlerce çocuğun ölümü meşrulaştırılabilir çünkü sonuç olarak Saddam Hüseyin sahip olduğu gücü kaybetmiştir. Daha ciddi sorular ise sorulmamıştır. Sartre’ın gözlemlerine göre sosyalizm tanklar ve işçi kampları gibi araçlarla kurulamaz. Aynı şekilde terör karşıtı savaşçılar da demokrasinin işgalci bir ordunun süngüleriyle elde edilip edilemeyeceğini sorgulamalıdır.
Sartre’ın bugünün dünyası hakkında ne düşüneceğini tahmin etmek oldukça zor. Orta Doğu hakkında sahip olacağı duruş oldukça karmaşık ve bazen kendiyle çelişkili olurdu çünkü hem İsrail devletinin kurulmasından önceki Siyonist terörünü destekleyip hem de Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporcuları öldüren Filistinli teröristlerin eylemlerini onaylayabilirdi. Terörizmin farklı şartlarda farklı araçları vardır. Troçki, terörün aslında “toplulukların kendi farkındalıklarındaki rolünü küçülttüğü” argümanını öne sürerek bireysel terörizme karşı çıkmaktaydı. Diğer bir yandan Camus da terörizmin ancak bir teröristin kendi yaşamını feda etmeye istekli olması durumunda meşrulaştırılabileceğine inanmaktaydı yani o da intihar bombacılarına onay verebilirdi. Sartre’ın bulunacağı tarafı tahmin etmek ise bir hayli zor. Ancak eğer sigara içmeyi bıraksaydı ve yüz yaşına kadar yaşamış olsaydı bile onu savaş yanlısı solda yerini almış olarak hayal etmek pek de kolay değil.
Yazar: Ian Birchall
Çevirmen: Deniz Saldıran
Kaynak: Philosophy Now, sayı 53, syf. 18-20.
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.