Ekonomik kriz, bir din olarak kapitalizm (Benjamin), Avrupa’nın kültürel kimliğinde tarihin rolü, “biyo-siyaset”, “istisna hali” ve çağdaş sanatın (bir yanda müzenin öbür yanda ise metalaşmanın bulunduğu iki tehlike arasında sıkışmış) yazgısı üzerine düşüncelerini dile getiren İtalyan filozofla Peppe Savà’nın gerçekleştirdiği bir söyleşi.
Peppe Savà: Monti hükümeti krize ve bir acil duruma başvuruyor ve bu, hem finansal felaketin, hem de İtalya’da iktidar tarafından üstlenilen yakışıksız biçimlerin tek çözümüymüş gibi görünüyor: Monti’nin perspektifi tek çözüm mü, yoksa, aksine, demokratik özgürlüklere ciddi sınırlamalar dayatmanın bir bahanesi mi?
Giorgio Agamben: Bugünlerde “kriz” ve “ekonomi” sözcükleri kavramlar olarak değil de insanların başka türlü kabullenmeyecekleri önlem ve sınırlamaların dayatılmasını ve kabullenilmesini kolaylaştıran yönetme sözcükleri olarak kullanılıyorlar. Bugün “kriz”, “İtaat etmelisiniz!” anlamına geliyor. Bana kalırsa, sözüm ona “kriz”in on yıllardır süregelmekte olduğu ve gerçekte günümüz kapitalizminin normal işleyişinden başka bir şey olmadığı herkes için açıklık kazanmış durumda. Ve kapitalizmin şimdiki işleyiş tarzında rasyonel olan hiçbir şey yok.
Olan biteni anlamak için, Walter Benjamin’in kapitalizmin düz anlamıyla bir din; ne mütarekeyi ne de selameti tanıdığı için şimdiye kadar var olmuş en vahşi, en amansız ve en akıldışı din olduğu biçimindeki fikrini yorumlamak zorundayız. Onun adına daimi bir tapınma hali yürütülüyor; ayini emek ve nesnesi de para olan bir tapınma hali. Tanrı ölmedi, paraya dönüştü. Banka –bir yüze sahip olmayan işçi arıları ve uzmanlarıyla– kilisenin ve rahiplerinin yerini almış durumda ve krediler üzerindeki hükmüyle (tasasız bir biçimde egemenliğinden feragat eden devlete bile borç vermektedir), imanın günümüzdeki kalıntısını –az bulunan ve belirsiz imanı– maniple edip yönetmektedir. Daha da ötesi, günümüz kapitalizminin bir din olduğu iddiası, büyük bir ulusal gazetenin birkaç gün önceki manşetinde son derece etkili bir biçimde kanıtlandı: “Ne pahasına olursa olsun avroyu kurtarın.” Eh, “kurtuluş” dinsel bir kavram, fakat “ne pahasına olursa olsun” ne anlama geliyor? İnsanların hayatlarını feda etmek pahasına bile mi? Yalnızca dinsel bir perspektif (ya da daha doğrusu sözde-dinsel bir perspektif) içerisinde böylesine saçma ve insanlık dışı beyanlarda bulunulabilir.
Peppe Savà: Ekonomik kriz şimdilerde pek çok Avrupa ülkesini tehdit ediyor: Bu, bir bütün olarak modernliğin bir krizi biçiminde tasavvur edilebilir mi?
Giorgio Agamben: Şimdilerde Avrupa’yı etkileyen ekonomik kriz, bize söylendiği kadar ekonomik bir sorun değil aslında; aksine, bu, her şeyden önce geçmişle ilişkimizdeki bir kriz. Şimdiye erişimi mümkün kılan tek şey geçmişin bilgisidir. İnsanlar –en azından Avrupalılar– şimdiyi anlama arayışı içindeyken geçmişi sorgulamak zorunda kaldılar. Bunun “biz Avrupalılar”ı gerektirdiğini belirttim; çünkü bana öyle görünüyor ki Avrupa sözcüğünün herhangi bir anlama gelebileceğini kabul etsek bile, bu anlamın ekonomik olmak şöyle dursun, siyasal ya da dinsel bile olamayacağı, Avrupalı insanın –örneğin, geçmişe ve tarihe bütünüyle başka bir anlam yükleyen Asyalıların ya da Amerikalıların aksine– kendi hakikatine yalnızca geçmişle bir karşı karşıya geliş aracılığıyla, yalnızca bu tarihi açıklamak ve berraklaştırmak yoluyla erişebileceği olgusunda yattığı şimdi daha bir açıklık kazanmıştır. Geçmiş sadece nesnelerin ve geleneklerin, hatıraların ve bilginin bir mirası değildir; her şeyden önce, yalnızca geçmişte neler olduğuna bakarak şimdiye erişim imkanına kavuşan Avrupa insanının özsel bir antropolojik öğesidir. Avrupa ülkelerinin kendi şehirleriyle, kendi sanat eserleriyle ve kır manzaralarıyla kurdukları özel ilişki, az çok değer taşıyan şeyleri değil, dışsal ve erişilebilir şeyleri muhafaza etme meselesidir: Bu, hakiki Avrupa gerçekliğine, onun tartışılmaz kalımına ilişkin bir meseledir. Spekülatörlerin, kârdan mahrum olmayı reddederken, otoyollar ve hızlı tren ağlarının betonlarıyla İtalya’nın kırlık bölgelerini yok etmek suretiyle imha ettikleri şey tam da bizim kimliğimizdir. “Kültürel değerler” ifadesi oldukça aldatıcıdır; çünkü terimin belirli bazı şeyleri içerdiği ve diğer şeyleri dışladığı; değerlerin, bir kimse bizzat kendi kimliğini satışa çıkarabilir ve likide edebilirmişçesine, ekonomik olarak sömürülebilir ve hatta satılabilir olduğu fikrini içermektedir.
Yıllar önce, rüşeym halindeki Avrupa’nın üst düzey memurlarından biri de olan bir filozof, Alexandre Kojeve, Homo sapiens’in kendi tarihinin sonuna geldiğini ve önünde yalnıza iki seçeneğin bulunduğunu ileri sürüyordu: Post-tarihsel bir hayvanlık durumuna (Amerikan hayat tarzında örneklendiği gibi) ya da çay törenlerini boş ve tarihsel bir anlamdan yoksun olarak uygulamayı sürdüren bir snopluk durumuna (Japonlar tarafından örneklendiği gibi) geçiş. Bütünleyici bir biçimde yeniden hayvanlaştıran bir ABD ile sadece bütün tarihsel içeriği terk ederek insan kalabilen bir Japonya arasında Avrupa, tarihin sonundan sonra bile dirimsel ve insan kalabilen alternatif bir kültür önerebilir; çünkü kendisinden hareketle yeni bir yaşam elde etme yolunda, bütünselliği içinde kendi tarihiyle yüz yüze gelme yetisine sahip.
Peppe Savà: En ünlü kitabınız olan Homo Sacer siyasal iktidar ile çıplak hayat arasındaki ilişkiyi inceliyor ve her iki terimin de beraberinde getirdiği güçlükleri açığa çıkarıyor. Bu iki kutup arasındaki olası bir aracılık noktası nedir?
Giorgio Agamben: Araştırmamın bana gösterdiği şey, egemen iktidarın, kökenlerinden beri çıplak hayat (Antik Yunan’da yeri ev olan biyolojik yaşam) ile siyasal olarak tanımlanmış hayat (yeri sitedir) arasındaki ayrıma dayandığı oldu. Çıplak hayat siyasaldan dışlanıyor ve bizzat dışlanması yoluyla içleniyor ve ele geçiriliyordu: Bu anlamda çıplak hayat iktidarın olumsuz temelidir. Bu ayrım en aşırı biçimine modern biyo-siyasette kavuşmaktadır. 20. yüzyılın totaliter devletlerinde vuku bulan şey, iktidarın (belki de bilim yoluyla) son tahlilde neyin insan hayatı ve neyin insan hayatı olmayan olduğuna karar vermesi olmuştur. Bu bakışa karşıt olarak, yapmak zorunda olduğumuz şey, dirimsel biçimlerin bir siyasetini, yani kendi biçiminden ayrıştırılması mümkün olmayan ve bir daha asla çıplaklaştırılamayacak bir hayatı tasavvur etmektir.
Peppe Savà: Sıradan insanın siyasetle karşılaşması bezginlik ve örtmeceyle gerçekleşiyor: Bu İtalya’nın özgül koşullarıyla mı ilintili, yoksa bir biçimde kaçınılmaz bir şey mi?
Giorgio Agamben: Bugün büyübozumunun ve yurttaşlar ile iktidar arasındaki karşılıklı kuşkunun ötesine uzanan yeni bir fenomenle, bütün gezegeni etkileyen bir fenomenle yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Siyaset hakkında düşünürken kullanmaya alışkın olduğumuz kategorilerde radikal bir dönüşümün gerçekleşmekte olduğuna tanıklık ediyoruz. Dünya iktidarının yeni düzeni, kendisini demokratik olarak tanımlayan fakat demokrasi kavramının Atina’da taşıdığı anlamla hiçbir ilgisinin bulunmadığı bir yönetimsellik modeline dayanıyor. Bu modelin, iktidarın bakış açısından daha ekonomik ve daha randımanlı olması olgusunun kanıtı, oldukça yakın zamanlara kadar diktatörlük olan rejimler tarafından bile kullanılmaya başlanmasıdır. İnsanların kanılarını medya ve televizyon yoluyla maniple etmek, her kararı sürekli olarak şiddet aracılığıyla dayatmaktan çok daha kolaydır. Eskiden aşina olduğumuz siyasal biçimler –ulus-devlet, egemenlik, demokratik katılım, siyasal partiler, uluslararası hukuk– kendi tarihlerinin sonuna gelmişlerdir. Boş biçimler olarak hayatlarımızın parçası durumunda kalmayı sürdürüyorlar, fakat çağdaş siyaset bir “ekonomi” biçimini, yani şeylerin ve insanların yönetimini üstlenmektedir. Bu nedenle başvurabileceğimiz tek şey, eskiden dışavurumla tanımlayışımız ve başka türlü anlaşılması son derece güç bir şey olarak kaldığını bilişimiz ilkesine dayanarak, “siyasal hayat”ı bütünleyici bir biçimde düşünmektir.
Peppe Savà: Egemenlik kavramıyla bağıntılandırdığınız istisna hali, bugün, bir normal durum karakteri edinmiş gibi görünüyor, fakat yurttaşlar gündelik hayatlarının belirsizliğiyle yüz yüze geldiklerinde, ne yapacaklarını bilemez bir halde buluyorlar kendilerini. Bu duyguyu zayıflatmak mümkün mü?
Giorgio Agamben: On yıllardır kural halini almış bir istisna hali içerisinde yaşıyoruz; tıpkı ekonomide olduğu gibi, kriz normal durumun kendisi olmuş durumda. Zamanla sınırlanması öngörülmüş olan istisna hali, bunun yerine günümüzün normal yönetimsellik modeli halini almış durumda ve bu, kendilerini demokratik addeden devletler için de geçerli. Pek az insan 11 Eylül’den sonra yürürlüğe sokulan düzenlemelerin (bunlar İtalya’da Kurşun Yıllarından -1960’ların sonundan 1980’lerin başına kadar süren ve temel amacı Komünist Partiyi iktidardan uzak tutmak olan bir stratejinin işletildiği ve 2000’den fazla insanın ölümüne neden olan siyasi karışıklık yılları, ç.n.- beri tesis olmuş durumdadır) faşizmin hüküm sürdüğü dönemlerde yürürlükte olan düzenlemelerden daha kötü olduğunun farkında. Nazizm’in yönetimi süresinde insanlığa karşı işlenmiş suçları mümkün kılan, Hitler’in iktidara gelişi ve hiçbir zaman kaldırılmayan istisna hali olmuştur. fakat Hitler günümüz devletlerinin elinin altında olan denetim olanaklarına (biyo-metrik veriler, gözetleme kameraları, cep telefonları, kredi kartları) sahip değildi. Bugün devletin her yurttaşı fiili bir terörist olarak gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Bunun, demokrasiyi tanımladığı varsayılan siyasete katılımı azaltıp olanaksız kılmaktan başka bir sonucu yoktur. Meydanları ve caddeleri gözetleme kameralarıyla denetlenen bir şehir artık kamusal bir yer değil, bir hapishanedir.
Peppe Savà: Pek çok insan siyasal iktidarın doğasını araştıran sizin gibi bilim insanlarına çok büyük bir otorite atfediyor: Bu bilim insanlarının, bizlerde, eğer klişe bir deyim kullanacak olursak, geleceğin şimdiden daha iyi olacağı umudunu yeşertmeleri mümkün mü?
Giorgio Agamben: İyimserlik ve kötümserlik düşünme için kullanışlı kategoriler değiller. Marx’ın Ruge’a yazdığı bir mektupta dediği gibi, “Bana umut veren şey tam olarak bu umutsuz durumdur.”
Peppe Savà: Size Sicilya’da yaptığınız konuşma hakkında bir soru sorabilir miyim? Kimi insanlar o konuşmanın eski bir arkadaş olan Piero Guccioni’ye bir saygı belirtisi olduğu sonucuna ulaşırken, kimileri de bunu, çağdaş sanatın kıstırılmış bulunduğu mat durumundan nasıl kurtulabileceğine ilişkin bir öneri olarak gördüler.
Giorgio Agamben: Konuşmamın Piero Guccioni’ye ve çağımızın en önemli ressamlarından bir kısmının yaşadığı küçük bir şehir olan Scicli’ye bir saygı ifadesi olduğu doğru. Orada sanatın durumu kuvvetli bir biçimde hissediliyor ve muhtemelen bu küçük şehir, geçmişle ilişkinin az evvel sözünü ettiğimiz krizini anlamak için en iyi yer. Bir kimsenin geçmişte yaşayabileceği tek yer şimdidir ve şimdi, bizzat kendi geçmişinin yaşamı olduğunu duyumsamaktan kesilirse, söz konusu geçmişin en iyi bilinen imgeleri durumundaki müze ve sanat, sorunlu yerler haline gelirler. Artık geçmişiyle hiçbir şey yapmak istemeyen bir toplumda, sanat kendisini müzenin ejderi ile metalaşmanın yılanı arasında kısılmış bir halde bulur. Ve çağdaş sanat müzelerimiz, saçmanın tapınakları halini o kadar almışlardır ki bu şeylerin ikisi de el ele gitmektedir. Sanatın saplanmış olduğu çıkmazın ilk ayırtına varan kişi büyük ihtimalle Duchamp olmuştur. Duchamp kendi “hazır-ürünüyle” neyi icat etti? Sıradan nesneleri, örneğin bir pisuarı aldı ve bir müzeye sokarak müzeyi o şeyi bir sanat eseri olarak sergilemeye zorladı. Doğal olarak –bir anlık bir şaşkınlık ve şoktan sonra– o şeyin oradaki varlığına hiçbir şey atfedilemiyordu: Bir çalışmadan söz edilemiyordu, çünkü endüstriyel olarak üretilmiş herhangi bir nesne gibi sıradan bir nesne söz konusuydu ve sanatsal çalışma da yoktu, çünkü hiçbir “poiesis”, hiçbir üretim içermiyordu – hele bir filozofun ya da bir eleştirmenin yahut Duchamp’ın sevdiği bir tabirle “nefes alan biri”, salt yaşayan bir varlık hiç yoktu. Ne olursa olsun Duchamp’ın asla bir sanat eseri ürettiği yönünde bir iddiasının olmadığı doğrudur; o daha ziyade, müze ile metalaşma arasında sıkışmış sanata bir yol açmıştır. Bildiğiniz gibi bunun yerine gelişen şey, hâlâ aktif olan bir grup becerikli spekülatörün hazır-ürünü sanat eserine dönüştürmesi oldu. Ve sözde çağdaş sanat, para gibi bir likidite durumuna erişmiş ve ne çalışma ne de performans içerdikleri halde sanat eseri değeri görmeyi sürdürmek isteyen metaların dolaşımını hızlandırmaya adanmış piyasanın organlarından başka bir şey olmayan müzeleri doldurarak, Duchamp’ın jestini tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Çağdaş sanatın çelişkisi budur: Sanat eserini lağvetmekte ve ürünün üzerine bir fiyat etiketi yerleştirmektedir.
Bu söyleşi Ayrıntı Dergi’nin internet sitesinden alınmıştır.