The New York Times, filozoflar ve eleştiri kuramcılarıyla şiddet sorunu üzerine yapılan söyleşilerin üçüncüsünü yayınladı. Bu söyleşide, son kitabı “Strangers at Our Door” (Kapımızdaki Yabancılar), Polity Press tarafından yayınlanan, İngiltere Leeds Üniversitesi sosyoloji bölümünden emekli Profesör Zygmunt Bauman ile konuştular.
Brad Evans: On yıldan uzun süredir mültecilerin vahim durumu üzerinde çalışıyorsunuz. Çalışmalarınızda özellikle mültecilerin her gün sürekli olarak karşılaştığı onur kırıcı durumlar ve güvensizliklere dikkat çekiyorsunuz. Bu sorunun yeni bir sorun olmadığını, daha geniş bir tarihsel bağlamda anlaşılması gerektiğini vurguluyorsunuz. Bu doğrultuda, sizce bugün Avrupa’yı saran bu mülteci krizleri, zulümden kaçışlar tarihinin bir diğer sayfası mı yoksa bu kez tamamen farklı şeyler mi oluyor?
Zygmunt Bauman: “Bir diğer sayfa” gibi görünüyorsa da tarihte yerini alan tüm siyasi sorunlarda olduğu gibi, kendisinden önceki sayfaların içeriğine bir şeyler ekleniyor. Modern çağda kitlesel göçler, ne tek başına yeni bir olay ne de çok nadir oluyor. Hatta durup dinlenmeden düzen kurmayı ve ekonomik ilerlemeyi kendine dert edinmiş modern yaşam tarzının değişmez ve daimi bir etkisi bu. Çağımızın özellikle bu iki niteliği, durmadan “ihtiyaç dışı insanlar” üreten fabrikalar gibi etki gösteriyor ve bu “ihtiyaç dışı insanlar” ya yurtlarında işsiz kalarak ya da siyasi nedenlerle kabul görmeyerek evlerinden uzakta sığınacak bir yer veya daha umut vadeden bir hayat için yola çıkmak zorunda kalıyorlar.
Modern hayat, çıkış noktası olan Avrupa’dan dünyanın geri kalanına yayılmaya başladıktan sonra hâkim göç yönü kesinlikle değişti. Avrupa’nın gezegenimizin tek “modern” kıtası olduğu zamanlarda, Avrupa’daki ihtiyaç dışı topluluklar, hala “premodern” olan topraklara akın halinde giderek sömürgeci göçmenlere, askerlere ve sömürgeci yönetimlerin üyelerine dönüştüler. Sömürgeci emperyalizmin en parlak dönemlerinde yaklaşık 60 milyon Avrupalının Kuzey ve Güney Amerika’ya, Afrika’ya ve Avustralya’ya gitmek üzere Avrupa’dan ayrıldığı düşünülüyor.
Ancak 20. yüzyılın ilk yarısından sonra göç yollarında bir U dönüşü yaşandı. Göçlerin artık toprak almak için yapılmadığı bu dönemde göçün mantığı da değişti. Sömürge sonrası dönemde göçenler atalarından miras kalan hayatta kalma yollarını sonraki nesillere aktarmaya devam ettiler ve bunu artık eski sömürgecilerinin yücelterek zafere ulaştırdığı modernleşmenin altında ezildikleri için, yine aynı sömürgecilerin iç ekonomilerindeki açıklarda yuva kurma ihtimaliyle yola çıkarak yapıyorlar.
Üstelik özellikle Orta Doğu ve Afrika’da, sömürgecilerin arkalarında bıraktığı, istikrar beklentisinin düşük olduğu, ancak eski sömürgeci efendilerinin sağladığı muazzam cephanelerin bulunduğu, yapay olarak kurulmuş, sözde bağımsız “devletler”de süregiden iç savaşlar, etnik ve dini çatışmalar ve amacından sapan eşkıyalar nedeniyle yurtlarından ayrılmak zorunda kalan insanların sayısı artıyor.
B.E.: Hannah Arendt, bireyin insan olarak değer gördüğü bir dünyada yerinin olmasını engelleyen koşulları tanımlamak için “yurtsuzluk” terimini kullanmıştı. Bu terim, çağımızın mültecilerinin yaşadığı dramı tarif ederken de uygun düşüyor. Buradaki sorun, tartışmaları “güvenlik” ile, mültecilerin ya da gittikleri yerlerin güvenliği ile sınırlamamız olabilir mi?
Z.B.: Sorun, kısmen, siyasi dünyayı şekillendirme ve anlama tutumumuzdan kaynaklanıyor. Egemen ülke devletlerine bölünmüş, insan haklarına sahip olmak için bir ülke vatandaşı olmak zorunda olduğunuz bir dünyada mülteciler yurtsuz oluyor. Bu durum, vatansız mültecileri kabul edip onlara başlarını sokacak bir çatı, iyi ve onurlu bir hayat sağlayabilecek hiçbir ülke kalmaması nedeniyle daha da karmaşık hale geliyor.
Böyle bir dünyada dayanılmaz koşullardan kaçmak zorunda kalan insanlar, “hak sahibi” olarak görülmüyor; insanlığın elinden alınamayacağı söylenen haklara bile sahip değiller. Hayatta kalmak için insanların kapılarını çalmak zorunda bırakılan mülteciler, konu sahip olmadıkları hakların verilmesi olduğunda, bir bakıma “insanlık” bölgesinin dışına atılıyor. Ve müşterek dünyamızda bu şekilde yaşayan milyonlarca insan var. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, mülteciler kendilerinden şiddet kullanılarak çalınan insan haklarının geri kazandırılması çabasıyla insanlığın zayıf noktası olarak tayin edilmek ve bu şekilde muamele görmek yerine, sıklıkla yerleşik ve yerli toplulukların sahip olduğu insan haklarına karşı bir tehdit olarak görülüyorlar.
Hem yerleşik toplumlar hem de onların seçtiği politikacılar arasında, “mülteciler sorununu” evrensel insan hakları çerçevesinden çıkarıp iç güvenliğe taşıma yönünde açık bir eğilim var. Terörist olabilecek kişilerden korunma amacıyla yabancılara karşı takınılan sert tutum, sıkıntı yaşayan insanlara karşı iyilik ve şefkat istemeye göre daha fazla rağbet görüyor. Ve sorunu tamamen güvenlikten sorumlu kurumlara bırakmak, hâlihazırda sosyal hizmet görevlerinin altında ezilen ve görünüşe göre seçmenlerini memnun edecek şekilde hareket edemeyen ve bu konuda istekli olmayan hükümetler için çok daha uygun görünüyor.
B.E.: Çalışmalarınızın merkezinde, insanların günümüzde uğraştığı hassas noktaların ne kadarının daha küresel bir dille ifade edilmesi gerektiği konusu var. Ulus devletleri, bağlantı çağımızı tanımlayan çok sayıda tehdide yanıt vermekte gittikçe daha da yetersiz kalıyorlar. Bugün güç ve şiddetin küreselleşen niteliği, bu mülteci resmi ile daha net bir şekilde mi ortaya çıkıyor?
Z.B.: Sorunu “küresel” bir sorun olarak görmek, sadece kitlesel göçleri anlamak için değil, aynı zamanda bu göçlerin Avrupa’nın birçok yerinde tetiklediği gerçek ve yaygın göç paniğini de daha iyi anlamak için çok önemlidir. Akın akın gelen mülteciler ve aniden gündeme yerleşmeleri, bastırmaya, saklamaya uğraştığımız korkularımızı açığa çıkarıyor; bunlar, toplum içindeki kendi kırılganlıklarımızın verdiği uyarılarla ve kaderimizin kendi kontrolümüz dışında, kavrayamadığımız güçlerin elinde olduğunu söyleyen ve tekrar tekrar doğrulanan bu şüpheyle büyüyen korkular.
Gelirken yanlarında kısmen “küresel güçler” ile ilgili gizemli ve muğlâk, aynı zamanda uzaklarda olmasını umduğumuz dehşeti de yanı başımıza getiriyorlar. Bu gelenler, çok değil sadece birkaç hafta önce, yurtlarındayken kendilerini muhtemelen, aynen bizim bugün hissettiğimiz gibi güvende hissediyorlardı. Ancak bugün evlerinden, eşyalarından, güvenlikten, çoğunlukla “vazgeçilemez” insan haklarından ve öz saygı için gerekli olan saygı görme ve kabul edilme haklarından mahrum kalmış bir şekilde bize bakıyorlar.
Eskiden olduğu gibi getirdikleri haberlerin içeriğinden ulaklar sorumlu tutuluyor. Birbirini takip eden yeni göçmen dalgalarına, Brecht’in de dediği gibi, “felaket habercileri” imişlercesine öfkeyle bakılmasına şaşılmamalı. Yıkılan düzenin, sebepler ile sonuçlar arasındaki bağlantıların istikrarlı, anlaşılır ve tahmin edilebilir olduğu ve böylece onları nasıl devam edeceklerini bildikleri bir durumda bırakan şartların somut örnekleri olarak geliyorlar. Bu güvensizlikleri bize gösterdikleri için mültecilerin şeytan olarak görülmeleri de kolay oluyor. Mültecileri sağlam sınırlarımızın ardında durdurarak onlara, kapımıza kadar gelmelerini sağlayan küresel güçleri de durdurmayı başarabileceğimizi gösteriyoruz.
B.E.: Savaşın yerle bir ettiği yerlerden kaçanlar, kendilerini “göçmen” olarak mı yoksa “mülteci” olarak mı görmemiz gerektiği konusunda şiddetli tartışmaları da ateşledi. Ama iki terim de yeterli olmayabiliyor. Bu tür durumlardan kaçmaya çalışanların, insan olarak edimini daha fazla vurgulayabilmek için yeni sözcüklere ihtiyacımız olabilir mi? Şair Warsan Shire’ın da dediği gibi “Kimse çocuğunu bir kayığa bindirmez / Su karadan daha güvenli olmadıkça.”
Z.B.: Bir mültecinin, çoğu zaman varlığına bile tahammül edilmeyen bir yer ile istenmediği ve kabul edilmediği bir yer arasında seçim yapmaktan başka çaresi yoktur. Benzer şekilde “ekonomik göçmen” (economic migrant), yapmak zorunda olduğu seçim de kendileri ve aileleri için yokluk içinde ya da ümitsiz bir yaşam ile katlanılabilir koşullarda yaşayabilmek için küçücük bir şans arasındadır. Bu, açıkça fiziksel şiddetten kaçan mültecinin yapmak zorunda olduğu seçimden çok da farklı bir “seçim” değil. Bu tür seçimler yapmak zorunda kalsaydık hepimiz dehşete düşerdik. Milyonlarca insanı buna zorlayan bir dünya sorunu için gerçekten de bir dile ve kritik sözcüklere ihtiyacımız var.
“Ekonomik göçmen” etiketi, mağdurları yaftaladığı sürece bu etiketin kullanılması kınanmalıdır. Bu gibi cambazlıklarla söz konusu krizlerin asıl sebeplerine inilmiyor ve sorumlular cezasız kalıyor. Kendi kendini iyileştirme ve mutluluk arayışını yücelten ve bunu hayatın amacı ve anlamı olarak gören bir kültürde, buna uygun davranmaya çalıştığı halde olanağa ya da doğru belgelere sahip olmadıkları için engellenenleri suçlamak ikiyüzlülükten başka bir şey değil.
B.E.: Mültecilerin ırk ve kültür politikasıyla ilgilenirken, onların nasıl da modern korkularımızın ve kaygılarımızın çoğunu yansıttığımız göstergeler olduğunu vurgulamak için “korkuları yüzdürmek” metaforunu kullanmıştınız. Sizin güven(siz)lik politikası ile ilgili olarak işaret ettiklerinizi düşünürsek, mülteciler üzerindeki ilgi artışı, sorunu zamanımızı tanımlar şekilde sunarak (dolayısıyla tartışmayı tam anlamıyla kutuplaştırarak ve uçlara taşıyarak) onları günah keçisi ilan etme durumunu daha da kötüleştirme tehlikesi yaratmaz mı?
Z.B.: Yaklaşık iki yüzyıl önce Hegel’in dediği gibi, bilgelik tanrıçası Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlıkta uçar. Bununla, “zamanımızı” tanımlayan şeyleri sadece geçmişe bakarak, her şey olup bittikten sonra anlama eğiliminde olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum. Ve geriye bakarken bile, nadiren net bir şekilde anlayabiliyoruz. Modern çağın belki de en önemli tarihçisi olan Eric Hobsbawm, daha 1994 yılındayken, 20. yüzyıla “Aşırılıklar Çağı” deme cesaretini göstermişti. Ve o zaman bile bu tür bağlantılar için af dileme gereğini duymuş:
“20. yüzyılın tarihini hiç kimse bir başka dönemin tarihini yazdığı gibi yazamaz; çünkü hiç kimse yaşadığı dönemi sadece dışarıdan, ikinci -ya da üçüncü- elden, o dönemin kaynaklarından ya da daha sonraki tarihçilerin eserlerinden bildiği bir dönemi yazabildiği (ya da yazması gerektiği) gibi yazamaz. (…) Bir tarihçi olarak çağın 1914’ten sonraki dönemi üzerinde çalışmaktan kaçınmamın nedenlerinden biri bu.”
Bu büyük tarihçinin önerisini/uyarısını dinleyelim ve Thomas Hylland Eriksen’in özellikle medyanın gücünü anlatmak için, “tyranny of the moment” yani anın tahakkümü dediği şeyin üzerinde fazlaca durma isteğimize direnelim. Mültecilerin gerçekten de “zamanımızın” “tanımlayıcı günah keçileri” durumunda olmak için diğer birçok kategoriden daha fazla hakkı olabilir; ama bu ne kadar sürecek? Son kitabımda güvensizliklerimizin “yüzmeye” devam ettiğini çünkü attığımız demirlerin güvensizliklerimizi istikrarlı bir şekilde sabitleyebilecek kadar sağlam olmadığını yazmıştım. Bu nedenle atılan demir, günümüzde korkunun akışkanlığını en açık şekilde somutlaştıran kişiler olan mültecilerle birlikte sürüklenebilir. En azından şu anda bu akışkanlık, kapımızdaki yabancılar ile onları buraya iten gizemli ve görünüşe göre her şeye muktedir olan küresel güçler arasında bir çeşit yakınlık yaratıyor. İkisi de daima erişemeyeceğimiz ve kontrol edemeyeceğimiz kadar uzakta duruyor ve en yürekten dileklerimizi, en ustaca “çözümlerimizi” görmezden geliyorlar.
B.E.: Teröre karşı verilen savaşın “fikri zayiatlar”ından birinin, dünyanın daha iyi bir yer hale getirilebileceğine dair insani bir ülkü olduğu söylenebilir. 21. yüzyıl için yeni bir hümanizme ihtiyacımız olabilir mi?
Z.B.: Ulrich Beck “Cosmopolitan Vision” (Çok Ulusluluk Vizyonu) adlı eserinde bu açmazı çok iyi yakalamış: İnsanlığın geneline yayılmış, evrensel, çok uluslu bir karşılıklı bağımlılık durumuna (fikrimiz alınmadan) itildik. Fakat bunun yanında çok uluslu bir farkındalığa hala sahip değiliz ve bunu oluşturmak ve kazanmak için ciddi bir şekilde harekete bile geçmedik. Bu da William Fielding Ogburn’un dediği gibi, bir çeşit kültürel gecikme yaratıyor ve mültecilerin gördüğü muamele de bunun kanıtı. Biz bu gecikmenin kurumsal ve devletlere dayanan temellerine ciddi ciddi bakma girişiminde bulunana kadar, mülteciler bu anlayış eksikliğinin ikincil mağdurları olmaya devam edecekler.
Benjamin Barber’ın manifestosu olan If Mayors Ruled the World (Eğer Dünyayı Belediye Başkanları Yönetseydi) isimli kitabında kesin bir şekilde ifade ettiği gibi, “çok uzun süre devam eden bölgesel başarılardan sonra bugün, dünyanın her yerinde ulus devletler bizi yüzüstü bırakıyor. Ulus devlet, bir zamanlar, özerk toplumlar ve ulusların özgürlüğü ve bağımsızlığı için dört dörtlük bir siyasi çözümdü. Bugünse dayanışma açısından hiçbir şekilde uygun değil.” Benjamin Barber, ulus devletleri, “doğaları gereği rekabete ve karşılıklı dışlamaya çok meyilli” olduklarından ve “özlerinden dolayı iş birliği yapmaya isteksiz ve dünya genelinde kamu yararına çalışamaz” göründüklerinden dolayı dünya genelindeki karşılıklı bağımlılığımızdan kaynaklanan zorlukların üstesinden gelme konusunda tek başlarına yetersiz görüyor.
Bu sorunu büyük ölçüde, güç ve politika arasında giderek büyüyerek hem siyasi sınırları olmayan güçlere hem de sürekli ve derinleşen bir güç eksikliğinden muzdarip bir politikaya yol açan bir çatlağa, ayrışmaya bağlıyorum. Güçler -özellikle de insanlık durumunu ve insanlığın beklentilerini en çok etkileyenler- bugün dünyanın her yerinde; sınırları, kanunları ve siyasi organların ülke içinde tanımladığı çıkarları istedikleri zaman yok sayarak (İspanyol sosyolog Manuel Castell’in sözleriyle) “akışlar uzamı” nda her zamankinden daha serbest bir şekilde dolaşıyorlar. Öte yandan siyasal eylemin günümüze kadar gelen araçları, bir ya da iki yüzyıl önce olduğu gibi, hareketsiz kalıyor ve devletlerin uzamı olan “yerler uzamı” içine hapsoluyor. Alternatif “tarihi failler” çok rağbet görürken bunlar bulunup yerlerine konana kadar “iyi” veya en azından “daha iyi” bir toplum için modellerin tartışılmasının yararsız bir uğraş olduğu düşünülebilir, ki bu modeller siyasi yelpazenin sınırları dışında pek fazla heyecan da uyandırmayacaktır.
Bununla birlikte devam eden mülteci sorunu için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İnsanlık bir kriz içinde ve dayanışma olmadan bu krizden çıkmak mümkün değil. Karşılıklı ötekileştirmeden kurtulma yolundaki ilk engel, iletişimin reddedilmesi. Kendine yabancılaşma, uzaklık, aymazlık, saygısızlık ve aldırmazlığa eşlik eden bir sessizlik var. Bu nedenle diyalektik sınır çizme sürecinin, sevgi ve nefret ikilisi yerine; sevgi, nefret ve özellikle mültecilerin sürekli karşılarına çıkan, aldırmazlık ya da ihmal üçlüsü açısından düşünülmesi gerekiyor.
Kaynak: The New York Times
Başlık Görseli: Daily Hive