Günümüzde inanç denilince aklımıza üç büyük din ve tanrı kavramları gelir. Oysa inanç olgusu bu kavramlarla sınırlanamaz. İnanç, bireyin yaşam süreci ile toplulukların yaşam süreci arasındaki etkileşimlerin bütününe bakılarak sınanmalıdır. Böyle bir sınamada öncelikle ilkel topluluklardan günümüze dinlerin veya tanrıların nasıl ortaya çıktığını ve bugüne değin nasıl evrimleştiğine dair bilgileri ortaya koymak gerekir. Çünkü birey yaşadığı çağın inancını tek inanç sayarsa bu kez evrenin kendisi için yaratıldığı yanılsaması içerisine girer ve var olan inançların değişimini kavrayamaz.[1]
Voltaire 20 Mayıs 1763 yılında Marki Dargense’a yazdığı bir mektupta şöyle der: “Bir Jean Meslier vasiyetnamesi buldum, bunu size gönderiyorum. Bu adamın alçak gönüllüğü ahlakının temizliği Allah’tan istediği af, kitabının sağlamlığı büyük etki yapıyor.”
Jean Meslier (1664 – 1729) bir rahipti ve Hıristiyanlığı öğrendiği ve öğrettiği için Tanrıdan af diliyordu. Yine Voltaire, D’Alambert‘e bir mektupta şöyle seslenecekti:
“Hollanda’da ölen Jean Meslier‘in Vasiyetname’sini yayınlamışlar. Okurken dehşetten titredim. Hristiyanlık eğitimi aldığından dolayı, ölürken Allah’tan af isteyen bir rahibin şahadeti, özgür olanları büyük ölçüde sağlamlaştırabilecek içeriktedir. Ölümün kucağında bulunduğu bir sırada Meslier Hz.İsa’nın dini aleyhinde yazıyordu; o öyle bir andır ki, düşüncelerini ve duygularını en çok saklayan kimseler bile yalan söylemeye cesaret edemezler, o anda en korkusuzlar titrer.”
Jean Meslier’in düşünceleri çok farklıdır; kitabının önsözünde: “Allah, yeryüzüne sayısız zarar vermemiş olsaydı, ihmal edilebilir, ilgilenilmezdi” der ve ekler: “Din insan aklına sürekli bir hakarettir.”
Voltaire, Meslier’in yaşam öyküsünde şöyle yazar:
“1678’de Retbel dükalığına bağlı Mazerny köyünde doğan Jean Meslier, saraçlıkla çalışan bir işçinin oğluydu. Köyde eğitim gördü, tahsilini yaptı ve rahip oldu. Görevinin bütününe hakim ve işine düşkündü, köyünün rahibi olarak küçük bir ruhani daireyi yönetti. Son derece dürüst ahlakıyla kendini gösterdi. Yıllık gelirinden artan parayı ruhani dairesinin yoksullarına verirdi. Heyecan dolu ve sağlam bir erdemle, gerek yeme içme, gerek kadın bakımından aşırılıklardan sakınırdı.” [2]
65 yaşında ölen Meslier pek olmayan mal varlığını yoksullara verdi ve kendisini bahçesine gömmelerini istedi. Öldükten sonra evinde her biri 366 yaprak’tan oluşan ve tümü kendi el yazısıyla yazılmış olan üç nüsha kitap bulundu. Üç nüshandan birine piskopos el koydu. Bir nüshası adliye bakanlığına gönderildi. Üçüncü nüsha ise Comte de Caylus’da kaldı. Bir süre sonra bu nüshanın kopyaları Paris’te el altından satılmaya başladı. Nüshaların her biri 10 Lui altınına satılıyordu. Paris’te en çok ilgi gören, okuyanları şok eden metinlerdi bunlar.
Meslier dini iyi bilen biriydi ve dinin içinde bulunan tutarsızlıkları en iyi biçimde kaleme aktardı. Bir yazısında: “En çok mümkün olmayan şeyin, kendileri için en esaslı şey olduğuna insanları inandırmayı nasıl başardılar?” der. [3]
Bu kitabın “Din, cahilleri mucizeyle kandırır” başlığı altında Meslier şöyle der: “Din açık olsaydı, cahiller için daha az çekici olurdu. Onlar için, karanlık ve esrarlı şeyler, korkular, masallar, kerametler ve sürekli olarak beyinlerini işletecek, yoracak, akla sığmaz şeyler gereklidir. Romanlar, inanılmaz cin ve cadı hikayeleri, sıradan insan ruhu için, gerçek tarihlerden daha çekicidir.”
Meslier anlatılmakla bitmez sanırım. Onu okumak özümsemek gerekir. Son olarak Meslier‘e onun sözüyle veda edelim: “Dünyada, en önemli şeyin din olduğuna insanlar birbirini inandırır. Oysa din doğrudan doğruya incelemek ve araştırmak için insanların kendilerine en az yetki ve izin verdikleri şeydir. Bir görev, bir tarla, bir ev almak, bir yere sermaye koymak, bir uzlaşma ya da gelişigüzel bir anlaşma söz konusu olduğunda, insanların her şeyi büyük bir dikkatle inceledikleri, büyük önlemler aldıkları, bir yazının her sözcüğünü tarttıkları, kendilerini yükümlülük altına sokan her şeye, beklenmeyen her şeye karşı kendilerini korudukları ve güvence altına aldıkları görülür. Din için, iş, hiç de bu merkezde değildir. Herkes onu gelişigüzel kabul eder, hiçbir şeyi araştırmak zahmetine girmeksizin kanıtsız, söz üzerine inanır.”
Sedat Memilli o küçük ama değerli kitabı Kendini Arayan Tanrı’da “İnsanların Tanrıya değil, Tanrının gücüne gereksinimleri var” der. Bu gücün varlığı bireye umut verir. “Ama ümit edince açlığa dayanmayı öğrenir. Ümit onun beynini uyuşturur; eyleme geçmesini engeller. Tam bir bilgi ile süslenmiş beyinde, ümit için az yer vardır. Ümit beyne ve yüreğe girdikten sonra, bilgi için az yer bırakır. Bilgi arttıkça ümit azalır. İnsanın insanlaşması hızlanır. İnsanlar kendilerini aldatma ve uyuşturma konusunda bıkmadılar. Ümidin mayası puslu ortamdır. Berrak ve açık ortamlarda ümit yaşamaz, orada seçenekler vardır. Bulanık suya baktığınızda içinde balık olduğunu ümit edersiniz. Ancak duru ve berrak suda balık, ya vardır ya yoktur.”
İnsanın çaresizliği nasıl da ortaya çıkıyor. Çaresiz insanlar bir dala tutunmak zorundadır. Bu dalın ne olduğu pek de önemli değildir. Peki, nedir bu çaresizliğin altında yatan nedenler?
Bizim, inanca ve ahlaka bakış açımız psikolojik veya psikanalitik boyutta olacaktır. Bu kapsamda inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı eser olmuştur. Daha çok antropolojik bir inceleme olan bu eserden sonra inancın ve dinin kökenine ilişkin Freud’un ilk kapsamlı çalışması 1927 yılında yayımladığı Bir Yanılsamanın Geleceği adlı yapıttır. Freud’un tamamlanmış son çalışması olan ve 1938 yılında yayımlanan Musa ve Tek Tanrıcılık adlı eser de din ve tanrı konularını inceleyen sayılı eserlerden biridir.
Peki, Freud ne demiştir din hakkında?
Freud, uygarlığın insana yük olduğunu ve bu yükü taşıyamadığının Uygarlığın Huzursuzluğu adlı yapıtında anlatmaya çalışır. Bizler uygarlığa ayak uydurmak için doğamızdan vazgeçtik ve bu vazgeçiş insanları bir hastalığa, nevroza sürükledi. Ancak insanlaşmanın da başka yolu yoktu. Önemli olan burada dengeyi korumaktır.
Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları (Hayal Zincirinin Ötesinde) adlı yapıtında şöyle der: “İnsanoğlu bir hayaller dünyasında yaşar; çünkü hayaller hayatın sefaletini dayanabilir hale getirmektedir. Eğer insan, bu hayallerin neler olduğunu anlayabilirse, yani yarı uykudan (Freud’un gündüz düşleri dediği şey O.Y.) uyanıp kendine gelebilirse, kendi gücünün sınırlarını görebilirse, gerçeği öylesine değiştirebilir ki, artık (öyle bir dünyada) hayallere ihtiyaç duymaz.”
Yanılsamaların kaynağı dış gerçekle insanın iç gerçeğinin örtüşmemesinden kaynaklanabilir mi? Öyle ise bu örtüşmemenin kaynağı nedir?
Ahlakın da kaynağı olan, (erkek) çocuğun, erki almış baba ile özdeşleşmesi çocuğun kendisini aynada bir aslan olarak görmesine neden olmaktadır. Üç kişilik yapısından biri olan süperego kişilik yapısı bu aslanın yuvasıdır. Çocuk kendisini aynada aslan olarak gördüğünde, ego kısmen devre dışı bırakılıyor. Ego kısmen devre dışı bırakıldığında dış gerçeklik algısı azalıyor. Kişi artık dış gerçeklikten öte aileden aldığı yanılsamalı ahlak ile yetişiyor. Eğer ahlakın kaynağı sorgulanıyorsa bu kaynağı şöyle oranlayabiliriz: % 30 genetik (id’den kaynaklı), %50 aileden alınan (süperego kaynaklı) ve %20 aile dışı çevreden edinilen (ego kaynaklı) bilgilerdir. Ailenin bugünkü gerici yapısı nedeni ile doğan her çocuk 5 yaşından itibaren %80 kültürden yoksun dolarak yaşamını sürdürecektir. %20’lik çevre koşullarının ise çocuğun değişimine pek de etki ettiği söylenemez. Bütün bunlar erkek çocuğun babayla özdeşleşmesi sonucu oluşmaktadır.
Süperego bütün bu işlevleri yüklenebilen yegâne davranış biçimimizdir. Süperego, gerçeği tanımaz; ancak görüp duyduklarını bilir. İçerik önemli değildir süperego için. İşte bu süperego 4 yaşında -hemen hemen hiç emek harcamadan- beynimize kaset biçiminde kaydediliyor. Bu kayıt geçmişten gelen kültürel birikimlerin erkek egemen toplum dolayısı ile babadan aldığımız veriler toplamıdır. Süperegoyu almış bir çocuk bilince gereksinim duymaz. Çünkü bilincin görevini yapacak olan hazır bir bilgi vardır. Süperego işte böyle bir işleve sahiptir.
Ahlak öğrenilen bir kavramdır. Süperegonun hırsızlık yapmak iyidir diyorsa siz hırsızlığı ahlaksızlık olarak görmezsiniz. Çünkü öyle öğrenmişsinizdir. Kültür, süperegosal ise kişi süperegonun kölesidir; ancak kişi süperegoyu çeşitli nedenlerle edinememişse bu kez bilinç, kültürü, emek harcayarak oluşturmak zorundadır. Geçmişin kültürünü kabul etmeyen bilinç, yaratıcı olmak zorundadır. Kişi babadan alamadığı süperegoyu spor, sanat ve bilimle oluşturmaya çalışır. Babanın tanrı (yaşamsal bilgi) olmadığını, bu tanrılığın (yaşamsal bilginin) kendisi tarafından yaratılacağını söyler. Aslında burada babadan alın süperego kişinin eş seçiminde de etkili olacağından, kişi anne benzeri bir eş seçmekten uzaklaşır ve narsizm merkezli bir eş seçimini tercih eder. Baba artık belirleyen değildir; çünkü baba ölmüştür, kültürü ile birlikte. Babanın ölümü tanrının ölümüdür aynı zamanda. Yani geçmişin kültürel birikimi bir kenara atılmış, yeni bir eşle yeni bir kültür edinilecektir.
Oysa süperegoyu alan çocuk babanın isteklerinin kölesidir. Bütün düşünceleri babanın bilinçdışı isteği belirler. Günümüzde bu istekler bellidir. Bütün bu istekler kişiyi tutsak kıldığından dolayı kişi din ile kendini kontrol etmeye çalışır. Din kişiyi deneteler ve kişi dini kurallara uyarak babanın isteğini yerine getirmeye çalışır. Burada elbette ki dinin içeriği, yapısı vb. önemli değildir. Din gerçeklere uygun mu, değil mi, kişi bunu düşünmez. Zaten düşünmemek için dini seçmiştir. Çünkü onun yerine düşünen biri vardır. Bu biri beyninde babayı temsil eden süperego, yani tanrıdır. Din bu tanrının buyruklarıdır. Yani kişi kendini yanılsamalar içinde yaşatarak babanın isteklerini karşılamaya çalışır. Çünkü besleyen babadır. Kişi ölmemek için beslendiği kaynağa tapmakta ve ona köle olmaktadır. Babanın arzusu da aslında annenin arzusunun yansımasıdır. Anne çocukken alamadığı erki, eşinden bir çocuk sahibi olarak alır ve anne izin verdiği ölçüde çocuk bu süperegoyu alır. Anne izin vermezse çocuk babadan erki, süperegoyu alamaz.
Freud Bir Yanılsamanın Geleceği’inde şöyle der: “…dini ortaya çıkaran korkudan ziyade arzudur.” Bu arzu babanın bize vereceği yaşamsal bilgi verilerini taşıyan süperego arzusudur. Çocuğun, babası gibi olması için süperegoyu alması gerekir. Almazsa veya anne izin vermezse çocuk psikolojik anlamda cinsiyet edinemez. Anneye yönelir ve anne gibi davranmaya başlar. Anne de izin vermezse bu kez çocuğun algı düzeyine göre yaratıcılık başlar. Bu anlamda devreye bilinç girer ve bilincin özelliği de gerçeği bire bir tanıması ve onaylamasıdır. Süperego gibi yanılsamalarla değil gerçeklerle yaşar. Erdoğan Özmen, Psikiyatri, Psikoloji, Politika adlı eserinde şöyle der: “Dinin ‘gizli’ anlamı, baba arzusu/özleminin edebi tekrarı olmasındandır.”
Dindar insanlar bu mekanizma içerisinde kendine biçilen görevi yerine getirmektedirler. Din onlar için beslendiği kaynağın kültürel ayaklarıdır. Din giderse beslendiği kaynak yani yaşamları sona erer. Kişinin dinden soyutlanması bütün bu kültürel birikimi ve birlikteliğinde yaşamını yok saymasına bağlıdır. Ancak günümüzde din kültürel birikimin yanında bir de maddi birikim sağlama aracı haline geldi. Süperegonun hazza olan ilgisi dindar inanın madde karşısında kendini dizginleyemeyeceği bir pozisyona sokmuştur. Dindar insanın maddeye olan gereksinimini engellemek için dini bir ahlak öğretisi pratik anlamda yoktur. Dindarlık ayrıca affedilmeyi de getirdiğinden kişi asla ahlaksızlığı kötü görmeyebilmektedir. Bu yüzden din ile ahlak arasında tanrı eli ile kesilmiş bir kopukluk bulunmaktadır. Kapitalizm çağında din maddeleşmekte kişi zaten büyük oranda kendisinde uzaklaşmışken iyice kendisine yabancılaştırılmakta ya da yabancılaşmaktadır. Kapitalimin yarış mantığı dindar insanı cezbetmekte ve din artık kapitalizmin aracı haline gelmektedir.
[1] İlkel topluluklardan günümüze dinlerin veya tanrıların nasıl ortaya çıktığını antropolojik
anlamda inceleyen Bronisław Malinowski (1884-1942) 1926 yılında Yabanıl Toplumda Suç
ve Gelenek adlı eserini yayımlamıştır. Bu eserin ardından 1927 yılında Yabanıl Toplumda
Cinsiyet ve Baskı ve 1948 yılında Sihir, Bilim ve Din adlı eserleri ilkellerde din olgusuna
değinmiştir. Sosyo-ekonomik bakış açısıyla Marksizm’in dine bakışını Sol Yayınlarından
çıkan Marx ve Engels’in, Din Üzerine, adlı yapıtında incelenebilir. Konuya tarihsel yönden
bakmak isteyenler ise Jean Bottéro'nun Kırmızı Yayınları tarafından yayınlanan Tarihte
Tanrı Fikrinin Doğuşu adlı eseri inceleyebilirler.
[2] Kayıp Trilyon davarsında yargılanan Erbakan’ın ölünden sonra çocukları miras peşinde
düşmüş ve birbirlerini mahkemeye vermişti. Milletin parasını çocuklarına bırakan Erbakan’a
karşılık kendi parasını milletin çocuklarına bırakan Meral Okay’ın karşılaştırılmasını size
bırakıyorum.
[3] Meslier’in Sağduyu adlı kitabı Kaynak Yayınları tarafından basılmıştır. Bu kitap içerik
bakımından son derece önemlidir. İlk baskısı 1929 yılında Atatürk’ün emir ile devlet
matbaasında basılır. Atatürk, bu eseri okmuş ve kitabın belli bölümlerini çizmiş ve notlar
almıştır.