• 22 Mart 2022
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

“Bulaşıcı bir hastalık yayılıp binlerce kişiyi etkilerken ve daha da fazlasını karantinaya mahkûm etmişken şehrinizi, eyaletinizi veya ülkenizi dünyanın geri kalanından kopuk bir halde, vatandaşları evlerine hapsolmuş görmek nasıl olurdu?” ya da  “Bir salgın günlük hayatı alt üst etse, okulları kapatsa, hastaneleri doldursa ve sosyal toplantıları, spor etkinliklerini, konserleri, konferansları, festivalleri, seyahat planlarını süresiz olarak askıya alsa bu durumla nasıl başa çıkarsınız?” gibi sorular, genellikle teorik sorulardır.

Cezayir asıllı Fransız yazar Albert Camus, 1947 yılında 34 yaşındayken (tam on yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak ve bu ödülden üç yıl sonra bir araba kazasında ölecekti) Veba adlı romanında, bu gibi sorulara şaşırtıcı derecede ayrıntılı ve etkileyici bir yanıt vermişti. Roman, 1940’ların bir nisan ayında, Cezayir’in bir kıyı kasabası olan Oran’a kurgusal bir hıyarcıklı (bubonik) veba [1] salgınının ani gelişini ve bir o kadar yavaş gidişini anlatıyor. Bir kez yerleştikten sonra salgın, uzun süre kalıp kasaba sakinlerinin hayatlarını ve zihinlerini bir sonraki şubata kadar sarsıyor ve geldiği gibi hızla ve gizemli bir şekilde ayrılıp “gizlice ortaya çıktığı karanlık inine, yine gizlice geri dönüyor.”

Yeni bir koronavirüs tipinin neden olduğu bir hastalık olarak COVID-19 salgını, dünyayı kasıp kavururken Veba romanı eğer okumadıysanız okunmayı, okuduysanız da yeniden okunmayı hak ediyor. Bu yeni tip koronavirüs, 2019 yılının sonunda, (ocak ayından beri kilit altında olan) Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıktığından beri bir yıldan fazla bir süredir yüzden fazla ülkeyi istila edip insanları ve mali piyasayı paniğe sürüklemiştir. Şehirleri, bölgeleri, hatta bütün bir ülkeyi (İtalya’yı) karantinaya mahkûm etmiştir. Mart 2020’den itibaren birçok Amerikan kasabasında işyerleri, okullar ve kolejler kapandı veya çevrimiçi düzene geçti. Etkinlikler iptal edildi ve zorunlu olmayan seyahatler yasaklandı. Salgın, pandemi derecesine güncellendi. Bu şartlarda, kitap okumak için normalden daha fazla zamanınız olabilir. Camus’nün romanında yeni bir anlam, önem ve alınacak dersler var.

Bu kitaba başlamadan önce emin olun ki ne kadar korkutucu olursa olsun COVID-19, hiçbir yerde Camus’nün vebası kadar yıkıcı olmadı. 14. yüzyılda “Kara Ölüm” olarak da bilinen hıyarcıklı veba, Avrupa kıtasında nüfusun neredeyse üçte birinin ölümüne sebep oldu. 1665 ve 1666 yıllarında ise Londra’da, nüfusun yaklaşık dörtte birini yok etti. Bilmiyorsanız eğer, günümüzde hıyarcıklı vebaya, sadece Asya ve Afrika’nın küçük bir kısmında değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneybatısında da rastlanmaktadır. Bu hastalık, enfekte olmuş kemirgenlerden pireler aracılığıyla bulaşır. Yüksek ateş, kusma ve “hıyarcık” adı verilen ağrılı şişliklere (böylece “hıyarcıklı” ismi buradan gelir) sebep olur. Antibiyotiklerle tedavi edilse bile ölüm oranı yüzde 10 civarındadır, tedavi edilmezse yüzde 90’a kadar çıkmaktadır. Koronavirüs’ün, bu hastalıkla uzaktan yakından alakası yok.

Camus, bu romanı yazdığında Oran’da veba salgını olmamasına rağmen bu şehri, 16. ve 17. yüzyıllarda büyük bir yıkıma uğratmıştı. (2003 yılında, Oran’da bir ay süren bir salgın olmuştu.) Ancak Veba, kelimenin tam anlamıyla ve klinik açıdan bu hastalığın semptomlarını ve sonuçlarını aktarırken yazarın merceği altına aldığı basil (Bacillus), sosyolojik ve felsefi olduğu kadar fizyolojik değildir. Roman, belirli bir şehirde, ülkede ve zaman diliminde belirli bir salgının ilerleyişini izlese de Camus’nün asıl konusu zaman ve mekânın dışındadır.

Onun niyeti mecazidir: Camus, herhangi bir toplumu ele geçirebilecek kolera, İspanyol Gribi, AIDS, SARS veya tabii ki COVID-19 gibi bulaşıcı bir hastalıktan faşizm veya totalitarizm [2] gibi tüm nüfusu etkileyebilecek yıpratıcı bir ideolojiye kadar herhangi bir bulaşıcı durumu ele almaktadır. Camus, Nazilerin 1940 yılında, II. Dünya Savaşı sırasında, Paris’i ele geçirdiğini görmüştü. Veba romanını yazarken André Malraux, Jean-Paul Sartre ve Raymond Aron’un katkıda bulunduğu Fransız Direnişi’nin yeraltı dergisi olan Combat‘nın genel yayın yönetmenliğini yapıyordu. Kendi kitabının bir araya getirdiği fiziksel ve psikolojik bulaşma arasında bir bağlantı olduğunu keşfetmişti.

Hikâye başlarken sıçanlar, Oran’ın gölgelerinden önce birer birer, ardından “gruplar halinde” ortaya çıkıp sahanlıkta veya sokakta garip bir şekilde kaybolur. Bu olayla ilk karşılaşan kişi, Rieux adındaki yerel bir doktordur. Doktor, bu rahatsızlıkla baş etmek için kapıcısı Michel’i çağırır ve Michel’in tiksinmek yerine “öfkelendiğini” gördüğünde, doktor şaşırır. Michel, genç “fırlamaların”, haşaratı şaka olsun diye koridora bıraktığını düşünür. Oran’ın vatandaşlarının çoğu da Michel gibi erken dönem “şaşırtıcı alametler”i yanlış yorumlar ve onların daha derin anlamlarını gözden kaçırırlar. Bir süre için yaptıkları tek şey, yerel temizlik departmanına ihbar etmek ve yetkililere şikâyet etmektir. Anlatıcı, bu durumu “Bu açıdan bizim kasaba halkımız da herkes gibiydi, kendi içine kapanmıştı.” diye yansıtıyor. “Onlar hümanistti: vebalara inanmadılar.” Camus, bu romanında, bir salgını basit bir rahatsızlıkla karıştırmanın ne kadar kolay olduğunu gösteriyor.

Fakat sonrasında Michel, hastalanır ve ölür. Rieux, onu tedavi ederken vebanın belirtilerini tanır ancak ilk başta, “Halkın alarma geçmesine gerek yok, bu, hiçbir şeye yaramaz.” diye kendini ikna eder. Oran’ın bürokratları da bu konuda hemfikirdir. The Prefect (bir sömürge olan Cezayir’de, belediye başkanı veya valiye verilen ad), “şahsen bunun, yanlış bir alarm olduğuna ikna olmuştur.” Alt düzey bir bürokrat olan Richard, hastalığın resmi olarak veba diye tanımlanmaması, yalnızca “özel bir ateşli hastalık türü” olarak adlandırılması gerektiği konusunda ısrar eder. Ancak ölümlerin hızı ve sayısı arttıkça Rieux, bu örtmeceyi reddeder ve kasabanın liderleri, harekete geçmek zorunda kalır.

Camus, yetersiz tepkinin aşırı tepkiden daha tehlikeli olduğuna dair kanıtlar, inkâr edilemez hale gelene kadar yetkililerin, bir salgın tehdidini en aza indirmekle yükümlü olduğunu öne sürmektedir. Çoğu insanın evrensel bir insan zayıflığı olduğunu düşündüğü bu eğilimi paylaştığını Camus, şu sözlerle aktarıyor: “Hepimiz dünyada sürekli bir çeşit salgın hastalığın patlak verdiğini bilsek de yine de başımıza gelenlere inanmakta zorlanıyoruz.”

Kısa sürede şehir kapıları kapatılır ve karantinalar uygulanır. Oran şehrinin sakinleri hem birbirinden hem de dış dünyadan kopar. Anlatıcı, “Vebanın, kasabamıza getirdiği ilk şey sürgündü.” diyor. Kapılar kapandıktan sonra Oran’da mahsur kalan Rambert isimli bir gazeteci, Paris’teki karısına geri dönebilmek için Rieux’den sağlık raporu ister ama Rieux, ona yardım edemez. “Bu kasabaya senin gibi gelen binlerce insan var.” der, Rieux. Rambert gibi vatandaşlar da kendi kişisel durumları üzerinde durmanın anlamsızlığını, çok geçmeden hissederler çünkü veba, her bir insanın savunmasızlığı ve geleceği planlama konusundaki güçsüzlüğü ile ilgili farkındalığı artırsa da “her insanın yaşamının benzersizliğini” ortadan kaldırır.

Bu, kolektif bir felakettir: “Normalde, sevdiklerinden ayrı kalmanın acısı kadar bireysel bir duygu, birdenbire herkesin aynı şekilde paylaştığı bir duygu haline geldi.” diye yazar, Camus. Bu acı, korkuyla birlikte “önümüzde uzanan uzun sürgün döneminin en büyük sıkıntısı” haline gelir. Son zamanlarda bir iş gezisini, bir dersi, bir partiyi, bir akşam yemeğini, bir tatili ya da sevilen biriyle yeniden buluşmayı iptal etmek zorunda kalan herkes; izolasyonu, korkuyu ve yolunu kaybettiğini nasıl hissettiyse Camus’nün bir veba zamanının duygusal yansımalarına yaptığı vurgunun adaletini de hissedebilir. Onun romanının kaydettiği ve “normal bir tarihçinin göz ardı ettiklerinin tarihi” işte budur. Aynı şekilde, yeni tip koronavirüs de mevcut sivil yaşamın üzerine kazınıyor.

Eğer Veba’yı uzun zaman önce, belki de bir üniversite dersi için okuduysanız daha çok Camus’nün anlatıcısının, soğukkanlılıkla ama içtenlikle anlattığı fiziksel eziyetlerden etkilenmişsinizdir. Belki de anlatıcının tasvir ettiği, giyinip kuşanıp Oran’ın bulvarlarında amaçsızca dolaşan; birlikte yemek yediği bir arkadaşının hastalanması karşısında, “her büyük felaketin merkezinde gelişen çılgın yaşam arzusuna” kapılmış durumda olan; topluma uyarak kaçmaya hazır bir şekilde restoranlara gidip yalnızlık duygusuyla savaşan; salgın balonuna sıkışmış sıradan insanların “telaşlı coşkunluğuyla” değil de hıyarcıklar ve kireç kuyularıyla daha çok ilgilenmişsinizdir. Oran’ın sakinleri, bugünün dünya vatandaşlarının hangi şehirde olursa olsun başvurabilecekleri, sanal gerçeklikte bir topluluk arayışına sahip değildi. Mevcut pandemi, bu dijital çağa yerleşip geçmek bilmezken bu sanal gerçeklik, Camus’nün bulaşıcı hastalığın duygusal arka planına ilişkin keskin vizyonuna canlı ve yeni bir filtre getirir.

Bu koronavirüs pandemisi dönemindeki ikinci Veba sürgünü ve izolasyonu, Camus’nün portresini yeniden renklendirerek kendi nüansını ve özelliklerini kazanıyor. Sokaklarda yürürken veya bakkala giderken refleks olarak sosyal medyanın önerdiği ellerimizi yıkamak, el sıkışmalarının yerine kederli bir şekilde gülümsemek ve “sosyal mesafe”ye uymak gibi bulaşmayı önleyebilecek tedbirleri uyguluyoruz. Virüs kapmamak veya başkalarına bulaştırmamak için çalışmalarımızı uzaktan yapabiliyoruz. Partilerden, konserlerden ve restoranlardan kaçınabiliyor ve Seamless’tan [3] sipariş verebiliyoruz. Ama ne kadar süre bunları yapabiliriz? Camus, cevabı biliyordu: “Bilemeyiz.”

Neredeyse bir asır önce bir yıkım döneminde yaşamış olan ve Camus’nün kendi köklü temasını resmetmek için yeniden tasavvur ettiği insanlar gibi bizim de tüm bildiğimiz, bu yıkımın sonsuza kadar sürmeyeceğidir. O, istediği zaman, “gizemli bir şekilde” gidecek ve bir gün, diğerleri ortaya çıkacaktır. Camus’nün romanı “şaşırtıcı alametleri” doğru okumaya özen göstermemiz gerektiği konusunda, bu pandemi sürecinde bize daha net bir şekilde gösterdiği gibi uzun zaman önce de bizi uyarmıştır. Camus, “Tarihte savaşlar kadar vebalar da olmuştur” diyor. “Yine de vebalar ve savaşlar, her zaman insanları eşit derecede şaşırtıyor.”

Dipnotlar:

  1. Bir diğer ismi bubonik olan hıyarcıklı veba, kasık veya koltuk altındaki lenf bezlerinin iltihaplanması ve yumru şeklinde yangılanarak şişmesi sonucu oluşan, en yaygın veba türüdür. (ç.n.)
  2. Totalitarizm, devletin gücünün sınırsız olduğu, kamusal ve özel yaşamın neredeyse tüm yönleriyle kontrol edildiği yönetim şeklidir. (ç.n.)
  3. Yemek siparişi vermek için kullanılan bir mobil uygulama. (ç.n.)

©® Düşünbil (2022)

Yazar: Liesl Schillinger
Çeviren: Öznur Uçan Ateş
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: lithub.com


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com