Darwin doğal seleksiyon teorisini ortaya attığından beri, insanın benzersiz bir varlık olup olmadığına dair sorulan bir soru, bazı çevrelerde endişe oluşmuştur. Bilişsellik ve dil gibi konulara gelindiğinde, diğer hayvanlardan çok daha iyi bir seviyede iş görüyoruz. Peki, Darwin’in teorisinin de öne sürdüğü üzere, bunlar tür farklılığı değil de aşama farklılığı olabilir mi? Acaba, kendimizi ontolojik olarak özel görmeye yönlendiren insan yetileri (ahlaki davranışlar için yeterliğimiz, sebeplere dayanarak seçimlerde bulunma yeteneğimiz), aksine, hayvan davranışlarının devamlı spektrumunun çok sonlarına doğru gelinmesi olarak mı düşünülmelidir? Tüm bunlar DNA ve onu şekillendiren evrimsel tarih ışığında açıklanabilir.
Birçok bilim insanı ve bilimi temel alan düşünür için cevap kuşkusuz bir evet. Onlara göre insan, sadece, çok akıllı bir hayvan. Eğer biyolojik prensiplere uymadığını düşündüğümüz bir eylemde bulunursak, kahramansı bir fedakarlıkta bulunmak gibi mesela, bu bir zaman meselesidir; sonrasında cinsel seleksiyon yahut nüfus genetiği tarafından açıklanacaktır. Yaptığımız her şey hayvan karakterimizin bir açıklamasıdır. İnsan doğasına dair herhangi başka bir görüş büyülü düşünme veya duygusallıktan başka bir şey değildir.
Filozof Roger Scruton’a göre durum öyle değil. Son yazdığı kitabı On Human Nature’da işe, insanın benzersizliğini savunmakla başlıyor. Bunu yaparken, insanın hayvan olduğunu ve biyolojinin kanunlarınca yönetildiğini inkar etmiyor. Fakat ona göre, insanlar hayvan olmalarının yanı sıra, aynı zamanda “kişiler” de; yani “özgür, öz bilinçli, rasyonel, akla uyan ve ahlaki yasalara bağlı” birimler. Bu bağlamda kişilik, olağanüstü bir şekilde organizmamızın üstünde konumlandırılabilecek bir şey değil. Fakat, biyolojik varlığımıza indirgenebilecek bir şey de değil. Scruton’a göre, hayvan doğamız ve kişiliğimiz iki ayrı, çelişen hallerimiz. Biri veya öteki, kendimize sorduğumuz sorulara bağımlı olarak gün ışığına çıkıyor. Bilimin, biri hakkında diyecek çok şeyi var fakat öteki hakkında pek fikri yok.
Bu noktada, Scruton analoji yapmayı öneriyor. Resmi düşünelim, mesela Mona Lisa tablosunu. Bu tablo, tümüyle fiziksel şeylerden oluşan fiziksel bir obje. Resme bakarsanız bu fiziksel şeyleri görürsünüz. Fakat bunun yanı sıra başka bir şey daha görürsünüz: yüzünde muammalı bir ifade olan kadının görüntüsü. Bu görüntü, boyadan çizgilere ve alanlara eklenmiş ekstradan bir şey değildir. Fakat, aynı zamanda, boyadan öte bir şeydir: Lisa Gherardini’nin tasviri. Boyaların çıkardığı iş her zaman böylesine görüntülere yol açmazken, belirli bir karmaşıklığın ürünü olanlar bunda başarılı oluyor. Scruton, o tür vakalarda esrarlı bir varlığın, görüntünün, yaratıldığını iddia etmiyor; ama çizgileri ve alanları farklı şekilde görmenin mümkün hale getirildiğini, resmin sunduğu herhangi bir fiziksel tasvir ile ifade edilebilecek olan dünyanın ötesinde bir dünyaya bırakıldığımızı iddia ediyor.
Benzer şekilde, Scruton, kişiliğin, biyolojik organizmadan ortaya çıkan bir özellik olduğunu öne sürüyor. Kritik değişim, organizma öz bilinçli olmaya yetecek kadar karmaşıklaştığında ve kendini “ben” olarak düşünme ve başkalarının da böyle düşündüğünü kavrama yeterliğinde olduğunda gerçekleşiyor. Bu durum, Lisa Gherardini’nin görüntüsünün Leonardo’nun resminde ortaya çıkmasının insandaki denkliği. Yani, kendimizi anlamanın ve başkalarını kendimiz gibi anlamanın yeni bir yolu ortaya çıkıyor. Böylece bizler eylemleri akıl, zorunluluklar ve serbest seçim kavramları çerçevesinde anlam ifade eden “kişiler” oluyoruz. İçgüdüsel hayvan davranışlarından bahseden biyologların açıklamalarından farklı bir açıklama bu. Bilim, organizmalar arası ilişkilere, “o” ile “o” arasında olan ilişkilere dair önemli çalışmalar sunabilir; fakat bizim birbirimizi anladığımız şekilde “ben” ve “sen” arasındaki ilişkiyi kavrayamaz,. Scruton’a göre bu, bizi doğal dünyadan radikal bir biçimde ayıran şey.
Hayvanlardan farklı olarak akıl ile hareket etmenin, insanın benzersiz bir kabiliyeti olduğuna dayanan düşünce, çevresel etik bilimci Benjamin Hale tarafından yazılan The Wild and The Wicked: On Nature and Human Nature kitabında da işleniyor. Hale’in ilgilendiği nokta “çevreciliğin nasıl meşrulaştırılacağı, neden çevreyi korumamız ve savunmamız gerektiği üzerine.” Hale, bu soruya cevap vermede iki ana yaklaşım öne sürüyor. Dünya Doğayı Koruma Vakfı ve Sierra Club gibi gruplar doğanın, tabiatı gereği değerli olduğunu savunurlar: “büyük, harika ve müthiş.” Hale, doğanın “pis ve korkunç ve acımasız” yönünü ıskalayan bu yaklaşımı naif romantizm olarak değerlendiriyor ve bu yaklaşıma çok önem vermiyor. Bugünkü iklim değişikliği tartışmalarında öne çıkan alternatif yaklaşım ise, insanın yaşamda kalması ve iyiliği için, bir araç olarak doğayı değerli görmek ve böylece çevrenin korunmasını meşrulaştırmak. Hale bu yaklaşımın, çevre hareketinin temel ethosunu, yani “doğa kaygısını” yitirmesinden korkuyor.
Üçüncü bir yol var mı? Çevreciler, doğanın insanımsı bir haysiyete sahip olduğu gibi, doğayı insana benzetme tuzağına yenik düşmeden, insanın kendi çıkarını öncelemesinden kaçınabilirler mi? Hale’e göre çözüm, “esas prensipler” arayışını bir kenara bırakmak. Onun görüşüne göre, bizim doğa ile ilişkimizdeki problem, yanlış değerlerimizin olmasından değil, genellikle “ne yaptığımız hakkında hiç düşünmememizden” kaynaklanıyor. Onun reçetesi “hareketlerimizi meşrulaştırmak” için insani sorumluluğumuza, “hayvanlar gibi davranmamak” için de ahlaki yükümlülüklerimize odaklanmak. Başkalarıyla olan tartışma ve düşünme süreci, “meşrulaştırıcı mücadele”, daha gelişmiş bir çevreciliğe yol açacaktır.
Akılda herhangi bir prensip olmadan bir eylemin nasıl meşrulaştırılacağı pek açık gözükmüyor, bu yüzden bu öneri biraz kafa karıştırıcı gibi gözüküyor. Zaten Hale, garip bir şekilde, sunduğu önerinin bazı insanlar tarafından “boş ve içerikten yoksun” bulunacağının farkında görünüyor. Fakat, onun gün gibi meydanda olan sağlam sezgisi şu oldu: insanın doğaya karşı görevi statüsüyle, yani “bu gezegendeki sorumluluk taşıyan tek mahluk olma” statüsüyle ilgilidir.
Materialism kitabının yazarı, edebiyat kuramcısı Terry Eagleton için insan doğası hakkında konuşmak canlandırıcı bir tonik etkisi yapıyor. Geçmiş birkaç on yıldır, kendi alanı ve o alanın kuzeni kültürel çalışmalar, her şeyi ve özellikle sözde insan doğasını, tamamıyla “kültürel bir yapılanma” olarak gören, Eagleton’ın deyimiyle “postmodern dogmacılar” tarafından domine edilmiş durumda. Tarihsel dönem, toplumsal koşullar veya hakim ideoloji gözetilmeksizin “insanın bazı yönleri az çok sabit kalır” iddiası, Eagleton’ın da yakındığı üzere, sadece yanlış olarak değil, tüm evrensel iddialarda olduğu gibi “baskıcı” olarak görülüyordu. Değişmez ve sabit bir şey önermek, siyasi muhafazakarlığı onaylama, değişim ve ilerleme potansiyeline direnme olarak algılanıyordu.
Eagleton’ın kitabı “arsız evrenselciliğin” kısa ve yaramaz bir kitabıdır. Kitabın çoğunu üç düşünürün (Marx, Nietzsche, Wittgenstein) gelişigüzel tartışmalarına ayırır. Hepsi insanın maddesel dünyanın bir parçası olduğunu ve bu bakımdan doğanın değişmez yasalarına tabi olduğunu akılda tutuyordu. İnsanın diğer hayvanlardan farklı olarak, tarihisel yaratıklar olduğunu düşünen Marx bile, insanın “hep aynı ve istisnasız” tarihsel yaratıklar olduklarına inanmıştı. Kaldı ki, Marx muhafazkar değildi.
Eagleton sol görüşlü arkadaşlarını, insan doğası fikrine karşı çıkanların “her zaman siyasi meleklerin yanında” olduklarını varsaymamaları konusunda uyarır. Basit bir mantık meselesi olarak, değişkenliğin “hiçbir şekilde başlı başına iyi olmadığını” vurgular. Buna göre, durağanlık iyi olabilir; değişim kötü olabilir. Daha önemlisi, özetle, eğer “insanın mahlukatlığı” dünyanın durağanlaştırılmış bir özelliği ise, siyasi sebeplerden ötürü direnmenin hiçbir anlamı yoktur.
Yazar: James Ryerson
Çevirmen: Emir Melek
Kaynak: The New York Times
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.