Mitchel Abidor’un önsözü: Louis Althusser denince akla gelen ilk şey, onun 1980’de karısını (sosyolog Hélène Rytmann’ı) öldüren ve psikiyatri hastanesine kapatılmaktan kıl payı kurtulan bir Fransız Marksist filozof olarak yaydığı kötü şöhrettir. İşlediği suçun vahşeti görmezden gelinecek gibi değil ki o dönem Althusser’in cinayetten yargılanması konusunda ısrar edenler olmuştu; fakat Fransız Ceza Hukuku Althusser’in davasının, üç psikiyatristin de değerlendirmesiyle, “hukuksal-meşru sorumsuzluk” hükmüne bağlanmasına izin veriyordu. Daha önce de birkaç kez başına geldiği üzere Althusser üç yıllığına bir psikiyatri kurumuna yatırıldı ve tedavi süreci 1968 Mayıs olaylarına katılamamasına yol açtı. Her ne kadar öncüsü olduğu yapısalcılığa çalan Marksizm akademide baskın ekol haline gelse de (Fransız Teorisi), 1960’ların başından günümüze, Rytmann’ın trajik ölümü Althusser’in etkisinin gölgelenmesine yol açtı.
1948 yılından beri Komünist Parti üyesi olan Althusser, felsefe okumalarında karşılaştığı ama kabullendiği boşluklara rağmen kendi deyişiyle “idealist heveslerle kirletilmiş” 1844 El Yazmaları‘nı, Marksist düşüncenin dışına atan ve Marx’ın 1845-1846 yıllarındaki düşüncelerinde bir “epistemolojik kopuşu” varsayan, Marksizm içerisindeki bir devrimi etkilemiştir. Althusser’in inandığı bu felsefe en açık haliyle Kapital’de “yeni bir disiplinin kuruluş anı, bir bilimin kuruluş anı” olarak dile getirilmişti. Althusser, “Marksizm; tek hareket içinde ve bu hareketi kuran eşsiz epistemolojik kopuş sayesinde oluşan bir anti-hümanizm ve anti-tarihselciliktir” diye yazmıştır.
Althusser’in anti-hümanizmi, onun “sadece burjuva hümanizminin ikilemlerine eleştiri olarak değil, aynı zamanda ve her şeyden önemlisi ‘en soylu’ arzuların tüketilmesi” olarak tanımladığı sosyalist hümanizme sapan, Marksizm’in içinde bulunan farklı kamplara/ekollere bir tepkiydi. Althusser, sosyalizm ile hümanizmi birleştirme dürtüsünü “’sosyalizm’ […] bilimsel bir kavram ama ‘hümanizm’ ideolojik bir kavramdan fazlası değil” diyerek hümanizmin teorik değerinin düşük olduğunu ileri sürdü. Althusser’e göre bu iki kavram arasındaki “eşitsizlik” onları birbirine uyumsuz hale getiriyordu.
Karl Korsch gibi muhalif Marksistlere ilaveten Rosa Luxemburg, George Lukacs ve Antonio Gramsci de hümanist Marksist olduğu düşünülen tarafta öne çıkan figürlerdi. O dönem solcu-hümanistler Frankfurt Okulu’nda ve Yugoslav Praxis Grubu’nda [1] ya da SSCB içerisindeki belirli fraksiyonlarda da bulunuyorlardı. 1970’lerin ortalarında Althusser’in çok daha tehdit edici gördüğü Eurocommunism (Avrokomünizm) olarak bilinen Batı Avrupa Komünist hareketindeki sosyal-demokratikleşme trendi devam etmekteydi. [2] Bu hareket komünizmin utanç verici proletarya diktatörlüğü nosyonunu ortadan kaldırırken, devleti “ezmeye” karşı çıktı ve siyasi seçim yolunu benimsedi.
Fransız Teorisi Althusser’in fikirlerini oluştururken, önemli bir husus göz ardı edildi: Althusser’in Fransız soluyla ve özellikle 1970’lerin sonlarında Fransız Komünist Partisi’yle ters düşen konuları savunması. Parti hayatı içerisinde aldığı pozisyonlar, aynı zamanda ilk önemli çalışmaları da olan Kapital’i Okumak ve Marx İçin’de bulunabilecek teorik çalışmaların bir devamıydı. Althusser için proletarya diktatörlüğü kavramının, Eurocommunism’in özü olan İspanya, İtalya ve Fransa Komünist Partileri tarafından içinin boşaltılması kabul edilemezdi. Çünkü teoride, bu diktatörlük Marksizm’in merkez noktasıyken; pratikteyse “eğer ki bu devrimin amacı çıkmaza girip de çökmek değilse” en azından kısmen “proleter diktatörlük gerekliydi.”
Althusser sadece Marksist bir filozof değil, aynı zamanda komünist bir filozoftu. 1976’da yazdığı gibi, “Bir partiyi tanımlayan sadece ona üyeliğin sınıfsal yapısı veya onun bilimsel teorisi değil; fakat bu ikisinin sınıf mücadelesi içerisinde birleşmesi, kaynaşmasıdır.” İngilizce konuşulan dünya içerisinde, Althusser’in özellikle komünizme bağlılığı en parlak döneminde arka planda kaldı. Amerika ve İngiltere’de ciddi bir işçi sınıfı hareketinin olmaması Althusser’in fikirlerinin, harekete geçmek için itici güç olmaktan ziyade, akademik çalışma konusu haline gelmesine ve sol-içi tartışmaların derinleşmesine yol açtı.
Althusser’in, Marksizm’in herhangi bir gevşetilme ya da yumuşatılma girişimini reddi, Fransa komünist hareketi içerisindeki Çin-Sovyet ayrışmasına köprü olmuştu. Hatta Althusser, içlerinde Fransa’nın en elit okulu École Normale Supérieure’de hocalığını yaptığı kişileri de barındıran ve Fransa’nın aşırı-sol entelektüel kaymak tabakasını içeren bir grup olan Maoist Birlik de la Jeunesse Communiste Marxiste Léniniste dergisi için (anonim olarak) yazı bile yazdı. (Daha sonra, Kültür Devrimi, Mao ve genel olarak devrim hakkında illüzyonlar çöktüğünde, Althusserci Maoistlerin birçoğu anti-Marksist “Yeni Filozoflar” okulunun temelini atacaklardı.)
Althusser için felsefe soyut bir entelektüel sorgulama durumu değil, eylem için bir yol gösterici – ve aslında kendi içinde bir eylemdi: (aşağıdaki pasajda da gösterildiği gibi) kapitalizm gizeminin çözülmesi. Althusser’in kendine has düzeni, genelde üniversitelerde öğretilen klasik düşünürler kadar, Mao ve Lenin’i de içerirdi. Althusser, genelde yalnızca siyasi aktörler olarak görünen bu iki devrimci lideri entelektüel titizlikleri sebebiyle bir yandan da gerçek filozoflar olarak görüyordu. Hatta onlar, Marksizm’in temel öğretisini yerine getirenlerdir: “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa aslolan onu değiştirmektir.”
– Mitchell Abidor
Böylece kapitalist doğar. Başlangıçta bağımsız bir küçük üreticiyken; yetenekleri, iş gücü ve erdemliliği sayesinde daha fazla malzeme satın almak için yeterince üreten ve ürettiğini yeterince satabilen büyük üreticilere dönüşmeyi başardı. Kapitalistler, artık dünya üzerinde yer kalmadığı (Kant’ın da muhteşem şekilde ortaya koyduğu gibi dünya “yuvarlak” olduğu için sonlu, sınırlıdır) ve kendileri de bağımsız küçük üreticiler olamayacakları için yiyecek hiçbir şeyleri olmayan zavallılara gerekli niteliklerde işler verdiler ve bunu da iş gücü karşılığında ücret verilen muazzam bir hizmet olarak yorumladılar. Ne cömertlik! Fakat cömertlik insan doğasına dahildir. Tüm bunların sonraları kötüye gitmesi de aynı şekilde insan doğasından kaynaklanır: ücretli işçilerin çalışma saatlerini çok uzun ve ücretleri çok az bulmaları, belirli bağımsız küçük üreticilerin ücretli çalışanlarından adaletsiz olarak yararlanmaları veya daha da kötüsü, “rakip” olarak gördüğü diğer üreticilere kendi tarzlarında (genelde kirli) oyunlar oynamaları, piyasada acımasızca davranmaları vs. Bunlar var olmamalı, ama bu dünyada sadece iyi insanlar yok; kişi, kötülüğe ve düşüncesizliğe dayanmak zorundadır. Fakat bu böyle olmak zorunda değil!
Eğer bunu anlasalardı, şu anda ne söylediğimizi de anlarlardı. Elimizde sadece ve sadece bir tek doğal üretim tarzı vardır; o da bağımsız küçük üreticilerin aileleriyle birlikte kurdukları, artı değeri veya ürettikleri her şeyi satmayı amaçladıkları, yalnızca kendi küçük aileleriyle çalıştıkları veya evsiz kimselere başlarını sokacakları bir dam vererek ekmek parasına onları çalıştırdıkları ve bu yolla doğal olarak (eğer iyi çalışmaları ödüllendiren Kalvin’in Tanrısı [3] bu onuru onlara sunarsa) gitgide daha çok kazanan kapitalistler haline geldikleri ticari üretim tarzıdır.
Yani – geçimlik çiftçiler olarak yola çıkan fakat kaderinde doğal olarak tüccar olmak olan, önce yarı zamanlı ardından tam zamanlı tüccarlar haline gelen ve sonra ücretli (kapitalist) üretime dayalı tüccarlara dönüşen bağımsız küçük üreticilerin varlığına bağlı olarak – burjuva ideolojisine göre ticari üretim tarzı veya üretimin ticari tipi, var olan tek üretim tarzıdır.
Başka üretim tarzı yoktur; diğerleri sadece bu üretim tarzı ekseninde tasarlanmış birer nüans, sapmadır: bilmesinlerci (obscurantism) ve karanlık zamanlarda, Aydınlanma Çağı’nın kendi apaçık doğrularıyla insanların zihinlerine henüz nüfuz etmemesinden kaynaklanan sapmalar. Bu, skandal kölelik dehşetini açıklar: İnsanlar o dönem tüm insanların eşit olduğunu bilmiyorlardı (= herkesin insan doğasından kaynaklanan hakları olduğunu = bağımsız küçük üreticiler olabileceklerini). Yine bu, feodalizm dehşetini açıklar: O dönem hiç kimse feodal bağımsız üreticinin (serfin) toprağından ayrılıp başka yere yerleşebileceğini ve ticaret yapabileceğini bilmiyordu. Bunun yerine herkes Lorduna zorunlu marabalık yapıp Kilise’ye vergi ödeyerek kendi kendisini dehşet çemberlerine hapsetmişti.
Ticari üretim tarzı tamamen efsanevi, ideolojik imgeselleştirmenin bir keşfi olduğu ve kuruluş nedeni yine aynı hayal ürününe bağlı olduğu için, bir taraftan tamamen gerçek olan kapitalist üretim tarzı, diğer taraftan onun teorisi, bizi ticari üretim tarzının hayali inşasıyla donattı. Bu hayali eylemin sonuçları ise şunlardır:
- Var olan kapitalist üretim tarzı, var olabilen, var olan ve var olma hakkına sahip tek üretim şeklidir. Her zaman var olmaması (bunun bile doğruluğu şüphelidir çünkü duruma detaylıca baktığımızda, şu doğal gerçekliği her zaman ve her yerde buluruz: bağımsız küçük üretici) veya daha doğrusu her zaman görünür şekilde var olmaması, yukarıda sayılan dehşetengiz durumların onu gizlemesinden, ona engel olmasından ötürüdür; bu sadece tarihsel bir kazadır. Kapitalizm ezelden beri var olmalıydı ve Tanrı’ya şükür, günümüzde, bilmesinlerciliğe üstün gelerek hâlâ varlığını sürdürmektedir. Doğal olanın sonunda doğal olmayana galip geldiğinden, ışığın karanlığa karşı zaferini ilan ettiğinden; doğalın ve ışığın, yani kapitalist üretim tarzının ebediyen var olacağından emin olabiliriz. Nihayet anlaşıldı!
- En sonunda edinilen bu garantiyle ve erişilen varoluşun özüyle, nihayet her şeyi anlayabiliriz. Eğer kapitalist üretim tarzının ne olduğunu anlamak istiyorsak, onun orijinine, yani özüne, ticari üretim tarzına bakmak yeterlidir; insanları bulacağız, bağımsız sıradan üreticileri (kapitalistleri), ailelerini ve geriye kalan tüm o tra-la-la!
- Sonunda varoluşa ulaştık ve varoluşa ulaşan şey öz olduğu için, ihtiyacımız olan her şeye sahibiz: varoluş, tatmin oluşu anlatan bir mırıltı ve bu mırıltıyı anlamamızı sağlayan öz. İşte herkes mutlu.
Böylelikle, burjuva ideolojisi amacına ulaşır: kapitalist üretim tarzını, hayali ticari üretim tarzının gelişimi olarak ve kapitalist üretim tarzının “yaratılışını” da bağımsız küçük üreticilerin kendi alın terleriyle hak ederek kapitalist üreticilere dönüşmelerinin bir sonucu olarak göstermek. Geriye sadece insanlığın serbest girişime olan minnettarlığının evrensel marşını hep bir ağızdan söylemek kalır!
Şimdi karşınızda sorularınızı cevaplayabilecek kadar dürüst bir kapitalist olduğunu hayal edin. Daha sonra onun durmak bilmeden, nefes dahi almadan servetini arttırmaya çalıştığını kabul edin ve ona neden bu karşı konulmaz eğilime teslim olduğunu sorun. Alacağınız cevaplar şu düzende olacaktır:
- Psikolojik kapitalist size şunu söyleyecektir: ben açgözlüyüm ve zenginliğin peşinde koşarım. Doğam gereği altına susamışımdır ve öylesine bir susamışlıktır ki bu, susuzluğum dindirildiğinde bile beni susatır. Herkes deniz hakkındaki hikâyeyi bilir: Deniz neden taşmaz? Cevap: Çünkü denizde çok sayıda balık vardır ve onlar muazzam miktarlarda su içerler. Deniz suyu tuzlu olduğu için de içtikçe susarlar. Buradan şu sonuca varabiliriz ki altın da tuzludur, çünkü insanı her zaman kendine susamış bırakır. Bu kadar dalga geçmek yeter! Her zaman din ve felsefeyi kol mesafesinde tutan psikoloji şunu buyurur: İnsan arzulu bir varlıktır ve bu nedenle doyumsuzdur, insanın arzuları ise sonsuzdur. Bu hem şeylerin doğasında vardır hem de insan doğasında. Krematistik [4] çalışan Aristo’dan, Pascal ve sayısız diğerlerine kadar filozoflar da tarihsel süreçte neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar şunu bilirler: insanlar sınırlı oldukları için arzunun “kötü sonsuzluğuna” (Hegel) [5] mahkûmdurlar. Sonuç olarak kapitalist kendini, uykusunu ve arzularını kaybettiği sonu olmayan bir noktaya taşır – işte bunlar hep insan doğasının suçu.
- Hegel ve Hobbes’da ustalaşan felsefî kapitalist şunu söyleyecektir: fakat sevgili dostum, doğa kendini sadece “ortadan kaldırmasında” (Aufhebung) [6] gösterir! İlgini mal mülk, zenginlik veya güç gibi sıradan şeylere verdiğini düşünme arzun, (güç burada sadece mal temin etme aracı veya malı temin eden insanlardır) sonu olmayan yüksekliklere ulaşır! Örneğin, eğer falan filan altın peşinde koşuyorsa, bu güç veya zenginlik ihtiyacı (veya arzusu) daha az tatmin edicidir (böyle durumlarda her şeyin bir sınırı vardır; kişinin istekleri sonsuzsa da kişi sonsuz değildir) çünkü kişi tamamen farklı bir şeyin arayışındadır: Hobbes’un “şan” ve Hegel’in “tanınma” olarak adlandırdığı kendi denklerinin saygısını kazanma. Böylece zenginlik yarışı ve güç yarışı (servet elde etme aracı olarak) bir yasanın sadece kendini insanlığa empoze etmek için girdiği zorunlu bir yarıştır. Oysa bak! Zengin biri, kendini her zaman bir başkası adına zenginleştirir; güçlü insan her zaman bir üçüncü parti adına güçlenir. Dünyayı evrensel yarış yönetir ve insanlar bu yarışta sadece birer kukladır. Para ve güç için rekabet değil; hayır, yok artık! Rekabet daha esrarengiz, daha sofistike bir arzudur; şan ve tanınma arzusu. İnsan sadece kendi olduğu için saygı görmek ve tanınmak ister: efendi ve köle figürleri aracılığıyla; diğerlerinden daha değerli, hak etmiş, layık (Hobbes), veya basitçe özgür (Hegel). Dolayısıyla, mal mülk ve güç için rekabet, herkesin kendi “şanı” veya “özgürlüğü” için, üzerinde baskı kurduğu kişiler tarafından tanınmasını beklediği başka tür bir rekabetin araç ve bahanesidir. Yani zenginler için bu bitmek bilmez susuzluk, kişinin, insana atfedilen temel tutkuların çok üzerinde bulunan onurlu bir doğaya sahip olduğu için alnı ak başı dik durabileceği, tamamen ruhsal bir mesele haline gelir. Kişi burjuva olabilir ama hâlâ onur duygusuna sahiptir.
- Hobbes’da daha da uzmanlaşmış realist kapitalist ise size şunu söyleyecektir: “şan”/”zafer” arayışı bir şeydir; neyin önemli olduğu başka bir şey! Tek bir kişiyi ayırmadan, tüm insanları zafer arayışına zorlayan yasa… Tüm insanlar bu hummalı arayışa nasıl ve hangi güç tarafından dahil edilirler? Şüphesiz şandan önce herkes mal mülk arzusuyla doluydu; fakat insanların hepsi bunları öyle eşit şekilde arzularlar ki bu arzu onları aşar ve yönetir, insanların istisnasız tamamı yarışa girer – açıklama gerektiren de işte budur. Bunun nedeni, kökünü kendisi koparan bu yasanın gücünün zamanı geldiğinde farkında olmadan serbest bırakılmasıdır: evrensel bir savaş; herkesin herkese karşı savaşı. Meselenin tüm gizemi bu dönüşümde yatmaktadır: her biri kendi küçük sonları için mal mülk arzulayan bireyler, bir anda, sonradan Savaş Durumu (State of War) haline gelecek olan evrensel bir savaşın içerisine boca edilirler. Yani, her an ve her yerde bu savaşın alevlenebileceği birilerinin diğerlerine saldırmasının gerektiği bir İlişkiler Durumu’dur (Hobbes: “Bu kötü hava gibidir; her gün veya her yerde yağmur yağmaz, fakat her an, her yerde yağabilir” der). Bu Evrensel Rekabet Durumu’nun oluşmasıyla birlikte (uygun ismiyle Savaş Durumu ve Herkesin Herkese Karşı Savaşı) birinci kişi rastlantısal bir ikinci kişiyle savaşır ve her şey ikinci kez dönüşür. Saldırıya uğrama korkusu herhangi bir kişiye ilk hamleyi yaptırır ve savaş kendi amacını ortaya çıkarır: savaşın özü önleyici olmaktır.
Bununla birlikte, rekabetin portresi tamamlandı.
Ancak, kapitalistlerin birbirine karşı yürüttüğü bu önleyici savaşa daha yakından bir göz attığımızda, bu savaşın aslında bireysel olduğunu görürüz! Tabii ki her savaşta olduğu gibi burada da taraflar karşılıklı hırlaşır, herkesin herkese karşı savaşında da bu böyledir. Fakat buradaki taraflar, yani kapitalistler, zamanlarını bir saldırıya karşı önleyici tedbirler alarak geçirdikleri için birbirleriyle gerçekten yüzleşmezler. Hobbes’un savaşında, bunun gerçek bir saldırı sorunu olduğunu ve tarafların saldırıya uğramamak için önleyici gerçek saldırılar yaptığını varsayabiliriz. Burada da aynı şey geçerli; fakat kişi gerçek bir saldırıya girişmek yerine, yenilmemek için yine önleyici olarak, kendini güçlendirir. Şüphesiz, mağdurlar, iflas edenler, yolda kalanlar vardır. Ancak yine de genel olarak kapitalist grup dimdik ayakta kalır. Öyle ki Marx rekabetin, kapitalistlerin “hayır kurumu” olduğunu söyler: bu, birbirlerine karşı sürdürdükleri bir savaşın kuralı olmaktan çok, hiç başlamayan bir savaşın kuralıdır. Bu durumda Savaş Durumu’nun aslında bir Barış Durumu olduğunu söyleyebilir miyiz? Benim cevabım, bütün bir kapitalist sınıfla sınırlı kalacak olursam, evet.
O halde savaş nerede? Başka bir yerde: kapitalistler ve onların işçileri arasında. Rekabet yoluyla, kapitalist sınıf hesaplarını kapatmak yerine bu hesapları ayarlayıp hizaya sokar – fakat rekabetin gerisinde (Marx bunu “illüzyon” olarak adlandırır) kapitalist sınıf çalışan sınıfa karşı gerçek bir savaş açar. Sonuç olarak, önleyici savaş teorisi gösterir ki iyi uygulanan önlemler, kapitalistleri diğer kapitalistlere karşı savaşmaktan korur: bu da gösterir ki işçi sınıfı önlemlerin yakıcı kısmına maruz kalır ve yine gösterir ki kapitalistler arasındaki gerçek olmayan bu önleyici savaş, işçi sınıfına karşı kalıcı bir savaş halini alır. Bu bakımdan, savaş hiç de Hobbes’un iddia ettiği gibi evrensel, herkesin herkese karşı gerçekleştirdiği bir savaş değildir; kapitalist sınıfın işçi sınıfına karşı gerçekleştirdiği bir savaştır. Dolayısıyla, kapitalist sınıfın işçi sınıfına karşı açtığı savaş, sadece kapitalist sınıfın barış içinde yaşamasına izin verir. Savaşlarımızı karıştırıyorduk. Rekabetle savaşı birbirine karıştırdık. Sınıf mücadelesini unuttuk.
Dipnotlar:
[1] Marx’ın hümanist yazılarını ön plana çıkararak Marksizm’i, Yugoslavya’nın kendi kendini yönetme biçimi üzerinden yorumlayan dergi. (e.n.)
[2] Batı Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren komünist partilerin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin kendi ülkelerindeki etkisini azaltmak için oluşturduğu reformist harekettir. Takip eden cümledeki “utanç verici proletarya diktatörlüğü” ifadesi de öncelikle SSCB’ye yöneliktir. (e.n.)
[3] John Calvin, 16. yüzyılda yaşamış din reformistidir. Dönemin Papa’sına (ve kilisesine) Tanrı ile kişi arasına girdiği için bayrak açmıştır ve onun başlattığı akım Protestanlığın önemli bir kolu haline gelmiştir. Kişinin kendi emeğiyle erdemli şekilde yaşaması gerektiğini ileri süren Calvin’i kapitalizm ile ilişkilendiren ise Max Weber’dir. Weber’e göre modern kapitalizmin kuruluş ilkeleri Kalvinizm’in ilkeleri ile benzeşir ve ondan etkilenmiştir. (e.n.)
[4] Krematistik, Aristo’nun “erdem etiğine uygun olan bir ekonomik modele nasıl ulaşılır?” sorusu çevresinde çalıştığı alandır. (e.n.)
[5] Hegel iki tip sonsuzluk tanımlar: iyi ve kötü. Sonsuza giden bir doğru düşünün. Bu doğrunun bir başlangıç noktası vardır ve Hegel, başlangıç noktası olduğu için bu doğrunun sonsuza gitmediğini; yalnızca sonunu ertelediğini söyler. Bu da onu “kötü sonsuz” yapar. Öte yandan bu doğruyu kendi üzerine katlayarak elde ettiğimiz çember “iyi sonsuza” örnektir çünkü herhangi bir başlangıç noktası yoktur. (e.n.)
[6] Çoğunlukla “ortadan kaldırma” olarak Türkçeleştirilen Aufhebung, Hegel tarafından aslen üç farklı eylemi vurgulamak üzere kullanılır. Bunlardan ilki “yukarı, üste kaldırmak”, ikincisi “ortadan kaldırmak, yok etmek”, üçüncüsüyse “korumak, tutmak, içinde barındırmak” anlamlarıdır. Hegel felsefesinin göbeğindeki “diyalektik” de gücünü bu üçlü kullanıma benzer bir yaklaşımdan alır. Hegel, bir kategorinin ya karşıtını içerdiğini ya da karşıtına yol açtığını iddia eder ve bu karşıt kategorilerin en sonunda ikisinin birliğini barındıran üçüncü bir kategoride çözüldüğünü söyler. (e.n.)
*Bu makale Louis Althusser’ın Tarih ve Emperyalizm: 1963-1986’da yayınlanan ve daha önce yayınlanmamış ve G.M. tarafından düzenlenen yayınlanmamış eser olan “Emperyalizm Kitabı”ndan uyarlanmıştır.
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Louis Althusser
Çeviren: Pınar Türközkan
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: nybooks.com