Site icon Düşünbil Portal

Filmler Üzerindeki Freud Etkisi

Hitchcock 'Spellbound' 1945 Dali

Paylaş

Hayatım, Psikiyatristi kandırdım…

Freud filmlerin çağrısına direndi ama bilinçaltı anlamaya kendini adamış gözlemci destekli bir film festivali, onun çalışmalarının Hitchcock’tan Nanni Moretti’ye birçok yönetmeni nasıl etkilediğini gösterdi.

Sinema ve psikanaliz aynı zamanda doğdular. Tam Lumiere kardeşler yeni geliştirdikleri “sinematograf” icadının sonuçlarını gösterirken, Sigmund Freud ve Joseph Breuer Histeri üzerine yaptıkları çığır açan çalışmalarını yayınladılar. Freud’un histeri krizlerine sokulduğu ve belirli bir “otomatizm” ile hareket ettiği Salp Triere Hastanesindeki hastalar için sinema, daha önceleri cansız olanı canlandırırken mekanik krizlerleri beraberinde getirdi ve bir başlangıca imza attı.. Sinemanın doğuşu Freud’un esrarengiz diye adlandırdığı kollektif duyguları gün yüzüne çıkardı: Ekrandaki görüntüler hem tanıdık hem de yabancı, hem canlı hem de cansız, hem gerçek hem de hayali görünmeye başladı..

Psikanalist Andrea Sabbadini’ye göre bu iki disiplin “benzer bir dili paylaşıyorlar.” Kendisi Birinci Avrupa Psikanalitik Film Festivali organizatörlerinden biri. Bu organizasyon, farklı ülkelerden psikanalistleri, filmcileri ve film tarihçilerini biraraya getirecek ve kasımın ilk haftası boyunca devam edecek.

Bernardo Bertolucci, festivalin onursal başkanı, altmışların sonundan bu yana psikanaliz ile ilgilenen ve analizinin, başlangıçtan itibaren bu tecrübesinin filmlerini ne yönde etkilediği hakkında konuştu: Paris’te son Tango (Last Tango in Paris 1972), Konformist (The Conformist 1970), Örümceğin Stratejisi (The Spider’s Stratagem 1970), 1900 (1900 -1976). “ Kameramda bir başka lens daha buldum” dedi Bertolucci, “ Kodak değil, Zeiss değil ama Freud.”

Herşeye rağmen Freud, film ve psikanaliz’in kaynaştırılmasına direndi. Kendinin kameraya alınmasından hiç hoşlanmadı (yine de görüntülerin belirli parçaları Londra’daki Freud müzesinde görülebilir) ve psikanaliz sürecinin sinemasal hale getirilmesinin imkansız olduğunu savundu.  Birçok kez film senaryosu yazması istendi ve hatta Hollywood stüdyolarından biri ona bunun için yüklü miktarda para bile önerdi. Profesyonel çevresinin üyelerinden biri olan Karl Abraham, psikanaliz ile ilgili ilk film olan 1926 yapımı G.W.Pabst’s Secrets of a Soul’un senaryosunu yazdı ama Freud bu teklifleri her zaman geri çevirdi.

Ölümünden bu yana Freud’u anlatan bir film yapmak için birçok farklı denemede bulunuldu ve bunların en ünlüsü John Huston’un 1962 yapımı Freud:The Secret Passion. Jean-Paul Sartre tarafından senaryosu yazılmış ve Montgomery Clift Freud’u canlandırmıştır.

Konu üzerindeki komplikasyonlar film yapım sürecini etkilemiş, Huston ve Sartre konu hakkında kararsızlıklar yaşamış ve dahası psikanalizin doğası üzerinde tartışmaya başlamışlardır. Sartre, Huston’u filmi öz-analizini yapmak için kullanmak ile suçlamış ve ismini jenerikten kaldırmıştır.

Bir zamanlar Erkeler Sarışın Sever (Gentlemen Prefer Blondes 1953) filminde karikatürümsü göz alıcı bir kanepede görünen ve yakın zamanda Huston ile Uygunsuzlar (The Misfits 1961) filminde oynayan Marilyn Monroe, genç histerik karakter için yönetmenin ilk tercihiydi. Maalesef kendi analisti tarafından işi almaması önerildi ve aynı yılın devamında vefat etti.

Günümüzde psikanalistler o kadar çok beyaperdede görülmeye başlandı ki artık kendi tarzlarını oluşturdular denilebilir. Woody Allen onları birer alay konusu haline getirdi ve bugünün televizyon izleyicisi Frasier dizisindeki jargonu ve The Sopranos’taki aktarımı aşinalık ile kabul etti ama bu durum birkaç yıl önce aklımızın ucundan bile geçmezdi. Bir zamanlar psikiyatristleri Victor Mature gibiler oynarken artık seçilen aktörler Demi Moore (Deconstructing Harry) veya Billy Crystal (Analyze This). Neler Oluyor?

Erken zaman Hollywood yapımlarında psikanalistler çoğunlukla kötü şarlatanlar veya umutsuz aptallar olarak gösteriliyordu ama İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Ameika’da psikanalitik fikirlerin değeri artınca, yeni bir rolde görülmeye başlandılar. Hicthcock’un da belirttiği gibi “rüya dedektifleri”, özel danışma odalarının bir travmayı çözer gibi gizemleri çözen özel uzmanları oldular.

Film yazarı Peter Biskind kendi kitabı Seeing Is Believing: How Hollywood Taught Us to Stop Worrying and Love the Fifties’de analistlerin filmlerde nasıl 50’lerdeki polislerin yerini aldıklarını anlatıyor. Otto Preminger’in bir filminden bahseder Biskind, Whirlpool adında ve filmde Jose Ferrer tarafından oynanan bir hipnotist hastasını, Gene Tierney’i, bir cinayet işlediğine ikna eder. Biskind şöyle yazar “ Tierney’in şansına önemli bir psikiyatrist ile evlidir ve karısının değil, Ferrer’in asıl katil olduğunu ortaya çıkarır. Polisler nerede? Trafik cezası mı kesmekle meşguller.”

Bu değişim en iyi 1945 yapımı Hitchcock’un Öldüren Hatıralar (Spellbound 1945) filmindeki Salvador Dali tarafından tasarlanan ünlü rüya sekansı sahnesinde görülmüştür. Film önsöz niteliğinde cümleler ile açılır: “ Hikayemiz psikanalistler ile ilgilidir,” resmi bir başlıkta şu görülür:  “ Modern bilimin aklı yerinde insanların duygusal problemlerini tedavi etme metodu.” Analist hastayı saklı problemler hakkında konuşmaya, zihninin kilitli kapılarını açmaya ikna etmeye çalışır. Hastayı rahatsız eden karmaşıklıklar açıklandığında ve tercüme edildiğinde, hastalık ve karmaşa kaybolur… ve mantıksızlık hastalığını uygulayan şeytan insan ruhundan uzaklaştırılmış olur.

Ve tabii ki, Ingrid Bergman, İsveç’in Sherlock Holmes’i, amneziyak Gregory Peck’in üzerine suçluluk kompleksi geliştirdiği cinayeti işlemediğini ortaya çıkarır. “ Anlamsızlığın şeytanları” hakkındaki ciddi bir gerilimde bile hala şüpheciler için küçük bir yer bulunur. Groucho Marx’a yaraşır bir öyküde, nimfomanyak bir hasta “ bütün bunların saçma olduğunu” düşünmesinden şikayet ediyor. “ Hangi bütün şeyler? diye sorar Bergman, onun analisti. “Psikanaliz” cevabını verir nimfomanyak. “ Bana çok sıkıcı geliyor.”

1965 yılında Evlenmekten Korkuyorum (What’s New,Pussycat? 1965) isimli ilk filmini kaleme alan Woody Allen için yol hazırlanmıştır. Filmde Peter Sellers, Viyana aksanlı bir sazanı- uzun siyah peruk ve gözlüklü bir Freudyen karakteri oynamıştır. O zamandan itibaren görünen o ki sinema ekranındaki psikiyatristler bir daha geri bakmamışlardır. Sadece geçen ay, Nanni Moretti, “İtalyan Woody Allen” ünvanını alan, Cannes’da Altın Palmiye ödülünü, espri dolu hayatı trajik bir sarsıntı geçiren psikanalisti oynadığı film ile almıştır. O film, Oğul Odası (La Stanza del Figlio 2001) İngiltere’deki prömiyerini Birinci Avrupa Psikanalitik Film Festival’inde yapacak.

En azından 70’lerden bu yana, Laura Mulvey ve Christian Metz gibi film teorisyenleri, filmleri açıklayabilmek için psikanalizi kullandılar ve bütün özelliklerini içerik ve biçime uyguladılar. Günümüzün popüler filozoflarından biri Slavoj Zizek’in1992 basımı makalesinin başlığı, iki disiplinin kaynaşmasını başarıyla anımsatıyor: Lacan Hakkında Bilmeyi Hep İstediğiniz Ama Hitchcock’a Sormaya Korktuğunuz Her Şey [Everything You Always Wanted to Know About Lacan (But Were Afraid to Ask Hitchcock)]. 1974’te, Christian Metz yeni fikirler doğuran kitabı Psikanaliz ve Sinema (Psychoanalysis and Cinema)’da bu yorumlayıcı anlaşmanın bir gün karşılıklı olabileceğini umduğunu yazdı. Ama ne yazık ki hala film veya film teorisinin, psikanaliz çalışmalarını nasıl etkileyebileceği belirsiz. Andrea Sabbadini’nin söylemleri ise sinemanın etkilerinin doğrudan olmadığı ve filmler hakkında yazan analistlerin bu işi neredeyse bir hobi gibi yaptıkları, bu durumun günlük konuşma tedavisi işinden ayrı olduğu yönünde.

Ama bu durum diğerlerinin filmlerden etkilendikleri şekilde psikanalistlerin etkilenmedikleri anlamına gelmiyor. Alain de Mijolla, festivalde bir panelde de yer alacak olan, çocukluğunda izlenen belirli filmlerin sübliminal olarak ileride analist olmasını sağlayacak kararları vermesinde etkili olduklarına inandığını söylüyor.

Mijolla altı yaşındayken, İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, oldukça izlemesi zor bir filme götürüldü çünkü başrolde o zamanlar kahramanı olarak gördüğü Maurice Chevalier vardı. Daha sonrasında içeriği hakkında hiçbir anısı olmadığını, çok yoğun bir unutkanlık halinde olduğunu belirtti ve bu durumu “ daha çok bir bastırılmışlık” olarak anlatılması gerektiğini söyledi. Birkaç yıl sonra filme televizyonda rastladı. Chevalier bir takım cinayetler ile haksız yere suçlanan bir adamı oynuyordu. Gerçek katil ise temel psikolojik sorgulama teknikleri kullanan polis teşkilatı tarafından yakalandı.

Filmin bir bölümünde katil, dedektife: “ Freud okudunuz mu? Diye sorar. Mijolla bir anılar zincirinin – eğlencelik izlenen bir filmin sonucunun – psikanalist olacak bir çocuğun, 30 yıl öncesinden başlayarak bilinçaltına kazındığının farkına varır.

Büyük ihtimalle birçoğu için sinema, çocukluk tecrübelerini akıllara getirir. Bernardo Bertolucci sinema salonları için “ zifiri karanlıkta bir boşluk… rahim gibi” benzetmesinde bulunur. Andrea Sabbadini film izlemeyi “ psikanaliz süreci ile neredeyse aynı” olarak tanımlar. Kısa bir süreliğine, kendi dünyanızdan dışarı çıkar, gerçeklikten uzaklaşır ve tüm hayatın bir kaç dakika içerisinde geçip gittiği bir mekana yolculuk edersiniz. Sonrasında tekrar geri döneriz ve sinema veya seans’tan ayrılır, karşıdan karşıya geçerken dikkat etmemiz gerekir.

Sabbadini aynı zamanda sinemada bu kadar çok vakit geçirmenin geriletici bir etkisinin de olabileceğini belirtir. “Sinema’nın karanlığında gün içinde saatlerini harcayan insanların dışardaki gerçeklikten kaçmaya çalıştıklarını” söyler. “ Patalojik bir hale dönüşecek kadar bağımlılık yaratacak öğeleresahiptir.”  Özellikle bir genç adamın alışkanlıklarından bahseder. Daha sonraları bu genç yapılan bir röportajda “ Sürekli sinemaya kaçarım… Yoksul evinizi geride bırakır, okulla ve ailenizle olan problemlerinizden uzaklaşır, lüks evlerin ve beyaz telefonların ve kadınların güzel ve erkeklerin zekice espriler yaptığı ve herşeyin eğlenceli ama sonunda güzel bittiği ve kahramanların gerçek birer kahraman oldukları sinemaya giderim ve herşey müthiştir” der.

Ama gerçeklik hiçbir zaman filmlerin seviyesine ulaşamaz. O çocuk büyür ve Woody Allen, psikanaliz’de geçirdiği süre kadar sinemada vakit geçirmiş biri olur ve herkesten daha fazla filmlerde psikiyatristleri meşhur eden adam olur.

Çeviren: Gökhan Çuhacı
Kaynak: theguardian.com

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.

 


Paylaş
Exit mobile version