“Felsefe Muhabbetleri”nde Nigel Warburton ve David Edmonds, aralarında Alain de Botton’un da bulunduğu 25 felsefeciyle sohbet ediyor ve felsefenin zor bir disiplin olduğu konusundaki büyük yanılgıyı yerle bir ediyor.
Koç Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Elis Şimşon, “Felsefe, binlerce yıl önce bir grup yaşlı Yunanlının ortaya attığı büyük sorular üzerinde dönen hoş bir sohbet mi?” diye soruyordu. Neydi gerçekten? Sonunda kendimizi bulacağımız bir yolculuk? İçinde iyice kaybolacağımız bir labirent? Sadece entelektüel görünüp insanları etkilemek için sarf edilen ve Platon, Kant, Hegel gibi adlarla süslenmiş havalı cümlelerden ibaret bir dil? Ya da belki düpedüz delilik..
Doğru cevap: Hepsi ve hiçbiri. Elis Şimşon’a göre felsefe hayata dair sorularımıza felsefi metinler üzerinden cevap aramaya çalıştığımız bir “deneyim”; bir tür ilişki kurma deneyimi… Jacques Derrida’ya göre ise “bir tür ruh çağırma seansı, yani hayaletlerle konuşmak”. Küçük dertlerimizi ya da kafamızı karıştıran büyük meseleleri binlerce yıl önce yaşamış bir felsefecinin, mesela Platon’un metinlerinde, onunla soyut düzlemde ilişkiye geçip konuşarak çözmeyi denemek…
Küçük dertler deyince, gülümsediniz belki. Çünkü genellikle anlaşılmaz konuları ele aldığı düşünülen felsefe bu yüzden kimilerinin korktuğu, uzak durduğu bir disiplin. Ama işte şu sıralar önümde duran bir kitap bana tersini söylüyor.
“Felsefe Muhabbetleri”nde Nigel Warburton ve David Edmonds, felsefenin saklı ve erişilmez olduğu konusundaki büyük yanılgıyı yerle bir ederken aralarında Alain de Botton’un da bulunduğu 25 önemli felsefeciyle sohbet ediyor. İlk bakışta pek de felsefi denemeyecek gündelik konuları seçen ikili her röportajda hayvanlar, arkadaşlık, spor, ayrımcılık, hoşgörü, çokkültürlülük, azınlık hakları, din, ateizm, sonsuzluk, şüphecilik, belirsizlik, zaman, kötülük, zihin-beden karşıtlığı gibi farklı bir konuyu ele alıyor.
Hareket noktaları, felsefenin binlerce yıl önce diyalog yoluyla doğmuş olması. Antik Yunan filozofu Sokrates hayatı boyunca hiçbir şey yazmamış mesela, sadece şehir meydanında her gün insanlarla konuşmuş, onlara sorular sormuş, deyim yerindeyse kafalarını karıştırmış. Sonunda da hep “önyargı” dediğimiz şeyin ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermiş. Sohbetleri ölümünden çok sonra öğrencisi Platon tarafından yazıya dökülmüş. İşte Warburton ve Edmonds da bir nevi Platonculuk oynuyor ve ünlü felsefecilerle hayatı koşuyor.
“Iyy!” dediğimde gerçekte ne söylerim?
İlk bölümün başlığı “Iyy!” Hani şu bir yiyecek midemizi bulandırdığında veya bir davranışı kabul edilemez bulduğumuzda tiksintimizi ifade etmek için sarf ettiğimiz bir nida. “İstemem, ben almayayım” yahut “Aman sakın bana böyle şeylerden bahsetmeyin” manasında… Bunda üzerinde düşünecek ne var ki? Varmış. İkili, Oxford Üniversitesi Uygulamalı Etik Merkezi’nin yöneticisi Julian Savulescu’ya gidiyor ve neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamaya çalışırken içgüdüsel olarak verdiğimiz “Iyy!” tepkisine ne kadar güvenebileceğimizi soruyor.
Her konuda içgüdülerimize güvenemeyeceğimize inanan Savulescu’ya göre, “Iyy!” diyorsak, tiksindiğimiz olgunun üzerinde düşünmeyi, onu analiz etmeyi reddediyoruz demektir. “Önyargıları besleyen bir özellik kazandığında, ‘Iyy!’ söcüğünü savunmak zor” diyor. Basit bir örnek: Kendilerinin beğendiği, onayladığı gibi giyinmemiş birini görünce “Iyy!” diyenleri ya da başkalarını kolayca “pis”, “kötü”, “çirkin” diye yargılayanları düşünün. Sonuçta, Yahudiler, eşcinseller ve başka birçok topluluk Nazilerde “Iyy!” tepkisi uyandırıyordu. Yahut Amerikalıların hatırı sayılır bir kısmı, siyahlarla evlenen beyazlardan söz edildiğinde “Iyy!” benzeri sözler sarf ediyordu. Ve tıpkı bugün Müslümanlara karşı şiddeti savunan ayrımcı Pegida (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) üyeleri gibi onlar da içgüdülerine kayıtsız şartsız güveniyor, tiksinmekte haklı olduklarına inanıyordu.
Eh, dünya bizim tiksinme duygumuz etrafında dönmediğine göre, ne yapacağız? “Iyy!” nidasının konuşma dilinden, kitaplardan çıkarılmasını mı talep edeceğiz? Savulescu’nun önerisine göre, hayır! Sadece kendimize bir eylemin bizim fark etmediğimiz başka herhangi bir olumlu ya da olumsuz nedeni olup olmadığını sormayı öğreneceğiz. Yani tiksinme duygumuz üzerine düşünecek, onu analiz edeceğiz.
Madem her şeyi analiz edebiliyoruz, bir de “Şarap” başlıklı bölüme bakalım ve şarabın felsefesini nasıl yapacağımızı öğrenelim…
Şarap ile portakal suyunun farkı nedir?
Bu bölümün ilham kaynağı, pek tabii varoluşçuluğun babası Jean-Paul Sartre. “Bakın, istersem şu elimdeki bir bardak su hakkında bile felsefe yapabilirim” demiş bir vakitler.
Warburton ile Edmonds bu bölüm için yiyecek içeceklerin felsefesiyle meşgul bir filozofa, Barry C. Smith’e gidiyorlar. Konuşuyorlar da konuşuyorlar… Şarabın lezzetinin aslında nasıl da öznel bir şey olduğunu, bunun bize neyi gösterdiğini, ucuz zevkleri dışlayan şarap uzmanlarının tavsiyelerine güvenip güvenemeyeceğimizi, paylaşmanın önemini hatta futbolla şarabın hayatımızda neredeyse aynı yeri işgal ettiğini bile öğreniyoruz. Derken bir soru takılıyor Nigel Warburton’un aklına: “Biliyoruz ki aşırı düşünmek zevki azaltır ve sürekli mutluluğu kovalamak insanı pekâlâ mutsuz edebilir. Tıpkı bunun gibi, tadı güzel mi, değil mi diye gereğinden uzun düşünürsek, şaraptan aldığımız zevk de başka bir şeye dönüşmez mi?” Açıkçası, sırf bu sorudan ötürü, ben şarabın da felsefesi olduğuna ikna oldum.
Barry C. Smith’in cevabından kısa bir bölümle bitireyim: “II: Dünya Savaşı’nın son yıllarında güneşin ışıkları altında olgunlaşmış üzümlerden yapılmış bir şarabı kilerden alıp içerken, çok önceden hayata veda eden, fakat 1945 yılının tam da o günlerinin nasıl bir doğa sunduğunu sizlere ileten kadınlar ve erkekler tarafından sevgi ve özenle üretilmiş bir şeyi tadarsınız aslında. Tattığınız, sadece şarabın kalitesi değildir; beş duyunuzla yapamayacağınız bir şeyi yapar ve tarihten bir şey tadarsınız. O insanların emeklerinden, geleneklerinden ve kültürlerinden, başkaları zevk alsın diye şarap yapmak için işledikleri ve ektikleri o topraktan bir şeyler tadarsınız. Bizler, bunu portakal suyundan elde edemeyiz.”
Sanıyorum, gözlerim doldu. Ve yine sanıyorum, “Filozof Olmayanlar İçin Felsefe” (Can Yayınları) diye bir kitap yazan Louis Althusser haklı. Felsefe hakikaten yalnızca felsefecilere ya da entelektüellere bırakılamayacak kadar ciddi bir iş. Çünkü sadece düşerken değil, neşeli ya da kederliyken, haz duyarken ya da acı çekerken, yemek yerken veya uyumaya hazırlanırken, kısacası yaşadığımız hayatın bir anlamı olduğunu bilmeye ihtiyaç duyduğumuz her an felsefeye ihtiyacımız var.
Filozof ve kurt
Mark Rowland 27 yaşında genç bir felsefe öğretmeniyken, yavru bir kurt alır. Brenin adını verdiği bu kurt, hareketli ve yaramaz gençlik döneminde her tarafı altüst ettiği için, Mark onu üniversitedeki felsefe derslerine de götürmek zorunda kalır. Böylece gerçek anlamda arkadaşlık etmeye, hayatı paylaşmaya başlarlar. Yıllar sonra Rowland, Brenin’in 11 yıllık hayatı boyunca süren dostluklarını; ondan sevgi, ölüm, mutluluk ve varoluş hakkında öğrendiklerini aktardığı “Filozof ve Kurt”u yazar.
Nietzsche’den hayat dersleri
“Gündelik yaşam için parlak fikirler” sloganıyla Alain de Botton öncülüğünde yola çıkan The School of Life’ın (Hayat Okulu) yayınladığı “Nietzsche’den Hayat Dersleri”nde büyük düşünür, gündelik çıkmazlarımıza cevap olabilecek fikirleriyle ele alınıyor. Kitabın yazarı John Armstrong’a göre Nietzsche, hayatın kökeninde temel bir çatışma olduğunu öne sürer. Bir yandan her şeyin kontrolümüz altında olmasını; maddi problemlerimizi çözmeyi, mutfağımızı temiz tutmayı, dakik olmayı, yapılacaklar listemizdeki her şeyi yapıp bitirmeyi, ölçülü ve sağlıklı yemeyi, düzenli, huzurlu, mantıklı, saygıdeğer, kısacası “rüya gibi” bir hayat yaşamayız isteriz… Bir yandan da, kendimizi akışa bırakmanın, delicesine neşenin ve teklifsiz bir arzunun hasretini çekeriz. Bu durumda ne yapmalı? Armstrong, Nietzsche’nin “hayatı olumlama” felsefesine uygun bir şekilde, çatışmanın iki tarafına da onurlu adlar vermeyi tavsiye ediyor bize. Ayrıntıları, kitapta.
Alice Harikalar Diyarında ve felsefe
Richard Brian Davis, çekici bir teklif sunuyor okura ve onu bir yolculuğa davet ediyor. Bu yolculukta tek eşlikçiniz o ünlü Beyaz Tavşan değil elbette. Nargile içen mavi tırtıllar, ağladıkça domuza dönüşen bebekler, vücutları ve kafaları kaybolduktan sonra bile gülüşleri havada asılı kalan kediler, sohbet arkadaşı basbayağı zaman olan Deli Şapkacı da size refakat ediyor. Üstelik Aristoteles, David Hume ve Thomas Hobbes gibi ünlü filozoflarla birlikte… Amacı, günlük hayatımızda pek de üzerinde düşünmeden geçip gittiğimiz felsefi meseleleri bizimle tartışmak. Bize sorular sordurmak, belki bazen cevaplar buldurmak…
Yazar: Gülenay Börekçi
Bu haber HaberTÜRK‘ün sitesinden alınmıştır.