“Dil, varlığın evidir.” Martin Heidegger
Dil, bütün bir yeryüzü tarihi için temel dinamik olmasına rağmen, başlı başına bir felsefe disiplini olması, felsefenin doğuşundan çok daha sonra oldu. Her ne kadar Antik Felsefe’den beri “dil” olgusu çeşitli filozoflarca, çeşitli felsefelerde incelenmişse de (hatta buna “sözü geçmek” dersek çok daha doğru olur), dil dinamiğinin bağımsız, başlı başına bir felsefe disiplini olması 20. yüzyılı bulur. Aslında dil felsefesinin doğuşunun işaretleri 19. yüzyılda bulunabilir, bilhassa Nietzsche’nin dil hususundaki hassasiyeti, onu bir sorunsal hâline getirişi, 20. yüzyıldaki yaygın dil felsefesi hareketini bir tesadüf olmaktan çıkarır. Nietzsche’nin esasen fark ettiği şey, dilin her şey için (ahlak, din, iletişim, var oluş, …) belirleyici olduğu hakikatidir. Nietzsche birçok açıdan olduğu gibi, dil felsefesi hususunda da 20. yüzyılın esin kaynağı olmuştur.
Dil felsefesinin esas doğuşu olan 20. yüzyılda tamamıyla dil olgusunu sorun edinen felsefelerin başını şüphesiz ki Ludwig Wittgenstein’ın felsefesi çeker. Öyle ki Wittgenstein “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” diyerek dil nosyonunu var oluşunun merkezine koyar. Wittgenstein ile birlikte Analitik Felsefe geleneğinin temsilcileri, dil olgusunun başlı başına bir felsefe disiplini olması konusunda yadsınamaz katkılarda bulunmuştur. Bertrand Russell, Gottlob Frege gibi Analitik Felsefe geneleğinin de kurucusu sayılan filozoflar, dil felsefesinin bağımsızlık ilanının da öncüleri olarak anılabilirler. Ne var ki Analitik Felsefe geleneği ile başlayan dil felsefesi serüveni, 20. yüzyılın ikinci yarısında daha çok Kıta Felsefesi ile özdeşleşir. Analitik Felsefe daha çok dilin yapısı ile ilgileniyorken, Kıta Felsefesi’nin dil felsefesindeki temel sorun “anlam” sorunudur. Bilhassa Michel Foucault, Jacques Derrida gibi Fransız postyapısalcıları, dil-anlam sorununu felsefelerinin odağına koymuştur. Bununla birlikte, Nietzsche ardılı olarak görebileceğimiz, hatta bazı çevrelere göre 20. yüzyılın en önemli filozofu olan Martin Heidegger de, Fenomenolojik Ontoloji’sinin temeline “dil” olgusunu yerleştirmiş, baştaki alıntıda da belirtildiği üzere dil ile varlık arasında kesin bir ilişki kurmuştur.
Dil felsefesinin doğuşu birçok yeni yöntem ve geleneğin de habercisi olmuştur. Her ne kadar ilk kullanımı 17. yüzyılda John Locke’da görülse de, yaygınlaşıp belirginleşmesi 20. yüzyılın başlarını bulan göstergebilim ya da semiyotik dil felsefesi içerisine konumlandırılabilecek bir alandır. Yine eski kökleri bulunmasına rağmen yaygınlaşması 20. yüzyılı bulan anlambilim de dil felsefesinin alanlarından birisidir. Bilhassa Ortaçağ’da dinsel metinlerin yorumlanması amacıyla kullanılan hermeneutik ya da yorumbilim de, 20. yüzyıl dil felsefesi ile tamamıyla felsefenin alanına çekilir. Yine metinlerarasılık teorisi 20. yüzyılın yaygın dil felsefesi teorilerinden birisi olarak karşımıza çıkacaktır. Görüldüğü üzere dil felsefesi yalnız “dil” kavramının kendisiyle değil, onun doğurduğu diğer kavramlarla da ilgilenir; anlam gibi, yorum gibi, metin gibi ya da gösterge gibi.
Bugün gelinen noktada ise “dil”, 20. yüzyıldaki felsefi ününü koruyor gözükür. Dil, bugün için de felsefenin temel konularından birisi ve hatta denilebilir ki en sıcak tartışmasıdır. Bu tartışma her ne kadar geç kalmış bir tartışma olsa da doğru bir tartışmadır. Çünkü şüphe götürmez ki, dil çözümlenmeden dünya çözümlenemez. Dili sorunsallaştırmadan diğer sorunsalların çözümlenişi sağlıklı olmayacaktır, bugünün politik atmosferi düşünüldüğünde ve bu politik ortamın temel malzemesinin “dil” olduğu göz önüne alındığında da, 20. yüzyıldaki bu çabanın yersiz olmadığı hemen fark edilecektir.
Yazar: Nedrip Karakaya
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.