Materyalistler yanlışsa Jedi neden haklıdır? ve Panpsişizm (1) bilimde nasıl devrim yaratabilir.
Star Wars’un kitlesel olarak bitmeyen çekiciliğini nasıl açıklayabiliriz? Harika aksiyon filmleri olmaları ve şüphesiz ki hayal gücümüzü tetikleyen uzaylılar, ışın kılıçları ve galaksiler arası seyahat gibi bilimkurgu unsurlarını içermelerindendir muhakkak. Ama Star Wars’u rakiplerinden ayıran şey, efsanevi temalarıdır. Cesur isyancılar ve canavar gibi güçlü imparatorluk arasındaki, Davut’un Goliath’a karşı verdiği destansı savaşı gibi, iyilik ve kötülüğün daimî mücadelesini içerir. Ve bir bilimkurgu-aksiyon filmi için pek alışılmadık olan dini fikirler önemli rol oynar. Dahası, Jedi’ın mistik dini, efsaneden gerçeğe dönüşür, resmi kayıtlarımıza göre: İngiltere ve Galler’de toplam 390.127 kişi, 2001 Ulusal Nüfus Sayım sırasında dinlerini Jedi dini olarak beyan etmiş ve bu durum onu, kayda geçen dördüncü büyük din haline getirmişti. (2011 de yedinci sıraya düştü, tabii ki bu, son Star Wars film serinden önceydi, bu nedenle 2021 de ne çıkacağını kim bilebilir?)
The Last Jedi (Son Jedi)’de dinsel odak daha da belirgindir. Bu, kişisel Tanrı inancına dayalı bir din değil, “Güç” olarak kabul edilen ve kişisel olmayan bir gerçekliktir. Luke Skywalker, Rey’i Jedi’ın yolunda eğitirken, Gücün, bütün her şeyin arasında gezen bir enerji, evreni bir arada tutan bir denge olduğunu açıklar. Batı’da dini, ölümün ötesinde kendi başımıza hayatta kalma umuduyla ilişkilendirme eğilimindeyiz. Ancak Jedi dini, Budist Anatta ya da “başka bir benliğin yokluğu” inancına daha yakın gibi görünüyor. Luke’un, Rey’e açıkladığı gibi, sizi evrenin geri kalanından ayıran eşsiz bir ruha (özel bir “ışık”a) sahip olduğunuzu hayal etmek bir kibirdir. Jedi’nin umudu, zamanı geldiğinde, onun geldiği yerden Güç’e tekrar geri döner.
Modern bilimin, bu tarz mistik inançları, yanlış olarak göstermiş olduğunu düşünmek doğaldır. 19. yüzyılda, dirimselcilik (yaşamın kendi başına özel bir güç olduğu inancı) bilim adamları arasında oldukça yaygındı, fakat modern hücre biyokimyasında, dirimselcinin gizemli güçlerine yer yoktur. Ayrıca çağdaş fizikte evrenimizi yöneten sadece dört temel güç vardır: Elektromanyetizm, Dayançlı nükleer güç, zayıf nükleer güç ve yerçekimi. Jedi’nin Güç’ünün yakın zamanda bu listeye eklenme olasılığı zayıf görünüyor.
Tüm bunlara rağmen, yirminci yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri olan Arthur Eddington, Jedi teolojisine çok benzeyen bir durumun sadece modern bilimle kesin bir tutarlılık göstermediğini aynı zamanda inanmak için mantığımıza kulak vermemiz gerektiğini savunmuştu.
Eddington, Einstein’ın genel görelilik kuramına ilk gözlemsel kanıtını en doğru sunan kişi olarak biliniyor. Mayıs 1919’da Afrika’nın batı sahillerine yakın Principe Adası’ndan güneş tutulmasına ilişkin bir dizi gözlem yapmış; tutulma sırasında Ay güneşi kapatırken güneşin örtük tarafından görülen yıldızları fotoğraflamıştı. Buna dayanarak, tam da Einstein’ın teorisinin öngördüğü gibi, bu yıldızlardan gelen ışığın güneşin kütlesinin neden olduğu uzay-zaman eğriliği tarafından büküldüğünü gösterebildi.
On yıl sonra Eddington, güncel fizikteki diğer gelişmelerin yanı sıra göreliliği açıklayan, Panpsişizm görüşünü (her nesneye bilinç aşılandığı görüşü) savunan bir kitap yazdı. Jedi şövalyeleri gibi, Eddington da fiziksel evrenin işleyişinin altında manevi bir güç olduğuna inanıyordu. Eddington’un şu sözlerinde, Jedi eğitimleri sırasında Luke’u ya da önünde duran Obi Wan’ı hayal edebiliriz:
“… zihinlerimiz dünyadan ayrı değildir; hoşnutluk ve melankoli içeren duygularımız ve daha derin hislerimiz sadece kendimizden değildir, saf bilincimizin dar sınırlarını aşan bir gerçekliğin görüntüleridir… temelinde, uyum ve Doğanın yüzünün güzelliği, insanın yüzünü değiştiren memnuniyet ile birdir…”
Eddington, soğukkanlı bilimsel inançlarını, bu Jedi benzeri mistik görüşleri ile yeryüzü üzerinde nasıl uzlaştırdı? Eddington’ın başlangıç noktası, fiziğin bize, nesnenin doğası hakkında düşündüğümüzden çok daha az şey anlatmasıydı. Halkın kanısı, fiziğin bize mekânın, zamanın ve maddenin doğası hakkında net bir açıklama yapmasıdır. Henüz bu noktada değiliz elbette; bir kere, çok büyük – genel görelilik – hakkındaki en iyi teorimiz, çok küçük – kuantum mekaniği – ile ilişkin en iyi teorimizle tutarsızlık gösterir. Ancak standart olarak, bir gün bu zorlukların üstesinden gelineceği ve fizikçilerin halka gururla sunacağı sabırsızlıkla beklenen halka, her şeyin Büyük Birleşik Teorisi olan evrenin temel doğasının tam hikayesini sunacakları varsayılıyor.
Eddington, fiziği böyle görmüyordu. Filozof Bertrand Russell’in çalışmalarını temel alan Eddington, fiziğin tüm meziyetlerine rağmen bize fiziksel gerçekliğin doğası hakkında kesin hiçbir şey söylemediğini savunmuştu. Newton’un evrensel kütle çekim teorisini hatırlayın:
m1 ve m2 değişkenleri, yerçekimi kuvvetini bulmak istediğimiz iki nesnenin kütlelerini temsil eder; F, bu iki kütle arasındaki yerçekimi kuvvetidir, G sabit çekim kuvvetidir (gözlemlerden bildiğimiz bir sayı); ve r, m1 ile m2 arasındaki mesafedir. Dikkat edin, bu denklem bize “kütle”, “kuvvet” ve “mesafenin” tanımlarını sağlamaz. Bu Newton yasalarına özgü bir şey değildir; aynısı genel görelilik ve kuantum mekaniğinin daha karmaşık denklemleri için de geçerlidir. Fizik konusu, fizik dünyasının temel özellikleridir: kütle, manyetik yük, açısal momentum, mesafe, kuvvet. Ancak fizik denklemleri bu özelliklerin ne olduğunu açıklamaz, sadece aralarında denklemler kurmak için onları isimlendirir.
Eğer fiziksel özelliklerin doğasının ne olduğunu fizik söylemezse, bu bilgiyi bize başka ne verir? Eddington, fiziğin yalnızca bir tahmin aracı olduğuna inanıyordu. “Kütle” ve “kuvvetin” gerçekte ne olduğunu bilmesek de onları dünyada tanıyabiliriz. Ölçüm enstrümanlarımızdaki göstergelerde görünür ya da duyularımıza etki eder. Newton’un yerçekimi yasası gibi fizik denklemlerini kullanarak, ne olacağını büyük bir kesinlikle tahmin edebiliriz. Doğal dünyayı olağanüstü şekillerde manipüle etmemizi ve gezegenimizi dönüştüren teknolojik devrime yol açmamızı sağlayan da bu öngörücü kapasitedir. Ama bize evrenin aslında ne olduğunu söylemek sadece fiziğin işi değildir. Stephen Hawking’in söylediği gibi, fizik bize “denklemleri neyin ateşlediğini” söylemez.
Fiziğin bize fiziksel gerçekliğin doğası hakkında hiçbir şey söylemediğini göz önünde tutarsak, bu konuda bildiğimiz ne var? Evrenin motoru, “kaputun altında” neler olup bittiği hakkında herhangi bir ipucuna sahip mi? Eddington, nesnelerin doğası üzerine bildiğimiz tek gerçeğin, bazılarının bir bilince sahip olduğunu savunmuştu; bunu biliyoruz; çünkü kendi beyinlerimizin bilincinin doğrudan farkındayız:
“Dış dünyadan haberdarız, çünkü dokuları kendi bilincimize işliyor; aslında bildiğimiz sadece kendi dokularımız; bir paleontoloğun soyu tükenmiş bir canavarı ayak izlerinden yeniden yapılandırması gibi…geri kalanı bu noktadan çok yetersiz bir başarıyla yeniden inşa ediyoruz.”
Beynin dışındaki bir nesnenin doğasına doğrudan erişimimiz yoktur. Ancak Eddington’a göre en makul spekülasyon, beynin dışındaki nesnelerin doğasının, beynin içindeki nesnelerin doğasının devamı olmasıdır. Eddington’un savunduğu, bu alanın ve parçacıkların hakiki tabiatı hakkında doğrudan bir anlayışa sahip olmadığımız düşünüldüğünde, zihniyet tamamen ayrışık bir doğaya sahip olduklarını beyan edip daha sonra zihniyetin nereden geldiğini düşünmenin daha “aptalca” olduğudur. Bu temele göre Eddington, doğrudan ve gözlemsel bilgimizle tutarlı olan en basit ve tutumlu görüşün, fiziksel dünyanın nesnelerinin altında yatan hakikatin kendisinin ifade ettiği gibi, zihinsel şeyler olduğu bir tür panpsişizm olduğu sonucuna vardı.
Yakın zamanda akademik felsefede yeniden keşfedilen Russell ve Eddington’ın 1920’lerden gelen bu fikirleri büyük bir heyecana yol açıyor. On yıllardır filozoflar ve bilim adamları, fiziksel maddenin nasıl olup da bilinç (duyguların, hislerin ve deneyimlerin öznel iç dünyası) ortaya koyduklarını anlamak için mücadele ettiler. Birçoğu, geniş anlamda Russell ve Eddington’un cevabı bulduklarına ikna olmuş durumda. Eddington’ın kaynakları fizik bilimini, davranışını tahmin etmemize izin veren matematiksel modeller sağlayan “dıştan” gelen nesnellik olarak tanımlar, ancak doğasında yatan madde bilinçten oluşur. Denklemleri ateşleyen bilinçtir. Bu görüşün cazibesi, bilimsel olarak evreni anlayışımızla, bilinç gerçekliğini uzlaştırma kapasitesidir.
Bu fikirlerin, akademik felsefenin kapalı dünyasından daha geniş bilim topluluğuna ve genel halka yayılması zaman alacaktır. Son kitabım “Consciousness and Fundamental Reality” (Bilinç ve Temel Gerçeklik) bu konuda güncel literatürün büyük zenginliğini eleştirel olarak değerlendirip bir araya getirerek bu sürece yardımcı olmayı amaçlıyor. Entelektüel moda değişiyor ve panpsişizm gibi görüşlerin anti-bilimsel saçmalık olarak reddedildiği günlerin sona erdiğine inanıyorum. Bunun Jedi dini üzerinde nasıl nihai bir etkisi olacağı belirsizdir. Sanırım bir sonraki nüfus sayımını beklemek zorundayız.
(1) Panpsychism: Bilinç Problemi olarak özetlemek yanlış olmaz. Metinde açıklandığı gibi bir bakıma her nesnenin bilinçle aşılanması görüşü. Bilinçsiz varlıkların bilinç oluşturabileceğini düşünmemek için aslında nesnelerin de bir tür bilince sahip olduğunu ortaya koyan bir iddia. (e.n)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Philip Goff
Çeviren: Müge Robbins
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: iai.tv