“Totaliter rejimlerin çöküşünün ardından politik, sosyal ya da ekonomik sefaleti insana yakışır bir biçimde hafifletmenin imkânsızmış gibi göründüğü her an, totaliter çözümler çok cazip bir biçimde ortaya çıkarak pekâlâ hayatta kalabilirler.” –Hannah Arendt
Hannah Arendt (1906-1975), her ne kadar vardığı sonuçlarla bizim rahatımızı kaçırsa da her şeyden önce hakikate ve dürüstlüğe olan inancıyla hareket eden bir polemikçiydi. İlk yayımlanmasından bu yana yetmiş yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen Totalitarizmin Kaynakları (1951), politik atmosferimizde sorumluluk mesajındaki önemini hâlâ muhafaza ederek ağırlığını korumaktadır. Yine de en önemlisi, toplumu ilerletmede ne kadar az da olsa kendi rolümüzü hatırlamalıyız.
Arendt’in Yeri
Yunanlıların teorik felsefesi; bilgi, mantık ve metafiziğin sorularını cevaplamaya çalışırken Orta Çağ’ın ahlâk felsefesi, Aydınlanma Dönemi’ne kadar olmak için doğru yolu sistemleştirmiş görünüyordu. Ancak Hannah Arendt, pratik bir filozoftu ve pratik filozof, çalışmalarını acil bir ihtiyaçtan eyleme geçmek için geliştirmektedir.
Seküler bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1906 yılında Hannover’de doğan Arendt’in dünya görüşü, savaş ve sürgün yüzünden kısa sürede bozuldu. Doktora öğrencisiyken akademik çalışmaları Aziz Augustinus’un sevgi konusunda yazdıklarına değiniyordu. 1924’te Marburg Üniversitesindeyken özgün bir felsefe sevgisinin dışavurumu olarak gördüğü fenomenolog Profesör Martin Heidegger’e kapıldı. Arendt’in sonraki çalışmaları ise bu umut verici gelişmelerle dolu yıllar tarafından gölgelendi. Heidegger, 1933 yılında Nazi Partisi’ne katıldı ve savaş bittikten sonra bile partiden uzaklaşmak için yavaş davranıyordu. Bu durum, anlaşılır bir biçimde onun Arendt ile ilişkisini zor bir duruma sokuyordu. Böylece Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda yaptığı yanlışı göremeyen, kurbanlarını düşünemeyen ve onları yaşayan insanlar olarak şekillendiremeyen saldırgan bir topluluk fikriyle mücadele ediyordu.
Arendt, Fransa ve Portekiz üzerinden Amerika’ya savaştan kaçarken insan haklarının hassaslığına dikkat çekti. Çünkü Fransız ve Amerikan devrimlerinden doğan “doğal haklar”, Paris banliyölerindeki mülteci kamplarında kaybedilmişti.
Tarihin Tekerrür Etmesine İzin Verme
Pratik felsefe, ihtiyaçtan ortaya çıkar. Totalitarizm Kaynakları yayımlandığında, kitap bir ivedilik duygusu taşıyordu ve Arendt, kitabın ilk bölümlerinde okuyucuya 20. yüzyılın savaşla sona ermemiş vahşetini hatırlatmaktaydı. Her ne kadar istisnai bir örnek olarak birkaç “çürük yumurta”nın ürünü olan Nazileri görmek cezbedici olsa da Arendt, pek çok Avrupa nüfusunun aşırılığa yol açan sürü psikolojisine kapılmasının ne kadar kolay olduğunu bize hatırlatmaktadır. Her şeyden öte onun endişesi, kendimizi tüm şahsi sorumluluklardan aklayarak tarihin tekerrür etmesidir. Bu hareketlerde suç ortağı olmayacağımıza (hatta aktif suç ortağı olamayacağımıza da) inanırsak kendi sosyal davranışımızın kontrolsüz kalmasına izin verebiliriz. Arendt, okurundan Nazizm’in ve Stalinizm’in ardındaki gerçek anlatıların kilidini açmak için kişisel bir yatırım talep eder. Örneğin, şöyle sorar: Eğer bir ırkçılık kültürü, Nazi yönetiminin şartlarını belirlediyse o zaman bu ırkçılık nereden gelmişti? Bu hareketlerin arkasındaki karmaşık tarihi, cehalet gibi fazlasıyla basitleştirilmiş bahanelerin arkasına saklayarak sorumluluklarımızın hesabını veremeyiz. Dolayısıyla kitap üç makale üstüne inşa edilmiştir: anti-semitizm, emperyalizm ve son olarak da totalitarizm üzerine.
Totalitarizmin Kaynakları’ndan çıkarılabilecek ana fikir, bir adım geriye çekilip bakmaktır. Arendt’in, Nazi Partisi’nin ortaya çıktığı koşulları tanımlarken uğraştığı kişileri insanlaştırması övgüye değerdi. Onun emperyalizm hakkındaki tartışması, her yeni baskı ve sömürü sistemini meşrulaştıran motivasyonları ve teşvikleri gerçekten de anlamaya çalışır. Hepimiz yanılabilir olduğumuz için öyle görünüyor ki tarihimiz hakkında eleştirel ve yapıcı bir şekilde düşünmek, yanlış anlayanları küçümseme eğiliminden kaçınmak için uygundur.
Arendt’in gerçeği söylemeye olan bağlılığı, kendi itibarı üzerindeki etkileri ne olursa olsun onun en göze çarpan özelliğidir. Bundan dolayı Totalitarizmin Kaynakları, Arendt’i kısa sürede başarıya ulaştırmasına rağmen onun Yahudi liderlerin Holokost’ta gönül rahatlıklarından ötürü kısmen suç ortağı olduklarını ima etmesi bazı toplulukları gücendirdi. Eleştirmenler, Arendt’in vardığı sonuçların Nazilerin elinde acı çekenleri ve imkânsız seçimlerle karşı karşıya kalanları önemsemediğini düşünüyordu. Savaş sona erdikten altı yıl sonra bile bu yaralar hâlâ tazeydi. Benzer şekilde, Arendt’in 1963 yılında New Yorker’da bir seri olarak yayımlanan “Eichmann Kudüs’te” isimli makalesindeki “kötülüğün sıradanlığı” hakkındaki iddiaları, onun sosyal ve akademik çevrelerden neredeyse tamamıyla dışlanmasıyla sonuçlandı. İnsanlar, Nazilerin bir daha asla geri gelmeyecek, başkalaşmış birer canavar olduklarına inanmak istiyordu. Arendt, Nazilerin çoğunun, her zaman kolayca bulabileceğimiz türden insanlar olan sıradan konformistler ve onların takipçileri olduklarını öne sürdü.
Arendt’in yaptığı, hakikatle boğuşmaktı zira bunun alternatifi, gerçekliğin rahat olanla bulanıklaşmasına izin vermek olurdu. Bu tarz bir bulanıklıkta, totaliter hareketler serpilip başarıya ulaşır. Arendt için zorbalık ve diktatörlüğün diğer biçimlerinin aksine totalitarizmin temel özelliği; hakikatle oynaması, kurgu ile gerçekliği bilerek karıştırması ve milyonlarca insanın dünyayı deneyimleme şeklini manüpile etmek için kitle iletişim araçlarını sürekli kullanmasıdır. İçinde bulunduğumuz sahte haber, hedefe yönelik mesaj ve “linç kültürü” çağında, Arendt’in bu uyarısında hâlâ derinlemesine bir şeyler var. Arendt, gerçekliğin algılanan yapısını bir hevesle değiştirmek için propaganda ve komplo kullanımına karşı bizi uyarıyor.
Endişesinin temelinde, bu koşulların kendi ellerimizle ortaya çıkması vardır. Arendt’e göre bizi dünyadan koparıp radikal ideolojinin önünü açarak tek tip bir görüşün hâkim olduğu soyutlanmaya çeken şey, kendi fikirlerimize eleştirel bir şekilde yaklaşmamamızdır. Vietnam Savaşı’na karşı muhalefetin zirvede olduğu bir dönemde yazmış olduğu, geç dönem eseri olan Şiddet Üzerine (1970), şiddetin işe yararlılığı üzerine olan kanının büyüsünü bozar. Hatalı yerleştirilmiş bir gücü sarsmak için kaosa güvenmektense rakiplerimizle entelektüel olarak meşgul olmak ve çatışan anlatıların kökenini anlamaya çalışmak daha iyidir. Yine de tiksindirici bulduğumuz görüşlere sahip olanlara karşı cezalandırıcı mı yoksa iyileştirici tedbirler mi aramanın daha iyi olduğunu sormaktayız. Günümüzün sosyal medya kültür savaşlarında bile “yanlış anlayan” kişileri “linç etme”de orantılılık eksikliğinin, suçlananları konuşmaya geri döndürmek yerine onları internetin serseri yeraltı dünyasında, kibar toplum anlatılarından kopuk forumlarda görüşlerini geliştirmeye zorlamasından ötürü endişe edebiliriz.
Sonuç
Hızlı ve etkili içeriğe öncelik verilen bir çağda, Arendt’i bu şartlar içinde okumak zor olabilir. Ancak günümüzde, Totalitarizmin Kaynakları, kalabalığı takip ederek yoldan ne kadar kolay sapabileceğimizi hatırlatması açısından hâlâ güncelliğini korumaktadır. Totalitarizmin Kaynakları, tarihe siyah-beyaz olarak bakmanın ötesine geçmeye çalıştı ve içinde grinin tonlarını tanımlamak için bir aciliyet, bir görev duygusu mevcuttu. Şimdi bile Arendt’in edinilen bilgileri nereden aldığımızın üstünde dikkatlice durup düşünme ve zaman zaman beklentilerimize meydan okuma mesajı geçerlidir. Arendt, bize tarihe benzersiz ve karmaşık koşulların bir sonucu olarak bakmayı öğretir. İşte bu nedenle tüm modern çağ için bu kitabın sonuçlarını genişletmek zordur. Ancak Arendt, okuyucunun kendi görüşlerini yaratan koşullar üzerinden düşünmesini, kendi yanılabilirliğini kabul etmesini ve her şeyi yanlış anlama olasılığına açık olmasını istiyor.
Talepkâr olmasına rağmen Arendt, okuyucularına karşı sabırlıydı. Kötü fikirlere kolayca kapılabileceğimizi düşünen Totalitarizmin Kaynakları, herhangi bir çağda ya da koşulda insanlığın parçalanmış düşünüşüne karşı duyarlıdır. Yetmiş yıl sonra bile Arendt’in felsefesi hâlâ güncelliğini korumaktadır çünkü bize hem kendimizi hem de iyi ya da kötü olarak tarihte oynamak zorunda olduğumuz rolümüzü anlatır. Bugün bu kitap, diğer fikirler gözümüzü korkuttuğunda veya bir şekilde bizi etkilediğinde, basit anlatıları seçme eğilimimize karşı bir uyarı olması açısından önemlidir. Arendt, dünyayı bu kadar net bir şekilde “ezenler” ve “ezilenler” olarak ayırmaz. Bunun yerine okuyucuları bir kurtuluş yoluna davet eder. Nasıl ki onun erken dönem felsefesi, geçmişin acılarına değil de geleceğe yönelik vaade odaklanan bir aşk felsefesi idiyse çalışmalarında da biz olmayı seçtiğimiz takdirde insanların iyi olabileceğine dair bir iyimserlik barınmaktadır.
©® Düşünbil (2022)
Yazar: James Reynolds
Çevirmen: İrem Elçi-Bozkurt
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: philosophynow.org