• 26 Temmuz 2018
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Alman filozof Friedrich Nietzsche (1844-1900) çalışmalarında iki ana temayı takip eder; birisi aşina olunan ve hatta modernitede sıradan görünen tema, diğeri ise çoğu kez kabul görmeyen ve sıklıkla görmezden gelinen temadır. Aşina olduğumuz Nietzsche “varoluşçu”dur ve modernite ile ilgili en derin kültürel gerçekliği tanıtır: “Tanrı’nın ölümü” veya daha doğrusu Tanrı’ya olan makul bir inanç olasılığının çöküşü. Tanrıya olan inanç (doğaüstü bir varlığın dikte ettiği aşkın anlamı ya da amacı) inanılmazdır;  türlerin evriminin, maddenin hareket halindeki davranışının, insan davranışlarının ve tutumlarının bilinç dışı nedenlerinin doğalcı açıklamaları gasp edilir; gerçekten de böyle garip bir inanç ilk etapta nasıl canlanmıştır? Ama Tanrı ya da üstün bir amaç olmadan, varoluşumuzdaki korkunç gerçeklere yani kaçınılmaz acılarına, hayal kırıklıklarına ve arkasından takip eden ölüm ve yokluk uçurumuyla nasıl başa çıkabilirdik?

 “Varoluşçu” Nietzsche ile “liberal olmayan” Nietzsche birlikte hareket eder; bunlardan birisi teizmi ve ilahi teleolojinin çöküşünü, temel olarak Hıristiyan sonrası modernitenin tüm ahlaki dünya görüşünün dayanılmazlığına bağlı olduğunu görür. Eğer her insanın eşit değerde olduğunu gören ya da seven ve ölümsüz bir ruha sahip olduğunu düşünen bir Tanrı yoksa, neden hepimizin eşit ahlaki düşünmeyi hak ettiğini düşünüyoruz? Ya da; Nietzsche’nin iddia ettiği gibi bir eşitlik ahlakı (özgecilik ve acıma duygusu) aslında insanın mükemmelliklerine bir engel miydi? ‘’Ahlaki” bir kişi olmak Beethoven olunmasını imkansız mı kılıyordu? Nietzsche’nin sonucu ortadadır: Ahlaki eşitlik insan mükemmelliği için bir engel ise, o zaman bu durum ahlaki eşitlik için daha da kötüdür. Bu daha az aşina olduğumuz ve genellikle şok edici anti-eşitlikçi Nietzsche’dir.

Nietzsche, Tanrı ve Hıristiyan ahlakının göbeğinde büyümüştü. Babası ve iki büyükbabası da Lutheran papazıydı ve Nietzsche üniversitede ilahiyat okumayı planlamıştı. Daha sonra Luther’le “hödük” diye alay eden ve kendisini “anti-Hıristiyan” olarak ilan eden kişiydi; ilahiyat dünyasında belki de bu kadar olağan dışı bir ayrılık yaşanmamıştı. Nietzsche bir sene sonra üniversitede Klasik Filoloji’ye geçti; eski Yunan ve Roma dünyasının metinleri ve kültürü üzerine çalışmalar yaptı ve bunu gayet  mükemmel bir şekilde yaptı. 1869 yılında doktora tezini tamamlamadan önce bile Basel Üniversitesi’nden randevu almayı başarmıştı. Kısa bir süre sonra besteci Richard Wagner’le tanıştı ve Wagner’in müziğinin Avrupa kültürünü Hıristiyan ahlakının kötü etkilerinden kurtardığını düşünen bir öğrenci oldu. Wagner’in coşkusu birkaç yıl sonra Nietzsche’nin olgun felsefi görüşlerinin oluşmasıyla sona erdi. Wagner‘in fanatik anti-Semitizmiyle hayal kırıklığına uğramıştı.

Nietzsche’nin klasik eğitimi onu antik felsefe hakkında eğitmişti; Prekokratik filozoflar ve onların basit natüralist dünya görüşleri onun favorileriydi. Sokrates ve Platon ile olan anlaşmazlığı eğitimi boyunca devam etti. 1865-1866 yıllarında Arthur Schopenhauer ve bir yıl sonra neo-Kantçı Friedrich Lange aracılığıyla çağdaş Alman felsefesini keşfetti. Schopenhauer’ın The World as Will and Representation (1818’de yayınlanmış ancak onlarca yıl sonra ortaya çıkmış olan ve Alman felsefesinde G.W.F. Hegel’in başarısızlığına katkıda bulunmuştu) eseri Nietzsche’nin merkezi varoluşçu meselesini belirledi: Yaşam nasıl sürekli ve anlamsız acılar içerir ve haklı çıkardı? Schopenhauer “nihilist” bir sonuca ulaşmıştı; ölsek daha iyiydi. Nietzsche bu sonuca karşı direnmek istedi; sık sık ortaya koyacağı gibi yaşamı “onaylamak” ve tüm acılarını içeren “sonsuz yinelemeler” ile (ünlü formülasyonlarından birinde) isteyerek yaşamak.

Öte yandan, Lange, Hegel‘in başarısızlığından sonra Alman felsefesinde “Kant‘a dönüş” dirilişinin bir parçası olan yeni bir Kantçı ve Alman entellektüel yaşamında “materyalist” dönüşün dostu oldu; bu, 1831’den sonra Hegelci idealizme karşı oluşan diğer büyük bir tepkidir. Diğeri ise, günümüzde başta Ludwig Feuerbach ve Karl Marx olmak üzere filozoflara aşina olunsa da, 1830’lar Almanya’sında başlayan fizyolojideki dramatik gelişmelerden büyük bir teşvik almasıdır. Materyalizm, 1850’lerin Alman entelektüellerinin sahnesinde Ludwig Büchner’ın Force and Matter eseri gibi yayınlarla patlama yaptı; çok sayıda baskıdan geçti ve “Modern zamanların araştırmaları ve keşifleri artık insanın zihinsel ya da bedensel olduğuna, diğer tüm organik varlıklar gibi doğal bir ürün olduğuna şüphe etmemize izin vermez.’’ mesajı ile çok satanlar listesine girdi. (Büchner’I on dokuzuncu yüzyılın Richard Dawkins’i olarak düşünün; bazı gerçek keşiflerin popülerleştiricisidir aynı zamanda da inkâr edilemez bir ideologdur). Lange’den “Alman Materyalistleri”ni ilk kez öğrenen Nietzsche, 1866 tarihli bir mektupta şöyle yazmıştır:

“Kant, Schopenhauer ve Lange’ın bu kitabı; başka hiçbir şeye ihtiyacım yok.”

Nietzsche, Kant ve Platon’u felsefi olarak en yakın rakipleri olarak görse de ve hatta bu felsefe Nietzsche’nin eleştirel yöntemini saptırsa bile, kısa sürede Kant’a olan ilgisini yitirdi. Nietzsche’nin kendine özgü yazım tarzı, büyük filozofların kanununda anormaldir; aforizmalı, polemikli, lirik ve her zaman kişisel yazar; aynı pasajda komik, alaycı, kaba, bilimsel ve iğneleyici olabilir. Neredeyse tamamen rasyonel söylemsel felsefi argüman biçimlerinden kaçınır. Felsefi konuları (ahlak, özgür irade, bilgi) incelerken tarihsel, psikolojik, filolojik ve antropolojik iddiaları çağrıştırır ve asla bir sezgisellik ortaya koymaz; bir sezgiye veya bir ön bilgiye hitap etmez. Twilight of the Idols’da şöyle ironili bir sözü vardır:

‘’Hiçbir şey diyalektik bir etkiden daha kolay silinmez.’’

Nietzsche, materyalistlerin ve ayrıca Schopenhauer’ın etkisi altında kalarak bilinci ve aklı ele alarak insanların yaptıkları, inandıkları ve değer verdikleri şeylerde oldukça küçük bir rol oynama nedenini; bilinçsizlik ve bilinçaltı içgüdülerimizin yaşamımızı çok daha fazla etkilemesinin nedenlerini sorguladı. Nietzsche, In Beyond Good and Evil’da büyük filozoflara “güvensizlik ve alay” konusunda neyin ilham verdiğini yazar;

‘’Hepsi soğuk, saf, ilahi olarak kayıtsız bir diyalektiğin kendilerini geliştirmiş, gerçek inançlarını keşfedip ve ulaşmış gibi gösteriyorlar… Gerçekte ise; bir varsayım, kapris, “ilham” almaları ya da daha tipik olarak; ellerine geçirdikleri ve düzgün bir şekilde soyutladıkları ateşli bir arzudur ve bunu rasyonelleştirerek savunurlar. Hepsi de öyle görülmek istemeyen yandaşlar…’’

Nihayetinde, Kant bile Tanrı ve ahlak kavramı içinde amacının “iman için yer açmak” fikrine sınır koymak olduğunu itiraf etmişti. Fakat Nietzsche, “ahlaki veya ahlaksız niyetleri” tarafından gerçekten motive edilen bu metafizik tezler için post-mantıksallaştırmalar sunma yoluna girmez;  “Gerçek mikrobu oluşturan bitki (yani felsefi sistem) her zaman büyür.’’ Nietzsche’nin dürtüleri, kendi kabulü ile “ahlaksız” olanlardır.

Nietzsche’nin “güç isteğinin metafiziği”ni savunduğunu düşünen yüzeysel okuyucular, onun felsefi savurganlığındaki “güvensizlik ve alay”ını görmezden gelmelidir;  “İktidar duygusu” na ulaşmak, On the Genealogy of Morality ‘de tartıştığı gibi insanlık için önemli bir dürtüdür fakat bu metafiziksel değil, psikolojiktir, taleptir. Nietzsche için psikolog, bir filozofun ahlaki görüşleridir; “Kim olduğuyla ilgili karar vermiş kararlı bir tanıktır; onun doğasının en içteki itici güçler birbiriyle uyumlu bir şekilde var olur.’’ Ancak rasyonel olmayanlar itkiler öncelikle rasyonel olmayan anlamlardan etkilenebilir ve yönlendirilebilirler; okuyucuyu kışkırtıyor ve kızdırıyorsanız, tepkilerini uyandırıyorsunuz demektir (bu itkiler Nietzsche’ye göre, belirli türden duygusal tepkilerdir). Böylece Nietzsche’nin yazma modu, filozoflar da dahil olmak üzere insanların gerçekten neye benzediğine dair görüşlerinden çıkar.

Bu görüşe göre, bilinçli benliğimiz büyük ölçüde yanıltıcıdır ; Nietzsche, Ecce Homo‘da “bilinç bir yüzeydir” der; nedensel olarak etkili olanı gizleyen ama bilinçsiz olan. The Gay Science’da; “Ruhumuzun faaliyetinin en büyük kısmı bilinçsiz ve güvensizdir” der. The Will to Power’da ise; ‘’Bilinçli hale gelen her şey… hiçliğe neden olur” der. Bir eylemden önce ortaya çıkan “arzu” ya da “güdü”den söz ederken, yalnızca “hata(lar)” ve “hayaletler”den konuşuruz; Twilight of the Idols’da “Yalnızca bir yüzey bilinci olgusu; eylemin yanında yer alan ve onları temsil etmekten çok daha önemli olan bir şeydir” der Nietzsche. Nietzsche’nin görüşüne göre, insanlar eylemlerinde ne özgürdürler ne de ahlaki açıdan sorumludurlar.

Fakat özgür irade yanılsaması, onun Yahudi-Hıristiyan ahlakını reddetmesi için ana sebep değildir. Üslup kazandırdığı otobiyografisi Ecce Homo‘da, böyle bir ahlaki cisimleştirerek;  “Bu hata gibi bir hata değildir.” der. Nietzsche’nin ahlaka olan temel itirazı daha radikal ve illiberaldir; Yahudi-Hıristiyan ahlakının egemen olduğu herhangi bir kültür, ya bir sofu ya da yaşamı inkar eden ahlaklar, insan mükemmelliğinin gerçekleşmesi için tek bir kabul edilemez olacaktır.

On the Genealogy of Morality’de şöyle der:

“İnsan mümkün olan en büyük gücü ve ihtişamı gerçekte hiç elde edememiş olsaydı, ahlak suçlanacak mıydı? Böylece ahlakın kendisi tehlikelerin en tehlikelisi midir?”

Nietzsche’nin, acı çekmeyi azaltıp mutluluğu teşvik etmemizi talep eden ahlaki görüşlerimize itirazını düşünün. Dawn’da şöyle yazar:

“Yaşamın tüm keskin kenarlarını yok etmenin muazzam hedefi ile, insanlığı kuma çevirmeyi mi düşünüyoruz? Kum! Küçük, yumuşak, yuvarlak, bitmeyen kum! Sempatik duyguların müjdecileri, bu mu senin idealin? ”

Birkaç yıl sonra, Beyond Good and Evil’de faydacılara itiraz eder:

“İyi olma durumu sizin anladığınız gibi bir amaç değil, bizim sonumuz gibi görünüyor; yakında insanı gülünç duruma düşürecek ve küçümseyecek bir devlet…”

Mutluluğa odaklanmak insanları gerçekten “gülünç ve küçümseyici” yapar mı? Nietzsche, Beyond Good and Evil‘da daha iddialı bir açıklama sunar:

“Acı çekmenin ve büyük acıların disiplini; şimdiye kadar sadece bu disiplinin insanın tüm gelişmelerini yarattığını bilmiyor musunuz? Mutsuzluk içindeki ruhun bu gerginliği, büyük harabeyle yüz yüze gelince titrer ve güçlenir. Bu dayanıklılığın, gayretin, açıklamanın ve sömürünün acısında var olan yaratıcılık ve cesarettir ve ona sunulan her şey hikmet, giz, maske, ruh, kurnazlık, büyüklüktür; acı çektirerek ve büyük acıların disiplini aracılığıyla sunulmamış mıdır?”

Çok acı çekmenin öznesi sefaletten başka bir şey değildir ve en mutlu “rahat” insanlar, insan mükemmeliyetinin örneklerinden değildir. Nietzsche kesinlikle bunu biliyordu. Konu acı çekmeye geldiğinde “turist” değildi  (ve hatta zihinsel çöküşünden önce bile) 1879’da Basel’den zorunlu emekliliğinden 1889’daki son zihinsel çöküşüne kadar ızdıraplı fiziksel hastalıklar çekti; muhtemelen tedavi edilmeyen sifilizden dolayıydı bu hastalık. Nietzsche’nin şunu fark etti; acı çekmek, en azından bazı bireyler (kendisi de dahil olmak üzere) için yaratıcılık konusunda uyarıcı olabilirdi; sadece bir paradigma örneği olarak görmek için Beethoven’in biyografisini okumak gerekir. Fakat Nietzsche işteki psikolojik mekanizmayı doğru bir şekilde teşhis etseydi bile, acı çekmeye duyulan acıma duygusu, acı çekenlerin yaratıcı potansiyellerini fark etmelerine bir engel miydi? Nietzsche’nin en önemli düşüncesi, mutluluğa bağlı bir kültürde hedef, acı çekmenin ortadan kaldırılmasıdır; ortaya çıkan Nietzsche ve Beethovenlar yaratıcı çalışma peşinde olmaktan çok bu amaçlara ulaşmak için potansiyellerini alt üst edeceklerdir. Sonuçta, acı çekmek kötü ise, o zaman tüm çabalarınız acı çekmekten kaçınmaya adanmalıdır ve mutlu olmak güzelse o zaman yaptığınız her şeyin amacı bu olmalıdır. Fakat insanın mükemmelliği, ne mutluluğun peşinde olması ile ne de acıdan kaçışla uyumlu değildir.

Eğer Nietzsche’nin spekülatif psikolojisi doğruysa, o zaman şaşırtıcı bir sonuca varırız. Acısını çürüten ve rahatlamasını ön plana çıkaran hedonist ve sempatik bir kültürde, insan dehasının görkemli şovu dünyadan kaybolacaktır; Beethovenlar, Nietzscheler veya Goetheler kaybolacaktır.  Nietzsche, bu yaratıcı dahilerin yokluğunda Schopenhauer’in varoluşsal mücadelesine cevap veremeyeceğimizi düşünür.

Schopenhauer, hayatın, anlamsız acının kaçınılmazlığı nedeniyle yaşamaya değer olmadığını kabul etmişti. Nietzsche’nin Schopenhauer’e verdiği yanıt, kariyerinin başlangıcından sonuna kadar sabit kaldı: 1886’da The Birth of Tragedy’nin önsözünde şöyle yazar:

“Dünyanın varoluşunun sadece estetik bir olgu olarak doğrulanması, yaşamın devamı için baştan çıkarıcıdır.’’

En önemlisi, Nietzsche’nin estetik deneyim fikri Kant’ın fikrine tamamen karşıdır; bu güzellik deneyimine karşı “ilgisiz” dir. Nietzsche, Stendahl’ın estetik deneyim formülünü onaylar; yani, “güzellik mutluluğu vaat eder”, Genealogy’de yazdığı gibi bu;  “isteğin (ilginin) canlandırılması”nı üretir. ‘’Canlandırma” ile ilgili estetik deneyimin tanımı hiç de tesadüfi değildir. Nietzsche Genealogy’de şöyle yazar:

“Estetik durumun tuhaf tatlılığı ve dolgunluk özelliği… Kökeni tam olarak içinde olabilir… “Şehvet” ise şu an başkalaştırılmış ve artık cinsel uyaran olarak bilinçliliğe dahil değil.”

Estetik deneyim kısaca, uyandırıcı bir tür yüceltilmiş cinsel deneyimdir. Twilight of the Idols’da, “Sanat yaşamın en büyük uyaranıdır.” der Nietzsche, öznenin canlanmasını isteyen duyguları uyandırır. Eğer dehaların oyununun tadını çıkarmaya devam edersek, hayat ancak sadece estetik açıdan hoş bir şey olabilir (başka bir deyişle, uyandırıcı); Nietzsche’nin Yahudi-Hıristiyan ahlakının tehdit ettiğini düşündüğü şey tam olarak budur. Nietzsche, Beyond Good and Evil‘de,  “Yeryüzünde yaşamaya değer bir yaşam kılar” dediği şeyler; “erdem, sanat, müzik, dans, akıl gibi yüceltilen bir şeyler, arıtılmış şeyler, fantastik ve ilahi”dir. Fakat insan başarısının bu tür mükemmellikleri, hedonist tatmine adanan ve her türlü ıstırabın ortadan kaldırılmak için (önemsizden ciddiye) saplantılı olan bir kültürde mümkün değilse, o zaman Schopenhauer’in nihilizmine bir yanıtımız da yoktur.

Thus Spoke Zarathustra’da (Böyle Buyurdu Zerdüşt), Nietzsche böyle bir kültür öngörür; , “son adamlar” olarak adlandırdığı, “aşk”, “yaratma” ya da “özlem” hakkında hiçbir şey bilmeyen, kendi sıradanlıklarında sürünürken, “sefil bir çekingenlik” le kendilerini “hor görmeyen”lerdir. “Şimdiye kadar ne olduysa hepsini bilir, bu yüzden de alaycılığının sonu yoktur.”, “Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır: farklı hisseden insanlar tımarhaneye gönüllü olarak gider.”, ‘’Mutluluğu keşfettik.’’ der son adamlar  ‘’ve göz kırparlar’’.

Nietzsche burada, şu andaki yöneticisi Donald Trump olan kapitalist modernliği teşhis eder, onun uzantısı olarak Twitter, yedi gün 24 saat “alaycı”dır  ve dünya pazarı ise “mutluluğun” gerçekte ne olduğunu ve fiyatını söyler bize. Böyle bir dünyada, belki de Schopenhauer haklıdır.

Brian Leiter, Chicago Üniversitesi Hukuk, Felsefe ve İnsan Değerleri Merkezi’ni yönetmektedir. Nietzsche’li yeni kitabı Moral Psychology yakında geliyor.

Yazan: Brian Leiter
Çevirmen:Meltem Çetin Sever
Kaynak: the-tls.co.uk

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com