Julian Baggini; yalanlar, kahrolası yalanlar ve politik gerçekler
Politikacılar yalan söyler. Bu, birinin iddia edebileceği en evrensel ve tartışmaya kapalı gerçektir. The Times’ın eski yardımcı editörü Louis Harren’ın her röportajından önce kendi kendine “Bu yalancı pislik bana neden yalan söylüyor?” diye sorduğunu okuduğumuzda haklı bir görüş birliğiyle gülümsüyoruz. Ancak politik değişikliği ciddi bir şekilde isteyen herkesin sorması gereken soru “Yalan söylememenin sonuçları ne olurdu?” Gerçeğe biat etmek şüphesiz çok kolay, ama rakiplerin birbirini alt etmek için her türlü hileye başvurduğu bir dünyada bu denli asil düşünceli olmayı göze alabilir miyiz?
Bu zorluk, Bill Clinton’ın ilk başkanlık kampanyasında söylenen yalanların bir bölümü örtbas etme noktasına gelmesinin kurgusal bir anlatımı olan “Primary Colors” (1988) filminde dramatize ediliyor. Filmin sonunda başkan hayal kırıklığına uğramış genç bir aktiviste:
“Bu bir agresif satış politikası […] Bu yönetmek için ödenen bir bedel. Sence Lincoln başkan olmadan önce bir fahişe değil miydi? Hikayelerini taşralı gülümsemesiyle anlatmak zorundaydı. Böylece bir gün tüm ulusun önünde durup daha iyi halimize seslenebilecekti. Saçmalık işte bu noktada bitiyor.” diyor.
Bu münakaşa genelde ilke ve yararcılık arasında geçen bir mücadele veya takas çerçevesine sokuluyor. Fakat bu ayrım ikisi arasında bulunan daha samimi bir ilişkiyi gölgede bırakıyor. İlkeler sonuçlarla ilişkilendirildiğinde ikisi arasında temiz bir ayrım yapmayı sağlayan bir uygulama olamaz. Örneğin toplumu daha adaletli hale getirecek bir yalanı söylemeyi reddettiğinde ilkelerini korumaktan ziyade sonuçla ilgili bir ilkeyi kişisel bütünlüğünle ilgili başka bir ilke için feda etmiş olursun.
Bu durumdaki tehlike Bernard Williams’ın deyimiyle ‘etik vurdumduymazlık’: Kendini erdemli hissetmek uğruna başkalarının hayatını kötüleştirme bedelini ödemek ve pis işlerden kaçınmak. Ancak politika kirli bir iş ve kendini temiz tutmanın tek yolu hiç dahil olmamak. Saflığa dayanan politikanın en belirgin ikincil imtiyazı politikanın gerçekle kumar oynamayı gerektirdiği gerçeğini kabullenmek ve bunun doğrudan söylenmiş yalanlardan farklı olduğunu savunmak. Uygulamalar bu görüşe bir güvenilirlik kazandırıyor. Halk utanmaz yalanlara karşı tahammülsüz olsa da politikacıların gerçeği objektif bir şekilde yansıtmasını beklemiyor.
Fakat etik öneme sahip ayrım, yalanlar ve yanlı doğrular arasında değil içten samimiyet ve yanıltma arasında yapılmalı. Eğer bir politikacı teknik olarak yalan söylemeden kandırırsa bu kimse tarafından mantıklı bir kumar olarak algılanmıyor. Örneğin Bill Clinton Amerika halkının gözünün içine bakarak “o kadınla, Monica Lewinsky ile, cinsel ilişkisinin olmadığını söylemişti. Memleketi Arkansas’ta “cinsel ilişki” kavramının kullanımı göz önüne getirilirse teknik olarak doğruyu söylediği sayılabilir. Ancak kimse bunun inkarını haklı kıldığını düşünmedi. Politik yalanları sorunlu kılan her neyse herhangi bir aldatma için de geçerlidir.
Gerçekle kumar oynamak seçmenler tarafından beklenen bir hareket haline geldi. Bu beklenti, mantıklı olanın geri çekilip yerini duygusal ve çıkarcı olana bırakmasına neden oldu. Halkın dürüstlüğü önemsememesi, durumun ne kadar ciddileştiğinin bir kanıtı. Örneğin Trump’a oy veren insanların çoğu aynı zamanda söylediği hiçbir şeye inanmadığını belirtiyor. Benzer şekilde, İngiltere’de Avrupa Birliğin’de kalma kampanyanın başarısız olmasının sebebi gerçekleri su yüzüne çıkarmaya odaklı olması oldu, çünkü insanlar gerçeklerle ilgilenmiyordu. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmakla haftada 350 milyon pound kazanacağı iddiası hemen yalanlanmasına rağmen tekrar edilmeye devam etti.
Bu olaylar yüzünden şaşkınlığa uğramak kolay, ancak Primary Colors argümanına geri dönecek olursak duygusal kampanya ve iletişim yönetmek için ödenen bir bedel ve yönetmek ‘saçmalığın bittiği yer’. Ülkeyi doğru insanlar yönettiği sürece politik söylemlerin mantıklı olup olmadığı kimin umurunda?
Bu soruyu cevaplayabilmek için politik hitabet ve anlam arasında uyumsuzluk yaratacak iki farklı yol arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Birincisinde sözler ve eylemler arasında bir uyuşmazlık var: politikacıların söylediği ve yaptığı şeyler birbirinden farklıdır. Buna karşı bir tez üretmek son derece kolay. Etik itirazların yanı sıra söz konusu olan uyuşmazlık uzun vadede sürdürülebilir değildir. Size bir kez güç kazandırabilir, ancak açığa çıktığınızda güveni kaybetmişsinizdir ve geri kazanmanız mümkün olmaz.
Söylem ve eylemin uyuşmayacağı bir başka durum ise söylem mantıklı bir argüman içermediğinde gerçekleşir. Bunun bir örneği, politik partilerin kampanyayı şiirsel bir şekilde gerçekleştirirken yönetimde düz yazıya dönmeleridir. Başka bir örnek mitler ve hikayelerin kompleks mevzuları açıklayabileceği düşünülerek verilen dini söylemlerdir. Barack Obama’nın ilk başkanlık kampanyası iki örneği de kapsıyor. ‘Evet, başarabiliriz’ nitelikli şiirsellikten çok uzak, ancak akılda kalıcı ve duygusal bir sesleniş. Aynı zamanda değişimi olanaklı kılmanın doğurabileceği sorunları görmezden gelmiyor. Hatta onlarla boğuşma girişiminde bile bulunmuyor. Bu basit söylem ve politik elit işi seçmenlere siyasi dincilik yoluyla empoze ediliyor.
Bu bakış açısı, kamu huzurunda yapılan siyasette mantıklı söylemlere bağlı olmayan bir yol izleme olanağı sunuyor, ancak bu yolda siyaset aldatmayı da içermiyor. Bu yolun yararlı olduğu söylenebilir, ve günümüzde politik partiler tam da bu bakış açısıyla çalışıyor. Esas prensipleri ‘kıvırma’ fikriyle temsil ediliyor: fikir, yalan söylemek veya gerçeği çarpıtmak değil, gerçeği en hoşa giden şekilde yansıtmak.
Bu stratejinin sorun yaratabileceği nokta kıvırmanın kötü bir şekilde algılanıyor olması. Daha önce de söylediğim gibi, halk aşikar yalanlara karşı toleranslı değildir ancak politikacıların gerçeği objektif bir şekilde yansıtmasını da beklemez.
Halkın kıvırmaya olan antipatisini algılamak için daha önce anlamdan doğan hitabet ve anlamı farklı yansıtan hitabet arasında yaptığım ayrımın çok da özenli olmadığını görmemiz gerekiyor. Aslında ikisi arasında bir süreklilik var ve bu sebeple yararlı tanıtmalar zararlı yanlış beyanlara dönüşebiliyor. Dine dönecek olursak bu durum, dini mitlerin derin gerçekleri mi yoksa akılsız kitleleri hizaya sokan asil yalanları mı anlattığı hakkındaki tartışmada yansıtılıyor.
Politikada yararlı ‘kıvırma’ün zararlı yalancılığa dönüşmesi problemi son derece gerçek. Bill Clinton’ın ‘cinsel ilişki’ iddiasının örneklendirdiği üzere, halkın kıvırmaya itiraz etmeye başladığı nokta, kıvırmanın gerçekten uzaklaşmaya başladığı değil, mantıklı insanların bundan yanlış çıkarımlar ürettiği noktadır. Ve kıvırmanın amacı insanların gerçeklerden objektif bir yaklaşımın vadettiğinden daha olumlu sonuçlar üretmelerini sağlamaktır.
Kıvırmanın onlarca yıllık geçmişi gösteriyor ki politikacıların hepsinin yalancı olmadığını düşünen seçmenler bile politikacıların sözlerinin doğruluğunu umursamıyor ve yalnızca sonuçlarıyla ilgileniyorlar. Kıvırma anlayışı gerçek ve yalan kategorilerini önemsiz kılıyor ve bu kategorilerin yokluğunda insanlar seçimlerini başka faktörlere dayanarak yapıyor.
Örneğin bahsettiğim Avrupa Birliği referandumunu ve 350 milyon pound iddiasını ele alalım. Birçok insan neden seçmenlerin bu iddianın gerçek yüzünü görmediğini sorguladı. İşin aslı şu ki birçok seçmen aslında gerçekleri gördü, ancak politikacıların gerçeği söylemesini beklemiyorlardı. Kendilerinin ki de dahil olmak üzere tüm tarafların yalan söylemesini bekliyorlardı. Cevap verdikleri soru iddianın gerçek anlamı değil mesajın asıl imasıydı: ayrılma oyu paramızı tekrar kendi kontrolümüz altına sokacak. Başka bir deyişle önemli olan detaylar değil genel niyet. Fakat politika detaylardan ibaret.
Kıvırmanın tehlikesine başka bir örnek ise politik partilerin herkes için her şey olma iddiaları. Eskiden partiler genelde sosyal sınıfa göre belirlenen gruplar içerisinde tanımlanabilirdi. Bu durum 1997-2010 yılları arasındaki İşçi Partisi yönetimiyle birlikte net bir değişime uğradı. Yönetim İşçi Partisinin geleneksel seçmeni olan toplumun en kötü kesimi için birçok şey yaptı. Ancak orta sınıf seçmenlerini irrite etmemek amacıyla bu sınıfın safında yer aldığını açığa vurmadı. Sonrasında saf bir yanlış temsil iki şekilde geri tepti: artık temsil etmediği kesim terk edilmiş hissederken hitap ettiği yeni kesim gerçekten benimsenmiş hissetmedi.
Belli ki yararlı kıvırma iki sebeple var: En yararlı temsil bile insanları yanlış çıkarımlarda bulunmaya ittiğinden kolay bir şekilde zararlı hileli temsile dönüşebiliyor. Ve politik sunumlara dikkat edildiğinde önceliğin dürüstlük veya yalancılık olmadığı anlaşılabiliyor.
Politik başarının yarı-doğrular ve yalanlara dayandığını savunan popüler düşünceyi kabul etmemek iknayla uğraşmamıza gerek olmadığını düşünerek kendimizi daha iyi becerilere sahip rakiplerin saldırılarına savunmasız bırakmayı gerektirmez. İkna, birçok farklı yolla sağlanabilir ve bunların hepsi zararlı olmak zorunda değildir. Aldatıcı olan yöntemler iyi tanınmalıdır ki karşı konulabilsin. Eğer bu tarz hileli tekniklere başvurursak etik üstünlüğe ulaşmak ve başkalarını da oraya davet etmek mümkün olmaz. Bu durumu kendi lehimize çevirmeliyiz: hileli yöntemler kullanmayı reddederek kullananları tekrar tekrar ortaya çıkarmalıyız. Örneğin İngiltere’nin Muhafazakar Partisi tarafından benimsenen bir hilede partinin zayıf olduğu herhangi bir konu hakkında münakaşa yapmak şiddetle reddediliyor. Bu yüzden İngiltere’deki son iki seçimde Muhafazakar Parti, bütçe açığını kapamak için birikimlerinin kaynağını açıklamayı reddetti. Muhalefet bu vergi kaçakçılığını ifşa etmede daha etkili olmalıydı.
Fikrimce daha ileri gitmeli ve kullanılan teknikleri açığa çıkarmalıyız. Bu son derece önemli bir mesaj olabilir: ‘Bakın, bu mevzuyu münakaşa etmeyi reddetmeleri kasıtlı bir stratejidir, çünkü eğer kendileri konu hakkında konuşmayarak başkalarını da konu hakkında konuşmaktan sakındırıp mevzuyu atlatmayı hedefliyorlar. Bu gülünç bir taktik ve yanılıyorlar, çünkü bir kez yaptıklarının farkında olunca hilelerinin iç yüzünü görecek kadar akıllı oluyorsunuz.’
Yoksa seçmenlerin bu durumun iç yüzünü görebilecek kadar akıllı oldukları konusunda şüphelerimiz mi var? Belirli seviyede şüphecilik gerekli olabilir, ancak seçmeni ne abartmalı ne de küçümsemeliyiz. Mantıklı argümanlara karşılık verebilme yetimizden vazgeçmemiz insanlıktan da vazgeçmemiz anlamına gelmez mi? Peki ya eğer aldatıcı manipülasyonun güce ulaşmada tek yol olduğuna inanacak kadar şüpheci hale gelirsek demokrat olmamızın ne anlamı kalıyor?
Yazan: Julian Baggini
Çeviren: Göksu Nur Kayacılar
Kaynak: blogs.lse.ac.uk
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.