• 5 Temmuz 2018
  • Tuğçe Çifci
  • 0
Paylaş

Doğru nedir? Ya da şöyle sorayım: “Şu ana kadar doğru olduğunu düşündüğümüz bilgilerin doğruluğundan nasıl eminiz?” veya bazı şeylere direkt inanıp, kabul ederken, bazılarına neden şüpheyle bakıyoruz? Bunun birçok cevabı olacaktır. Deneyimler, gelenekler, kültür, tarih, inanç … Normal terminolojiye göre “işlenmemiş zeka”, felsefe terminolojisine göre ise “herkeste ortak olan duyu”dur. Her birey bir takım görüşlere sahiptir. Bu görüşler orijinaldir demiyorum. Çünkü ben artık insanların hayat koşuşturmasından (maddi kazanç uğraşı) buna vakit ayırdıklarını sanmıyorum. Ne şekilde olduğunu bir süreliğine boş verelim, oradan buradan duyma görüşler olsa bile herkesin görüşü vardır, diyelim. Daha sonra bireyler bu görüşlere alışır ve hayatını bu doğrultuda düzenlemeye başlar. Kendi kurduğu hayatı sorgulamaya başlarsa kendinden kuşku duyacaktır. Bunu sorgulamazsa inanç olur fikrine ben asla katılmıyorum. İnsanlar bir şeyleri sorgulayıp, emin olduktan sonra ona inanmayı seçerlerse bu gerçek inanç olur. Hakkında konuşmaktan, düşünmekten çekinilen bir inanma bana göre bir inanç değildir.

Filozoflar, ilk günden beri bilgiyi arayışımızda rol oynayan iki etkenin göreli önemini tartışmışlardır. Bu etkenlerden biri insanın düşünme gücü, diğeri gözlem ve algı yeteneğidir. Bilgide ana etken olarak akıl yürütme veya düşünce üzerinde duranlar Yeni Çağ’da “akılcılar”; deney veya gözlemin, duyuların rolüne ağırlık tanıyanlar ise “deneyciler” adıyla tanımlanmışlardır. Akılcılığın ana savı, dış gözlemin bize hiçbir zaman veremeyeceği evrene ilişkin bazı doğruları zihnin kesin bir biçimde bilme gücüne sahip olduğudur. Deneycilik ise akılcılığın “her olayın bir nedeni olduğu” savına iki cevapla karşı çıkar. Akılcı bakış açısını anlatırken René Descartes’ten daha iyi bir örnek verilemez. Onun bu konu hakkındaki kurallarından birisi şöyledir: “Ancak düşüncemizin doğru ve kuşku götürmez bir bilgisinin edinebildiği şeylerle uğraşmak gerekir.” Ona göre aynı yanlışa düşmemek için aklımızın hiçbir yanılgıdan korkmadan bizi bilgiye götüren işleri ikilidir: sezgi ve tümdengelim. Sezgi, saf ve dikkatli bir zihin kavrayışıdır. İlk ilkelerin kendileri daima sezgiyle bilinir. Onlardan çıkarılan uzak sonuçlar ise tümdengelimle elde edilir.

Günlük hayatımızda sık sık başımıza gelir; bir şeyin doğru olduğundan hemen hemen eminizdir. Yalnız bu fazla sürmez. Kısa bir süre sonra bu görüşümüzü terk ederiz veya gözden geçiririz. Bu da bize grupların, ulusların hatta toplumların tümüyle kabul ettiği ve zamanla değiştirdiği milyonlarca görüş olduğunu göstermektedir. Bu görüşler bilgi olarak öne sürülmüştür. Bütün bu tartışmalar ve değişimler içinde hangi görüşlerin bilgiyi oluşturdukları söylenebilir? Mesela biz İlk Çağ felsefesi dersinde Sokrates, Platon gibi ünlü filozofların, sofistlere karşı olarak tümel bilgiyi savunduklarını gördük. Sofistler insanı ölçü olarak alıp, bilgiyi ona bağlamışlardı. Ancak bilgi insandan insana değişirse doğru bilginin ne olacağı sorunu çıkmıştı. Onlar buna cevaben faydalı bilgiyi öne sürmüşlerdi ancak Sokrates ve Platon bunu yeterli bulmadı. Onlar tümelin bilgisini ve ona en yakın olan matematik bilgisini savundular. (2+2=4) örneğinde olduğu gibi.

Kuşkuculuğa karşı dogmacılıktan bahsedecek olursak, Alman filozof Immanuel Kant’ın tanımına bakabiliriz: “Bilgiye sahip olduğunu ileri süren,ancak bu iddiasının dayandığı yöntem ve ilkelerin eleştirel bir incelemesini yapmayan bakış açısı”. Dinsel otorite ve inanç tarafından yaratılmış olan sistemler dogmatikliğin en göze çarpan örnekleridir. Kuşkuculuk ise en geniş felsefi anlamında “özel nedenlerden hareket ederek diğerlerinin bilgi diye kabul ettiği şeylerin geçerliliğinden ve kesinliğinden kuşku duyma”dır. Eski dönemlerde her şeyden kuşku duymak çok da kötü değildi. Çünkü oradaki kuşkuyla bizim günümüzdeki kuşku kavramı farklıdır. O dönemde kuşku duyan kişi kuşku duyduğu konuda düşünür, araştırır ve onu çözmeye çalışırdı. Şimdi bizim zamanımızda kuşkuculuk fazlaysa buna paranoyaklık teşhisi konulup insanlara hap veriliyor. Ya da bir şeylerden kuşku duyan insanlara pürüz gözüyle bakılıp onları sindirmeye çalışıyorlar. Bunu yapanlar ise zaten sindirilmiş olan toplumun kendisi. Kuşku duyun arkadaşlar! Kendinizden, önünüze konulmuş doğrulardan… Kuşku duyun ve düşünün.

Felsefe öğrencisinin göstermesi arzu edilen davranışlardan biri, bir başkasının düşüncesinin önemli noktalarına yakın bir ilgi ve dikkat göstermesidir. Toplumun felsefe okuyan insanlara veya tabiri caizse filozofluğa yeltenen insanlara garip bir bakış açısı var. Bir grup insan (çoğunluk) onlardan çekiniyor. Evet tam anlamıyla durum böyle. Bunu kimse kabul etmek istemez ama insanlar felsefeyle iç içe olan kişilerle tartışmaya girmekten veya yakınlaşmaktan korkarlar. Bunun nedeni bana göre çok açık. Kendilerinin de etki altına alınıp, fikirlerinin değiştirilmesinden korktuğu için bir koruma duvarı oluşturuyorlar. Çünkü çoğu insan kendini sorgulamayı sevmiyor, kendinde yanlış bir şey bulmak istemiyor. Diğer azınlığımız ise felsefenin havasından meydana gelen bir sevilme türü. İnsanlarda “felsefe mi, vay!” düşüncesi de yaygın. Bu durumda felsefecilerin de etkisi büyük tabii ki. Sonuçta durup dururken böyle bir algı oluşmadı, durup dururken de bu algı ortadan kalkmayacak. Hatta oluşan bu algıyı ortadan kaldırmak zordur. Felsefecilerin uğraşması gerekir. Ama ben bunu o kadar önemseyen bir felsefe öğrencisi değilim. Bana göre toplumun genel kurallarına uymamak sizi garip yapmaz, farklı kılar. Her zaman çoğunluğun söylediği de doğru değildir. Çoğunluğu doğruluğun öncüsü kabul edersek bu dalkavukluktan başka bir şey olmazdı.

Araştırma ve bilmeye ilişkin sorunlar, anlam sorunundan ayrılamazlar. Bazen asıl sorun, bir görüşün doğru veya yanlış olması değildir; anlaşılır veya anlamlı olup olmadığıdır. Şimdi bir sorunu çözülebilir veya anlamlı kılan şeyin ne olduğunu söyleyebiliriz. Olanaklı cevapları doğrulanabilir, yani bilimsel araştırmaya elverişli olan bir sorun anlamlıdır veya hakiki bir sorundur. İnsan deneyinde bilgi edinme eylemi hangi evrede başlar? Charles Sanders Peirce ve John Dewey’e göre o, sırf düşünmeye başladığımız anda değil, yoğun ve derin bir biçimde düşünmeye başladığımız anda başlar. Bu yoğun ve derin düşünce, çevremizdeki bir takım değişiklikler sonucunda gelecekteki eylem ve davranış biçimimizle ilgili bir kuşkuya düştüğümüz zaman karşımıza çıkan bir sorunla birlikte ortaya çıkar. Aslında burada anlatmak istenilen şey bana göre günlük hayattaki düşünceler değil. Örneğin; yarın ne giysem, uykum var… gibi klasik gündelik sorunlarla düşünme değil. Burada kastedilen daha çok felsefi tarzdadır. Bunu da düşünmeyi düşünmek olarak adlandırabiliriz.

Yazar: Tuğçe Çifci

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Tuğçe Çifci

Okumaya ve yazmaya olan tutkum, üniversitede'de beni felsefe okumaya yönlendirdi. Ve artık yazdıklarımı paylaşmalıyım diye düşündüm. Buradayım