Koronavirüsü “sıradan bir grip”, “histeri”, “bir medya ürünü” veya bunun benzerleri olarak görenlerin söylemleri boş çıktı. Etrafı telaşa veren histerik kişiler, akılcı olmaya çağırılarak panikten etkilenmemiş olanların sözde doğru akıl yürütmeleri karşısında, göz ardı edilemez ölüm oranı ya da sağlık sistemlerinin dünya genelinde çöküşü gibi virüsün neden olduğu hasarın kanıtını ortaya çıkardılar. Tehlikeyi küçümsemeye çalışanlar yanılmıştı belki ama yine de biraz iyi niyetle; akılcı olmaya çağrı yerindeydi. Ancak son birkaç hafta içinde yanlış bilgilendirilenlerin arasından pek azı Giorgio Agamben’inki kadar muhteşem bir hata yaptı. Bu İtalyan’ın hatası o kadar harikaydı ki belki de sonunda, biyoiktidar üzerine kritik araştırma projesinin limitlerini ortaya koymuş oldu. Bu anlamda, Michel Foucault’un düşüncesine geri dönmenin sağlıklı olabileceğini tartışıyorum.
Agamben, son yılda biyoiktidarın genellikle ihmal edilen ve çökmesine sebep olan “nekro-thanatopolitik dönüş” (ölüye suni teneffüs yapmadan dönüş) yönünün vurgulanmasından belli bir ölçüde sorumludur. Kutsal İnsan serisinin ilk kitabındaki dönem, yani 11 Eylül sonrasında daha belirgin olan ABD’nin tartışmasız egemenliğinin yükselişini akılda tutmak da fayda var. İstisna Hali’nde en azından argümanlar biliniyor ve Benjamin şiarına yeni bir ışık tutuyor: Agamben’e göre İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hükümetin genel kuralı, İstisna Hali olmuştur. Agamben’in anlayışı, günümüzün demokratik-liberal devletlerini, Nazi levazımının ölüm tekniklerine bağlayan bir süreklilik çizgisini göstermek içindir: Guantanamo Körfezi olayı, Auschwitz’den çok uzak değildir. Hapishaneleri, mülteci kamplarını, kuşatma altındaki toplulukları ve benzerlerini bu şema içinde pragmatik tarzda okuyabiliriz. Bu siyasi durumların tümü, O’nun kıt kanaat yaşam (bare life) dediği şey, egemen iktidarın faaliyetlerine maruz kalan hayatı yaratanlardır.
Agamben’in acil durum mevzuatı gibi bir bağlam üzerinde yorumladığı İtalya’daki karantina rejimi örneğini değerlendirdiğimizde bu şaşırtıcı değildir. Ayrıca O’nun bu duruma karşı duruşu neredeyse 20 yıl önceki teşhisinin, yani İstisna Hali’nin genelleştirilmesinin ötesine geçmedi; bunu yanı sıra metinler, çoğunlukla olumsuz tepkiler dalgası oluşturarak yanlış nedenler yüzünden viral hale geldi. Metinlerine bir göz atalım.
Agamben, 26 Şubat tarihli “Bir Salgın Nasıl İcat Edilir?” (L’invenzione di un’epidemia) yazısında salgını “varsayılan bir salgın” ve daha sonra “normal grip” olarak adlandırır. O sıralarda kendi ülkesinde doğrulanmış 528 vakayla beraber 14 ölüm vardır. Bu yılın sosyal mesafeyle geçen Şubat ayında bile virüsün yıkıcı potansiyeli ve yüzlerce vakanın kısa süre içinde çabucak binlere dönüşebileceği çoktan biliniyordu. Agamben’a göre hükümetin “gerekçesiz” kararları, özgürlüğü iyice azaltan kontrol araçları ve yasal gözetim mekanizmalarını genişletmek adına onun abartılmış vartalarından yararlandığı İstisna Hal paradigmasını doğrulayacaktı. Etkin zemin, sert ve gereksiz önlemlerin seri kabulü için gerekli tüm koşullar yaratılarak “iklim paniğinin” ön seferberliğinin harekete geçirilmesidir.
Dünya Sağlık Örgütünün durumu pandemi olarak açıkladığı 11 Mart günü Agamben, yayınladığı ikinci metni “Sirayet”te (Contagio) bunun “lafta bir salgın” olduğunu iddia ettiği gün, İtalya’da 10.000’den fazla hastalık vakası vardı. Bu metinde Agamben, kendisinin çok iyi bilinen teorik yaklaşımından yararlanıyor: Günümüzde meydana gelen bir şeyi tarif etmek için geçmişten bir figürü seçme. Bu durumda filozof, 1630’da iddialara göre yüzeylere bir çeşit yağ sürerek vebayı kasıtlı olarak bulaştırmaktan sorumlu kişileri belirleyen Untore figürünü (1) hatırlatır. Böyle bir itham, büyük ölçüde asılsız kuşkular veya günümüzde “sahte haber” diyeceğimiz şeyle gerekçelendirilmişti. Koronavirüsüne karşı (daha da çetinleşen) İtalyan yönetmelikleri Untore’ye yönelik bu akıldışı avlama yeniden canlanıyor olabilir, yani tıpkı son zamanlarda terörizmde yapıldığı gibi, hepimiz bir tehlikenin potansiyel yayıcılarına dönüşüyoruz. Böyle bir çerçeve, tam anlamıyla söylersek apolitikleşmeyi amaçlayan stratejilerin üstü kapalı hedeflerinden olan komşuluk ilişkilerinin ve sosyal sözleşmelerin sonunu getirecektir.
Agamben’in salgınla ilgili tartışması, özellikle HIV pandemisi çerçevesinde salgın ve biyoiktidar arasındaki ilişkiyi ele alan geniş literatürü görmezden gelir gibi görünmesi şaşırtıcıdır. “Salgın paradigmasını”, “biyopolitik paradigma” ile birlikte düşünmek aslında yeni bir şey değildir. Ama şimdilik Agamben’i eleştirmek yeterli. Diğerleri de yakın zamanlarda böyle talihsiz metinler vesilesiyle bu eleştiriyi benden daha iyi zaten yaptılar: Jean-Luc Nancy, Bruno Cava, Panagiotis Sotiris. Bana daha üretken görünen bu son metinden yararlanmak istiyorum: Önerdiğim gibi, Foucault’un, biyoiktidar konusunda son yıllarda oluşan bazı yanlış okumaları telafi edebilecek düşüncesine bir geri dönüş yapalım.
Koronovirüs salgınının bize gösterdiği şey, Michel Foucault’un açıklayıcı şemasının günümüzdeki nekro-thanatopolitik gerginliklerin yorumlamasından daha güçlü olduğudur. Foucault’un biyoiktidarı, ulusal devletler ve insan hayatının biyolojik unsuru arasındaki yeni bir ilişkinin temelini oluşturan teorik olandan somut uygulamalara kadar uzanan olayların bir serisi olarak gördüğünü biliyoruz. Artık Eski Rejimi karakterize edecek politik hayatın dışarıda bırakılması, malların ve hakların yağmalanması değil, bunun yerine canlı güçlerin daha iyi kullanımı etrafında örgütlenmiş yeni tekniklerdir. Böylece biyoiktidar, Devletlerin sağlık hizmetleri, doğum ve ölüm oranları vb. gibi günümüzde bize doğal görünen sosyal yaşamın idaresi konusunda çalışmaya başladığının net göstergesidir. Foucault, bunun Devlet’in hümanist kaygıları yüzünden olduğunu söylemez; bunu, kapitalizmin taleplerinin karşılanması olarak görür. Bruno Cava, son metninde bunu iyi sentezlemiş: Biyopolitika kavramı, ille de “iyi” veya “kötü” bir durumu tarif etmez. Foucault, durumumuzun sınırlarını tam olarak ifade etmekte yetersizdir.
Koronovirüsüyle karşı karşıya kalmış devletlerin çoğu, virüsün yayılmasını önlemek için nüfus ve sağlıkla ilgili sert tedbirler uyguladı; bir yandan da ölen sayısının artmasını önlemek için harekete geçti. Böyle biyopolitikalar bizi, Foucault’un (özel olarak değil ama öncelikli olarak) gözüyle, yaşayan güçlerini daha iyi hale getirmeyi hedefleyen nüfus idare yöntemlerinin tasarlaması alanına oturtur. Bununla birlikte giderek daha açık hale gelmektedir ki virüsün yayılmasını kontrol altına almak adına yapılan hiçbir çalışma etkili olmuyor ve kendilerini koruyamayanlar için kolektif sorumluluk hissinin arttığı açıktır: Evlerinden çalışamayanlara, olumsuz sağlık koşulları içinde olanlara, yaşlılara vb. Bu, Agamben’in mevcut durumu okuyuşundaki bir diğer hatayı açığa çıkartır: Bir çok kişinin gönüllü olarak kendilerini tecrit etmesi ve sosyal temastan kaçınması, sosyalleşmenin kırılmasından ziyade, ortak savunmasızlık üzerine temellenen bir güvenlik açığı yaratacak. Burada, sağlık hizmetlerine erişim kolaylığını garantilemek için Devlet’e baskı yapan Sotiris’in önerdiği gibi, toplumsal hareketlerin örgütlenmesinin “alttan başlayan biyopolitikayı” ortaya çıkaran HIV pandemisiyle benzerlik göstermesi imkân dahilindedir. Devlet bu durumda kompleks güç aktörlerden biri olacak: Foucault’un Devlet’in egemenliğini ayrıcalıklı analiz kapsamından çıkardığında, önerdiği de bu değil midir tam olarak?
Yaşam ve ölüm arasındaki biyoiktidar kavramının Foucaultcu merceğinin bize verdiği şey, bedenlerin ve nüfusların yönetiminin ne olduğunu görmenin iki olgusal yolu var: Birincisi, ölmesi gerekenlerle yaşaması gerekenlerin (en kırılgan olanla en az kırılgan olanın) ayrımını yapan olarak tanımlanan sosyal hegemonyanın hareketleridir. Doğrusu Agamben’in egemen iktidarın yaşam ve ölümle ilgili karar durumunu nasıl idare ettiğine yöneldiği çalışmalarında ilerleme noktalarının en büyüğünü görürüz; bununla birlikte bu okuma, -kısmen okuyucuları ve kısmen de yazarın kendisi tarafından- tüm hayatın kalıcı risk altında olarak ve her durumu bir İstisna Hali olarak görülmesine kadar, bizi sınırlayan çok genelleyici bir zihniyetle örtülüdür. İkincisi, Foucault’un biyoiktidarı tanımlarken defalarca vurguladığı temel özgünlük, günümüzde sosyal hegemonyanın artık yalnızca bireysel bedenler (disiplin alanı) üzerine değil, belli bir ulusun “sosyal bedenine” etkisi üzerinde durmasıdır. Yaşam ve ölüm üzerine düşünürken nüfusla ilgili seviyeden olgusal bir bakışla düşünmeliyiz. Modern zamanlarda her bir ölüm politikasının bunaltıcı etkilerinin olması bu anlama gelir – Foucault’nun “thanatopolitika” teriminin bunu anlattığını hatırlamak önemlidir – ve yaşamı iyileştirme politikaları, devamlı gözlendiği gibi, farklılık gösterse de her biri eşit ölçüde geniş faaliyet alanına sahiptir. Yaşamı olumlayan politikaların kapsamını giderek daha çok genişletmek adına sürekli bir siyasi mücadele olmasının nedeni de budur: İlaçların daha erişilebilir oluşu, sağlık ve kişilik haklarının ele geçirilmesi, transseksüel ve eşcinsel kimliklerin patolojik değerlendirilmemesi gibi tüm bu politik mücadeleler tam olarak biyopolitiktir.
Bu, Agamben’in kamplar diye adlandırdığı ve sert egemen iktidarın uygulandığı yerleri hafife almak anlamına gelmez; bir bakıma burada Achille Mbembe’nin analizi daha güçlü. Brezilya gibi ülkelerde zamana bağlı farklı koşullar ve farklı iktidar rejimleri eş zamanlı çalışır; mesela sadece Brezilya’nın büyük bir şehrinde, mahalleye göre ortalama ömür süresindeki farklara bakın anlayacaksınız. Fakat thanatopolitik tanıyı genelleyerek, her bir yeni sağlık önleminde bunu totalitarizmin ve istisnanın bir ifadesi olarak görmenin cezbedici gücüne boyun eğdirmez; Foucaultcu görüşün gücü burada, sosyal hegemonyanın kuvvet hatlarını kırarak dağıtmak ve silinen yaşamların tam olarak nerelere etki ettiğini ortaya koyarak, azınlığın ve temel sosyal haklardan mahrum olanların bertaraf edilmesini tanımlar. Örneğin, bu konuda Judith Butler, (sosyal) keder, yani kayıp acısının çevrelediği duygusal durum konusunda çalışmasını savunur: Koronavirüsün yayılmasıyla hangi hayatların yası tutulmuyor olacak?
Son olarak, bu tartışmanın içine işleyen belli bir ironinin üzerinde düşünmek gerekir. Sahte haberlerle git gide daha doygun hale gelen bir dünyada, koronavirüsü en aza indirme girişiminin doğru bir sezgiden gelmiş olması mümkündür: Abartılı haberlerin yayılması yanlış bilgilerle pekişebilir veya istenmeyen bir “histeri iklimini” yükseltebilir. Bununla birlikte Bolsonaro hükümetini desteklemek için binlerce insanın güvenlik önerilerini göz ardı edip sokaklara döküldüğü son eylemde gördüğümüz gibi dezenformasyon için çalışanların aslında belli bir “normallik iklimini” dayattığı gitgide daha açıktır. Bilginin (eksikliğinin) kendisinin zaten biyopolitik mesele olduğu bir durumdayız.
(1)1629-1631 İtalya hıyarcıklı veba salgını sırasında virüslü bir kişinin genellikle kapı kollarına sarımsı bir maddeyle kalıcılığını arttırarak sokaklarda gezip kent sakinlerine bulaştırarak yayılmasını hızlandıran şüpheli kişiler. Uzun gagalı korkutucu maskelerle gezen bu şüphelilerden birinin Renzo Tramaglio olduğu tespşt edilip suçlanır. Bu meşhur maske Venedik festivallerinde giyilerek o korkutucu güne göndermeler yapılır. (e.n)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Felipe Demetri
Çeviren: Gamze Sevin
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: nakedpunch.com