• 31 Temmuz 2018
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Ahlak üzerine düşündüğümüzde, iyi insanlar olarak görülmek için yapmamız ve yapmamamız gereken şeyleri düşünmeye eğilimliyizdir. Genellikle çoğumuz, ahlaklı bir insanın yalan söylemek, hırsızlık yapmak, aldatmak, cinayet işlemek, tecavüz etmek, işkence etmek, iftira atmak, görevleri ve sorumlulukları ihmal etmek, vs. gibi şeyleri yapmadığını kabul ederiz. Ve ayrıca, ahlaklı bir insanın bu tarz nefret uyandıran şeylerden kaçınmakla kalmadığını, aynı zamanda da bizim övgüye değer bulduğumuz şekilde, örneğin; cömert, kibar, dürüst, saygılı, sadık, cesur veya otokontrollü, davrandığını kabul ederiz.

Bunlara ek olarak, ahlaklı kişileri yürekten takdir ederken, bir yandan da ahlakın bizlerden beklentileri olduğunu biliyoruz. Gelin bununla yüzleşelim, bazen ahlaki hayat gerçek bir yük gibi gelir. Ve olaylar bizim için oldukça iyi gittiği zaman adil olmak nispeten kolay gelse de, adalet bizden kariyer hedeflerimizi, ailemizdeki dengeyi, en derin tutkularımızı ve belki de hayatlarımızı bile, feda etmemizi beklediği zaman adil olmak çok daha zordur. 

Üstelik insan ilişkilerini gözlemleyen sıradan biri bile, hayatta yüksek başarı sağlayan insanların her zaman ya da hatta genellikle çok ahlaklı olmadıklarını fark edebilir. Fedakâr ya da adil insan etrafına bakıp yetersiz pratik değerlendirmede bulunduğundan endişelenmeye başlayabilir. Nihayetinde, pratik bilgelik iyi yaşamakla ilgiliyse – ve birçok ahlak yoksunu insan iyi yaşıyor gibi görünüyor – belki de adaletin beklentilerini karşılamak en iyi seçeneğimiz değildir.    

Bu, zor bir felsefi soru doğurur: ahlaklı ve adil olmak mantıklı – pratikte akıllıca – mı?

Bu soru, Platon’un Devlet’inde Sokrates’e yöneltilir. Diyalogda Sokrates ile konuşanlar onu kötü bir gerçekle yüzleşmeye zorlarlar: adaletsizlik, özgürce yaşamak – hiçbir şekilde diğerlerine esir olmaksızın veya ihtiyaç duymaksızın serbestçe yaşamak – için gerekli parayı ve gücü ele geçirmesine imkân verdiği için, adaletsiz insanın hayatta üstünlüğü var gibi görünmesi.

Ancak, Sokrates bu görüşten etkilenmez. “Mutlulukla kutsanacak herhangi biri”nin, adaleti hem kendi hem de iyi sonuçları için sevmesi gerektiğini savunur. Ahlaklı insan adaleti sırf bu sonuçlar uğruna gözetmese bile, adaletin özünde iyi sonuçları olduğu – adaletin “sahibine fayda sağladığı” – konusunda kararlıdır.

Bu, insan doğasına hitap eden bir görüştür. Fikir şudur ki; politik hayvanlar olarak, bizim birbirimizle adil ilişkilerde bulunmamız gerekir, böylelikle ancak güçlü sosyal iletişim tarzlarını hem düzenleyen hem de destekleyen yasalarımız olursa birlikte iyi yaşayabiliriz ve mutlu olabiliriz. İşte bu yüzden vatandaşların gelişebildiği ve başarı gösterebildiği herhangi bir ülkenin yasaları adil olmalıdır. Bu nedenle, adaletin bizler için bir anlamda gerekli olduğunu – adaleti gözetmemiz gerektiğini – söyleyebiliriz. Doğuştan gelen birlikte mutlu yaşama isteği kişisel bir seçim meselesi olmaktan ziyade, insanlar olarak bizim gerçeğimizdir. İnsan doğasının bu yönünü kabul edersek, adil olmamız mantıklıdır – ne tür canlılar olduğumuzu düşündüğümüzde bize hem uygundur hem de faydalıdır.   

Platon, iyi insan ve iyi devlet arasındaki bu bağlantıyı kuran tek klasik dönem yazarı değildi. Bu, çağdaş okuyucuların kafasını karıştıran bir bağlantıdır, çünkü temellendiği insan kavramını kaybettik. Burada, eski ve ortaçağ felsefesi geleneklerinde insanların, iyi yaşayıp yaşamadığımızı ölçebileceğimiz bir kriter sağlayan doğuştan bir işleve veya amaca sahip olmasının önem taşıdığını hatırlamakta yarar var. Tıpkı bir bıçağın amacının veya işlevinin kesmek olması gibi – öyle ki, bir bıçak iyi kestiği sürece iyidir –  Aristoteles pratikte akılcı olmak için insanın amacının veya işlevinin doğru pratik akılcılık yargılarına göre yaşamak olduğunu savunur. Diğer bir deyişle, erdem ancak belirli bir amaçla veya işlevle ilişkili olduğunda anlamlıdır. Yani, bir bıçağın işlevi kesmekse, erdemi de keskinliğidir. Benzer şekilde, Aristoteles başlıca erdemlerin – adalet, cesaret, ölçülülük ve pratik akıl –  işlevimizi yerine iyi getirmemize, gerçekten güçlü tercihler yaptığımız mantıklı bir hayat yaşamamıza imkân verdiğini savunur.

Bu görüşe göre, mantıklı, politik hayvanlar olduğumuz için işlevimizi ancak birlikteysek, politik bir toplum bağlamında yerine getirebiliriz. Bu, ahlaki bir iddia olmasının yanı sıra insanlarla ilgili doğaüstü bir iddiadır. Hem Platon hem de Aristoteles için bireysel insanları kişiler haline – yani mantıklı kişiler – getiren, bir bütün olarak politik toplumdur çünkü mantık paylaşılan ve herhangi bir bireyden önce gelen dille ilişkilidir. Ayrıca, Aristoteles’in Politika’sının başında belirttiği gibi, sadece mantıklı bir hayvanın kendi türündekiler arasında nasıl iyi yaşayacağına dair genel bir anlayış benimsemesi gerekir. Bu da demek oluyor ki; Aristoteles özellikle akılcılıkla adalet arasında derin bir ilişki görüyor: Toplumsal, kural ile yönetilen hayatımızda ikisi birbiriyle ilişkilidir.

O halde, bireysel insan olmak; ortak yaşam tarzlarının bir araya getirdiği, birbirlerine karşı iyi ve kötü, doğru ve yanlış olarak genel kabul görmüş hitapları kullanan diğer insanlarla birlikte politik bir düzen tarafından meydana getirilmektir. Dolayısıyla, iyi ve gelişen bir insan ayrıca daima  – belirli bir topluluğa girmesine olanak tanıyan erdemlere sahip ve o toplulukta diğerleriyle doğru ilişkiler sürdüren, ortak menfaat gözeten –  iyi bir vatandaştır. Böyle bir durumda, kişisel menfaati ortak menfaatten asla ayıramayız. İkisi de, iyi yaşayan bir insan için muhakkak birdir ve aynıdır. Bu, iyi bir politik düzenin iyi insanların gelişmesi için gerekli olduğu anlamına geliyor.

Çağdaş ahlak filozofları, bu eski ve ortaçağ iyi hayat anlayışının iki temel özelliğinden uzak durmuşlardır: (1) insan doğasının normatif bağlamdaki temelleri; ve (2) insan doğasının özünde politik toplum tarafından meydana getirildiği ve bu nedenle kişisel menfaattense ortak menfaate yönlendirildiği anlayışı. Bu bir tesadüf değildir. Politik hayata doğuştan birlikte yönlendirildiğimiz fikrini kaybettiğimiz an, iyi hayat ve düzgün politik düzen anlayışımızdaki güçlü bir ortak menfaat kavramının mantığını da kaybederiz.   

Bununla birlikte, insan doğası denklemden çıkarıldığında filozofların ahlaki hayatın mantıklılığı konusunu yeniden değerlendirmeleri gerekti. Ahlaki eylem doğamızda temellenmiyorsa, yine de mantıklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Thomas Hobbes gibi bazı çağdaş filozoflar, ahlakın aydınlanmış kişisel çıkar meselesi olduğunu savunurlar. Böyle bir görüş, insanları politik düzenin temel bileşenleri olarak görülen bireyler – kişisel, çakışan menfaatleri olan – olarak ele alır. Bu durumda Hobbes için soru, bireylerin bir toplum oluşturmak için çeşitli şekillerde davranmalarında özgürlüklerini sınırlayan bir anlaşmaya doğdukları halleriyle girmelerinin mantıklı olup olmadığıdır. Sonuç olarak Hobbes, insanlar yalnız başlarına sürekli bir savaş durumunda sıkışacakları için, topluma katılmanın ve kendini devletin gücüne bırakmanın herkesin kendi menfaatine olduğunu savunur. Hobbes çoğu insan için toplumun, unutulmaz tanımıyla “iğrenç hayvani ve kısa” dediği böyle bir doğa ortamına daha iyi bir alternatif olduğunu savunur.

Adam Smith de, çağdaş ekonomi kuramının kurucusu, bireyi felsefesinin temel birimi olarak görür. Hobbes gibi, mantıklı eylemi öncelikle, devam eden kişisel menfaat arayışı açısından yorumlar. Ulusların Zenginliği isimli ünlü kitabında, homo economicus’u, emeklerini en aza indirirken kazançlarını en üst düzeye çıkararak mantıklı hareket eden bireyi, tanıtır. Böyle bir adam, Smith’in yaşadığı sürede oluşmaya başlayan rekabete dayalı özel teşebbüsün motorudur. Smith, kişisel menfaatin onun piyasa odaklı toplumunda ikincil ve türetilmiş bir kavram olan ortak menfaati güvenceye almanın en iyi yolu olduğunu savunur. Ahlaki hayat, diğerlerinin mutluluğu için iyiliğe ve ilgiye yer verirken, böyle değerlendirmelerin bir dürtü olarak kişisel menfaatin yerini alması gerektiği düşüncesine karşı koymalıyız. Smith’in meşhur düşüncesi gibi, “Akşam yemeğimizi kasabın, biracının veya fırıncının iyiliğinden değil, kendi menfaatlerine verdikleri önemden bekleyebiliriz.”  

İskoç filozof David Hume, ahlaki hayatın mantıklı olma ihtimalleri konusunda Hobbes veya Smith’e göre daha az umutludur. Metinleri anlaşılır bir şekilde okunduğunda, ahlakın mantıkla hiçbir şekilde önemli bir ilişkisi olduğunu kabul etmediği görülür. Ona göre, ahlaklı bir insanın iyi eğitilmiş tutkuları vardır ve ahlaklı insan istediğini elde etmek için imkânları hatasız kullanabilir, ancak nihayetinde eylemlerini açıklayan, istekleridir. Çünkü Hume’a göre, pratik akıl iradeye bir dürtü vermez; tersine, der Hume, “mantık sadece tutkuların bir esiridir ve olmalıdır da ve asla tutkulara hizmet etmek ve itaat etmek dışında bir görev taşıdığı iddiasında bulunamaz.” Elbette ki Hume yine de ahlaki ve erdemli bir hayat yaşamanın daha uygun olduğunu düşünür, ancak bunun sebebi sadece ahlaksızlığın nahoş olması ve bizlerde uyumsuz hisler doğurmasıdır – aptalca veya mantıksız olması değil.

Hume, “doğal” ve “yapay” erdemler arasında, klasik ahlak anlayışından uzaklaşmasına daha güçlü bir destek veren bir ayrım yapar. Hume, iyilik ve yardımseverlik gibi doğal erdemlerin, insanların “doğal durum”larında, toplumsal, politik bir düzen dışında sahip oldukları karakter özellikleri olduğuna inanır; bunları toplumsal uygulamalardan ve görgü kurallarından doğan adalet gibi “yapay erdemler”le karşılaştırır. Eskilere göre, toplumsal düzenin – toplumsal uygulamalar ve görgü kuralları alanı – dışındaki bir insanın oldukça yapay bir durumda olduğunu, asla düzgün bir şekilde erdem geliştiremediğini zaten gördük. Hume’a göre ise tam tersine, adalet yolundan gitmek her ne kadar bir insanın kendi menfaatine olsa ve insan kamu menfaatine anlayışıyla motive olabilse de insanlar için gerekli veya doğal değildir.

Immanuel Kant, en azından ahlakın doğru pratik akılcılık meselesi olduğunu ve bu nedenle kişisel menfaate indirgenemeyeceğini göstermek istemesi bakımından Hobbes, Smith veya Hume’a kıyasla eskilerin düşüncesine daha yakındır. Ancak Kant’ın pratik akıl kuramı onu, erdem kavramını alçaltmaya ve mutluluk kavramını olduğu gibi dışlamaya iter. Ahlaki eylemi görev meselesi olarak görür: birinin kişisel veya öznel duyguları ne olursa olsun, akılcı kurallara göre davranmak. Bu nedenle, deneyimsel ve dolayısıyla da eylemin tesadüfî nedenleri olan ortak insan ihtiyaçlarının ve isteklerinin, Kant’a göre tamamen biçimsel olması ve sadece saf mantıktan gelmesi gereken gerçek ahlaki ilkelerle hiçbir ilişkisi yoktur. İyiyi amaçlamak Kant’a göre, Aristoteles’in düşündüğü gibi gelişen bir erdem dünyası aramak değil, sadece saf pratik aklın ilkelerine dayalı, ahlaki kanunun bağımsız bir kendi kendine yasa koyucusu olmaktır.

Kant’a göre, adaletin insan gelişimi veya mükemmeliyeti konusu olmasından dolayı adil olmamız gerektiği fikri, aslında, ahlakın kanıtı olmaktan çok reddidir. Platon ve Aristoteles adil ve ahlaklı hayatın, soylu veya güzel olduğunu savunurken – yaşamanın en iyi yolu olduğu aşikâr – ikisi de ahlaklı olmaya kesin, koşulsuz mantıklı bir talep olduğunu öne sürmezdi. Ahlaki mükemmeliyet, soylu ve bilge ruha – doğruyu kavrayan kişi – hitap edecektir, soysuza değil. Platon ve Aristoteles’e göre adaletsiz insan mantıksız olmasına rağmen, bunun nedeni saf aklın bazı biçimsel zorunluluklarını ihlal etmesi değildir. Tersine, adaletsiz olmak insan hayatının en yüce iyiliklerindense daha düşük seviyedeki iyiliklerinin peşinden gitmek – pratik akıldan yoksun olmaktır. Bu bağlamın temeli, insan hayatındaki iyiliklerdir (niyetler olarak bilinen) ve bunlar bizim doğamızdan kaynaklanır.

Bundan çıkan sonuç, Kant’a göre insanlar arasındaki doğru etkileşimleri düzenleyen şeyin toplumsal hayatın vatandaşlığa dayalı arkadaşlık bağlarıyla pekiştirilen genel görüntüsü olmaktan çok, bireyler olarak bir diğerinin özgür, bağımsız seçimler yapma kapasitesine saygı gösteren temel ilkeler olduğudur. Kant insan doğasını ahlak temeli olarak gören tüm güçlü görüşleri (Hobbes, Smith ve Hume gibi)  reddettiği için, ahlaki eylem kavramını da ortak menfaat kavramından ayrıştırır.

Bu birbiriyle çakışan pratik akıl açıklamalarıyla ne yapacağız? Filozofların ahlakın mantıklılığı, insanın doğası ve ortak menfaatin rolüyle ilgili temel sorular üzerinde ilerleme kaydetmeleri mümkün mü?

Kişisel fikrim, bu büyük sorulara daha disiplinler arası bir yaklaşımda bulunmamızın daha iyi olacağı yönündedir – filozoflar bile verilerden sorumlu tutulmalıdır. Örneğin; gözlerimizi psikolojiye çevirirsek, öncelikle kendi iyiliklerine odaklanan bireylerin önemli iyilik ölçütlerinden yetersiz puan almaya meyilli olduklarını görürüz. Örnek olarak psikolog Dan McAdams’ın yeni çalışması, bir insan gerçek ortak menfaat için ne kadar çok çalışırsa, akıl sağlığının ve gelişimin tamamen iyiye gitmesinin o kadar muhtemel olduğunu ileri sürer. Ve bu,  dolayısıyla, insan doğasının ortak menfaate yöneltilmesinde – insanın kendinden daha üstün bir şeye bağlanma ihtiyacında – önemli bir şey olduğunu ortaya koyar. Psikologlar bu kendinden öte menfaatlere bağlanmayı “kendini aşmışlık” olarak adlandırırlar ve birçok pozitif psikolog bunu mutluluğun önemli bir özelliği olarak görür.

Bu sonuçlar Aristoteles’i şaşırtmazdı ve belki de bizi de şaşırtmamalı. Ancak böyle bilimsel bulgular, – bizlere, muhtemelen, bu kavramları öne ve merkeze alan daha eski bir erdem ve pratik akıl bağlamına dönüş yapma nedeni sunarak – ortak menfaati ve insan doğasını yok sayan tüm pratik akıl kuramlarına baskı yapar.

Tartışma Soruları

  1. Kendi doğamızı ve iyiyi nasıl bilebiliriz?
  2. İyi hayat, gerçekten mantıklı pratik değerlendirme meselesi midir?
  3. Ortak menfaat, erdemlilik durumunda kişisel menfaatten üstün olmalı mıdır? Veya politik hayat bağlamında?

Tartışma Özeti

Buradaki tartışma, ahlak kuramında birtakım zor ve temel meseleler ortaya çıkardı. İlk olarak, birincil odağımızın eylemlerin değerlendirmelerinde mi  – yani ortaya çıkan insan eyleminin türünde – yoksa bu eylemleri ortaya çıkaran nedenler veya dürtülerde mi olması gerektiği sorunu var. Bu, doğrudan benim makalemde ele alınan değil, yıllardır süregelen bir sorundur. İkinci olarak, pratik akılcılık kavramlarına odaklanmış olmama rağmen, keskin zekâlı bir okuyucu bu tür kavramların şüphesiz bizim iyi ve kötü tanımlarımıza bağlı olduğuna dikkat çekecektir. Şimdi bu iki noktayı ele almak istiyorum.  

İlk sorunla ilgili olarak, eylem ve aracı değerlendirmesinin, tamamen ayrı olmakla birlikte, yine de yakından ilişkili olduğunu belirtmek isterim. Birinin yanlış neden uğruna doğru şeyi yapabileceği doğrudur, örneğin; bir öğretim üyesi, zamanının çoğunu özenle ve sabırla öğrencilerinin kâğıtlarına not vermekle geçirebilir, ancak bunun nedeni onların gelişmesine yardımcı olmak istemesi veya bunu görevi olarak görmesi değildir, daima ailesiyle zaman geçirmekten kaçınma yolları aramasıdır. Böyle bir insan, iyi bir şey yapsa da oldukça hatalı yapar, çünkü bunu eylemin kendi iyiliğiyle ilgili nedenler için yapmaz. Bu bir sorundur, çünkü böyle durumlarda doğru şeyi yapmak, onu daha iyi bir insan haline getirmez. Ancak, ona “kendine dürüst” olmasını söylemektense, doğru şeyi yapmasını tercih edeceğimiz yine de doğrudur. Gerçek kişiliği bozuksa, kimse kendine dürüst olmamalıdır. Ayrıca, öğretim üyesinin doğru şeyi yapmaktan keyif almaya başlayacağını her zaman bekleyebiliriz. İyi eylemleri tekrar etmek, onları daha az meşakkatli ve daha memnun edici hale getirebilir ve öğretim üyesi elbette ki özenle ve sabırla not vermek için doğru nedenleri görmeye başlayabilir.

Aracı ve eylem değerlendirmesi arasındaki bağlantılar üzerine tartışmamda, eylemin iyiliği ile ilişkili nedenlerden nasıl bahsettiğime dikkat edin. Bu, bizi ikinci temel soruya getirir, değerlendirmemin merkezindeki iyilik kavramı. Burada yeterince savunamayacak olsam da, bence iyiliği niyetler ve hedefler açısından görmeliyiz. Bir şey için iyi olan, o şeyin ne olduğuna bağlıdır ve bir şeyin ne olduğu onun amacına, niyetine veya hedefine bakılarak anlaşılabilir. Böyle bir görüşü benimsersek, şu sorudan kaçamayız: İnsan nedir? Yani, insan hayatının amacı veya hedefi nedir? İyi kavramımız bu sorulara verdiğimiz cevaplara bağlı olacaktır – ve bununla birlikte doğru pratik akılcılık kavramımız.

Modern ve çağdaş pratik akılcılık kuramlaştırmasıyla ilgili şikâyetim, böyle soruları ya görmezden gelmiş olması ya da toplumsal ve politik hayvanlar olarak bizim gerçek doğamızı yok sayan şekillerde cevaplamış olmasıdır. 

 Yeni Önemli Sorular  

  1. Belirli eylemleri gerçekleştirmek, bizi nasıl veya neden daha iyi veya daha kötü insanlar haline getirir?
  2. Birbiriyle çakışan iyi kavramları arasında karar verebilir miyiz?

Yazar: Jennifer A. Frey
Çevirmen: Ayça Sofu
Kaynak: bigquestionsonline

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com