Başlıktaki bu denklem “çalışmanın” tekrardan tanımlanmasını gerektiriyordu. Tarihçi W.E. Tate, The English Village Community and the Enclosure Movements adlı çalışmasında, “fakirler iki sınıfa ayrılır, daha iyisi için çalışan ve bundan hoşnut olan gayretkeş fakirler, kendileri için çalışmayı tercih eden aylak fakirler” fikrini öne süren Püritenlerin “kalkındırma” tezlerinden bir çok alıntı yapıyordu. Tate’in bu eseri, “çalışma”nın erken modern dönemdeki tekrardan tanımlanışının malikler için kârın yarattığı bir eser olduğunu belirtiyordu. Bu tür bir çalışma, erdemli ve gayretkeşti, hoşnutluk verirdi. Diğer tür çalışma ise, acelesiz, evcil, zevkli ve ancak geçinmeye yeterdi; diğer yandan, Orwell’in ifadesiyle, aylaklığın ta kendisiydi (Bu ayrımın dilimizdeki yansımasını, birisi için, “gerçekten muhtaç” gibi bir derecelendirme yaptığımızda görebiliriz). Bu konu, sonraları Max Weber tarafından Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda, Karl Marx tarafından Kapital’de işlendi; feministler de ataerkil gücün konsolidasyonunu ve kadının ekonomik katılımdan dışlanmasını gözler önüne serdiler.
Çalışmanın, Protestan-kapitalist tanımına Marx’ın yanı sıra, Thomas Paine, Fabiyenciler*, agraryenler** ve anarşistler de karşı çıktılar. Muhaliflerin bu listesine, yirminci yüzyılda etkin olmuş iki önemli isim daha eklenebilir: Buckminster Fuller ve Bertrand Russell. Her iki isim de, yaşamak için ücretli bir iş sahibi olmamız gerektiği görüşüne ve maddi bir kazanım gütmedikçe veya yeterli zenginliğe sahip olmadıkça merakımızın ve tutkularımızın peşinden gitmeye iznimizin olmadığı görüşüne karşı çıkmışlardır. Russell’ın 1932’de yazdığı Aylaklığa Övgü adlı çalışması üzerine kaleme aldığı New York Times’taki köşe yazısında şöyle diyor Gary Gutting: “Birçoğumuz için ücretli bir iş tamamıyla gerekli bir şey; birçok işsiz insanın da pekala bileceği gibi. Fakat, ekonomik sistemimizde, çoğumuz kaçınılmaz olarak çalışma kavramını yanlış yorumluyoruz: çalışmak hayatımızı kazandırır, bize hayat sunmaz”
Aslında çoğu durumda, çalışmanın yaptığı, sağlığımızı mahvederek, değerli zamanlarımızı tüketerek ve çevremizi küçülterek bizi yaşama yetimizden yoksun bırakmaktır. Denemesinde şöyle der Russell: “Dünyada yapılmış çok fazla iş var ve buradaki fenalık çalışmanın erdemli bir şey olduğuna inanılmasından kaynaklanıyor. Modern endüstriyel ülkelerde öğütlenenler, bu zamana kadar verilegelmiş öğütlerden oldukça farklı.” Russell’in kendi ifadesiyle, “tembellik için argümanlar”, söze “çalışma” kavramından ne anladığımızı tanımlamakla başlıyor, ki bu tanımlar “emek ile yönetim” arasında bir yerde betimlenebilir.
Russell bu ikinci kategoriyi “emir verenler” ve “hangi emirlerin verileceği hakkında tavsiye verenler” olarak kendi içinde ikiye ayırır. Russell, ikinci tip çalışmanın “siyaset” olduğunu ve bunun için, “tavsiye verilmesi gereken konularda hiçbir gerçek bilgi” sahibi olmanın gerekmediğini söyler. Tek gerekenin, manipüle etme yeteneği olduğunu ekler: “ikna edici konuşma ve yazma sanatı, başka bir deyişle, reklamcılık.” Russell, ardından, tepede yer alan bir üçüncü sınıtfan bahseder, ki bu sınıf da “her iki işçi sınıfından da daha fazla saygı görür.” Kimdir bunlar? “Var olmalarına ve çalışmalarına müsaade edilmiş(!) insanlara, bu verdikleri “ayrıcalığın” bedelini ödeten “toprak sahipleri”… Toprak sahiplerinin aylaklıklarının, onlar için çalışan insanların gayretleri sayesinde mümkün olduğunu söyler Russell. Hatta, onların bu gel keyfim aylaklık için besledikleri arzu, tarihsel süreçte “çalışmanın ilkelerini” oluşturmuştu. Toprak sahiplerinin isteyeceği son şey, diğerlerinin de onların yollarını izlemesi olurdu.
Russell, çalışmanın ilkelerinin “köle devletinin ahlakı olduğunu” ve burada insanların ölümcül koşullar altında çalışmasının bir felaket olduğunu söyler; felaket koşullar altında günde on beş saat çalışan, hiçbir hakka sahip olmayan, alınan satılan köleler; çocuk iş gücü… Çalışma, Russell’ın zamanından çok daha farklı bir görünüm almış durumda günümüzde. Fakat modernizmde dahi, işçi hareketleri, çalışanlar için daha fazla sosyal güvenlik ve boş zaman mücadelesi verirken, çoğunluğa dayatılan iş miktarı, insanlığın gelişimi için gereksiz kalıyor. Halen başarılı olan kapitalist propagandanın sonucu şu: eğer, başkalarının kârını yükselten maaşlar için çalışmıyorsak, sistem şunu dikte eder; tembelleşeceksin ve geçimini dahi sağlamakta başarısız olacaksın. Russell, denemesinin başlangıcında bir Protestan atasözü olan “Şeytan her zaman, aylaklara yapması için bir fenalık bulur” cümlesini alıntılar. Öte taraftan, şöyle bir özetleme yapar:
…kimsenin günde dört saatten fazla çalışmaya zorlanmadığı bir dünyada, bilimsel merakı olan hiç kimse bundan mahrum kalmayacaktır, her ressam aç kalmaksızın resim yapabilecektir, belki resimleri de harika olacaktır.
Bize çalışma ne kadar az dayatılırsa, o kadar güzel işler yapabiliriz aylaklığımızda ve hep beraber daha az çalışabiliriz, diye düşünmektedir Russell. Çünkü, “modern üretim yöntemleri, kolaylık ve herkes için güvenlik imkanı sunuyor bizlere”; “kimileri için aşırı çalışma, diğerleri için açlık” yerine.
Yıllar sonra, öngörülü bir mimar, mucit ve teorisyen olan Buckminster Fuller “herkes geçimini kazanmak zorundadır şeklindeki aldatıcı” argümana karşı, Russell ile aynı argümanı, benzer ifadelerle ileri sürüyordu. Fuller, çalışmak-çalışmamak üzerine olan düşüncelerini uzun kariyeri boyunca ifade ediyor, bunlardan en kısa ve öz olanı 1970 tarihli New York Magazine’deki “Environmental Teach-In” yazısında yer alıyordu:
On bin kişide bir kişinin, geri kalan herkesi destekleyecek bir teknolojik yeniliğe imza atabileceği bugünün bir gerçeği. Yeni meslekler icat etmeye devam ediyoruz, çünkü herkesin bir tür angaryada çalışmak zorunda olduğu görüşündeyiz; çünkü, Malthusyen-Darwinci teoriye göre, herkesin “var olma” hakkını meşrulaştırmak zorunda olduğu görüşündeyiz.
[…]
Peki bunun yerine ne yapmalı? Eğitimimize ve hoşlandığımız şeyleri yapmaya devam etmeliyiz. Fuller şöyle diyor: “İnsanların yapması gereken şu: okullarına geri dönmek ve ‘hayatınızı kazanmak zorundasınız’ diyen adam onlara bunu söylemeden önce düşündükleri, planladıkları şeyi bulmak.” Başka bir ifadeyle, hepimizin yapması gereken, bizlere toprak sahiplerinin, devletlerin yahut müdürlerimizin dayattığı şeyler için değil; kendimiz için, yaşam kalitemiz ve sosyal hayatımız için elzem olduğunu düşündüğümüz şeyler için çalışmak. Fuller, bunu yapabileceğimizi ve her birimizin benzer şekilde ilerleyebileceğini düşünüyor. Teknolojik ve evrimsel ilerlemeyle sağlanan, daha az çabayla daha çok iş yapma durumunu “epemeralizasyon”*** olarak kavramsallaştırıyor. İnsanın gelişimini vizyoner bir bakışla ele alan kitabı Critical Path’de Fuller, “Artık, dünya üzerindeki her erkeğe, kadına ve çocuğa, bugünün milyonerleriyle kıyaslanabilecek bir yaşam standardı sunmak mümkün,” diyor.
Ütopik geliyor değil mi? Belki de. Fakat, Fuller’in fosil yakıtlara değil sürdürülebilir geleceğe dair çok sonuçlu yolu, bazı iç karartıcı sebeplerden ötürü hiç denenmedi. Ne Russell ne Fuller, kapitalizmin ortadan kalkacağına ya da kendiliğinden yok olacağına ve işçilerin zaferinin yakın olduğuna ilişkin bir tartışmaya girmedi. Aynı şekilde, University of Notre Dame’da felsefe profesörü olan Gary Gutting de, New York Times’da kaleme aldığı Russell üzerin olan eleştirisinde şöyle bir iddiada bulunuyordu: “Kâr etmeye teslim olmuş kapitalizm başlı başına canavar değildir.” Öte yandan, çoğu Marksist, kâr etmeye teslimiyetin asla masum bir şey olamayacağını öne sürerdi. Ama kabul etmeli ki, devlet komünizmi ile arz taraflı kapitalizm arasında birçok orta yol daha var, tıpkı güçlü demokratik sosyalizm veya vatandaşlık geliri güvencesi gibi. Her durumda, modern çalışma görüşlerine muhalif olanların ortaklaştığı nokta, eğitimin eleştirel düşünürler ve kendi kendini yönlendirebilen bireyler yaratması gerektiğidir. Fakat kendimizi gerçekleştirmek uğruna sevdiğimiz alanda çalışmak, zengin aylak sınıfının ayrıcalıklı muhafazasına hizmet etmemelidir.
*Fabiyenciler: Dönemin İngiltere’sinde ılımlı bir sosyalist dernek olan Fabiyen Cemiyeti’ne mensup kişiler.
**Agraryenler: Tarımsal adaleti savunan, toprakların dağıtılmasını isteyen tarımsal reformistler.
***Eperemalizasyon: Euphemeralization (Ing) Teknolojik gelişmeye bağlı olarak insanın daha az çabayla daha çok iş yapmasını ve nihayetinde hiçbir çaba sarf etmeden her şeyi yapabilmesini öngören kavram.
© Düşünbil® (2017)
Yazar: Josh Jones
Çevirmen: Emir Melek
Kaynak: Films for Action