Neden el değmemiş doğa fikirlerinden vazgeçmeliyiz?
Atalet kahpedir! Yokuş aşağı yuvarlanan bir yük treni veya rotasından çıkmış bir kargo gemisi düşünün; hareket halinde ve kontrolümüz dışında. Değerli bir şey kaybolmak üzere ve bunu engelleyecek bir şey yapamıyoruz. Kendimizi çaresiz hisseder ve bir çarpışmaya doğru yol alırız.
İnsan uygarlığının güçleri de bazen bu şekilde durdurulamazdır, aynı bir yük treni gibi. Bugün neredeyse herkes, küresel çevre üzerinde giderek daha korkunç etkileri olan global elit kesimin tüketici yaşam tarzını taklit etmeye çalışıyor. Tarihi ekosistemler, özellikle yerleşim yerleri çökecek. Birçok çevreci doğaya, ekosistemlere ve mevcut biyo-çeşitliliğe, insan müdahalesinden bağımsız olarak değer verdiğinden, Bill Mckibben’in 1989 tarihli kitabın da adını oluşturan “doğanın sonu” dediği şeyle karşı karşıyayız. Antroposen, “doğal” manzaraların, biyo-çeşitliliğin ve tarihi ekosistemlerin iyi durumunun kaybedileceği muazzam bir atalete sahiptir.
Bir gün artık “doğal” manzaraların, biyo-çeşitliliği veya ekosistemlerin olmayacağı kesinken, çevresel umut adına bir yer var mı? Belki de Antroposen’in bir şekilde önlenebileceğine dair konvansiyonel umut, naif ve mantıksız bir sınırda gibi görünüyor.
Bugün, kapitalist ekonomi, malzeme ve enerji tüketimi kültürü durdurulamaz gibi görünüyor. Çevrecilerin, umut erdemini nasıl yeniden tasarlayacaklarını zihnimizde canlandırmak için tarihsel bir benzetme yapmak istiyorum: 19. yüzyılın sonlarında Avrupalı yerleşimcilerin Kuzey Amerika’da batıya doğru genişlemesi gibi.
Görünür Kader (Manifest Destiny) peşinde koşan beyaz yerleşimciler, yerli topluluklara ve onların yaşam biçimlerine baskı uyguladılar; onları yok ettiler. Bir örnek kabilenin bu kötü oluşuna bir bakalım; Jonathan Lear’a göre, Apsaloke (Apsaalooke) veya Krov (Crow) (1) bir Rezervasyonla (2) (1868’de kuruldu) sınırlandırıldığında, iyi bir yaşam geliştirme kapasiteleri imkânsız hale geldi. [1]
Krov üyelerinin iyi yaşamdan anladıkları, göçebe bölgelerinin kontrolü ve bufalo avlamak için diğer kabilelerle girdikleri azılı rekabet ve yüzlerce yılda gelişen göçebe avcılık kültürüydü.
Tarihe baktığınızda kabilelerde kültürel olarak “normatif” bir cesaret anlayışı hâkimdir. Ancak Rezervasyon, Krov’u cesur kılan davranışlar geliştirmelerinin önünü kesmişti; kabile üyeleri için cesaret, avlanma ve savaştı. Bu kaybolmuştu. Lear bunun gizemini ortaya çıkardı: Krov’un son şefi Plenty Coups (1848-1932) Avrupa sömürgeciliğinin durdurulamaz bir atalete sahip olduğunu düşünüyordu. Krov’un geleneksel yaşam tarzlarını yok edecek yıkımın yaklaşmakta olduğunu söylüyordu. Ama çaresiz değillerdi. Plenty Coups, “radikal umut” söylemiyle yeni bir erdem ortaya çıkaracaktı: Şu anda hayal bile edilemeyen umutsuzluk fikrine karşı bir cesaret biçimi! O, Krov’un lideri olarak, henüz anlayamadıkları yeni bir hayat biçimine kendini adamıştı.
Çevresel değişimin yaygın antropojenik faktörleriyle karakterize edilen Antroposen’e geri dönelim. Kendi “radikal umudumuzu” geliştirmenin bir yolu var. Ama bu umut, doğanın iyiliğinin ya da gezegenimizdeki hayatın içsel değerinin biçimlendirici insan faktörlü etkilerinin özerkliğe olan bağımlılığımızın aşılmasına bağlıdır. Doğal olanla yapay olan arasındaki ortak ayrımlar üzerinde şüpheye düşülmelidir. Vahşi doğayı, insan bağımsızlığı ölçüsünde değerlendiren eski fikirlerin ötesinde, yeni bir doğal iyilik biçiminin oluşmasına inanmak için cesarete ihtiyacımız var.
Kendimize nerede olduğumuzu hatırlatalım ve çevre felsefemizi nasıl uyarlayacağımızı hayal edelim. Dünya’nın atmosferik sisteminin de bir ataleti var. Tanık olduğumuz küresel ısınmanın etkileri, yalnızca uzun zaman önce gelen karbon emisyonları nedeniyle ortaya çıktı ve bugün, tüm emisyonları durdursak bile (kültürel atalet, bunu yapmayacağımızı gösteriyor), gelecekteki ısınma artık kilit altındadır, durdurulamaz. İklim yük treni zaten yuvarlanıyor; antropojenik faktörler ortalama yüzey sıcaklıklarını ve meteorolojik fenomenleri değiştiriyor, insan kaynaklı olumsuz dönüşümler dünya çapında biyolojik ve ekolojik sistemler üzerinde bu nedenle artıyor. Ekosid (ekolojik tahribat) ve diğer kayıplar çağında yaşıyoruz; Antroposen’e göre bu, özerk doğanın sonudur.
Özerk doğa? Dünyayı insanlar olmadan olduğu gibi kurtarmak mı? Belki de bu düşünce, çevreye ait düşüncemizin derinliklerinde yer alan bir efsaneyi ortaya koymaktadır. Bilimsel doğa bilimcileri olarak, çoğumuz insanların doğaüstü kökenleri olmadığını, Darwinci süreçlerin doğuşumuzu ve varlığımızı doğru bir şekilde ifade ettiğini biliyoruz. Eğer tamamen doğalsak, türler arasında tek başımıza, metafiziksel ontolojideki bir değişimi nasıl başlatabiliyoruz? Her şeyi doğal olmayan hale getiren gizemli Midas benzeri bir dokunuşla. Üstelik çoğu çevreci antroposentrizmi reddettiğinde, sadece insanların ahlaki değere sahip olduğu ve dünyanın ne kadar doğal olduğunu bozmak için hareket edebileceği görüşü, özel olduğumuzu ve doğanın geri kalanından ayrı durduğumuzu ima eder. Sorunlu bir dualizm, el değmemiş doğa olarak hayal ettiğimiz şeyden sonra arzumuzda gizlenmeye devam eder.
Filozof Steven Vogel, Antroposen için, doğası olmayan bir çevre felsefesi benimseyen tek başına biri olduğunu dile getirir: Çevre, tamamıyla insanın sosyal faaliyetleri için ve dolayısıyla kolektif sorumluluk taşıdığımız bir şey tarafından inşa edilmiştir. [2]
Şaşırtıcıdır ki bu fikrin kaynağı, “Yeni Dünya’nın” yerli sakinleridir. Yirmi yıldan uzun bir süre önce, çevre tarihçisi William Cronon, çevrecilikten anlaşılan vahşi doğa idealizminin maskesini neyse ki kaldırdı. [3]
Kuzey Amerika kıtasındaki manzaralar, yıllarca Amerikan Yerlilerince muhafaza edildi, topraklar böyle yönetildi, Avrupalı sömürgeciler, bu geniş bozulmamış doğallığı yanlış anladıkları bir doğa dünyasına benzettiler.
Vogel’in görüşüne göre, içinde yaşadığımız dünya, inşa ettiğimiz şeydir ve tek de olabilir. “Doğanın sonu,” “yeni olay değil, her zaman meydana gelen bir şeydi: insanlar her zaman yaşadıkları dünyayı dönüştürdüler.” Dünyada var olmak ve yaşamak her zaman insanları dünyanın değişimine dâhil eder. İnsan eylemlerinden etkilenmeyen bir dünyayı koruyabilecek yine insan eylemli bir olasılık yoktur. Dolayısıyla, eğer çevre felsefesi insanların çevre ile nasıl ilişki kurması gerektiğiyle ilgiliyse o zaman “bozulmamış doğa” nosyonunun yararı anlaşılır olmaz.
Vogel doğanın bir dünya olduğunu inkâr mı ediyor? Doğa bilimlerindeki her şeyi inkâr etmek mi bu? Hayır, onun görüşü, sosyal yapılandırmacı anti-realist bir versiyon değil. Birisi “doğa” kavramının sosyal bir ürün olduğuna dikkat çekmek istediğinde, geleneksel çevreciler hızlı bir getirisi olmadığını söyler. Ve eğer “doğa” sadece insansızlık olarak anlaşılıyorsa o zaman “doğanın sosyal inşası” söylemi hiçbir anlam ifade etmez. Vogel aynı fikirde. Ancak, çevrenin sosyal yapısı tutarlı olmaya devam etmektedir. Onun görüşü, doğa kavramının sosyal inşası değil ki elbette, ama, daha önceden de olduğu gibi, işgal edebileceğimiz tek ortamın tam olarak “sosyal inşanın ürününün” inşasını yaptığımız şey olduğudur. Vogel, “dünya kendimizi bulduğumuz şey değil; inşa etmeye çalıştığımız şeydir…aynı zamanda bizi oluşturan şeydir,” diye yazar. Onun önerisi olan “doğayı korumak” denen olgu hem nedensel (vis-a-vis) hem de ahlaki anlamda, kolektif olarak sorumlu olduğumuz çevreyi etik bir kaygıyla değiştirmektir.
Doğa kavramı olmayan bir çevre felsefesi, yine de, bazıları için fazla insan odaklı olarak anlaşılabilir. Daha fazla dikkat gerektiren şey aslında dünyanın geri kalan kısmıdır. Böyle bir görüş, karanlık bir çevre geleceğiyle yüzleşme cesareti değildir, daha ziyade, daha fazla kibirle yüzleşme cesaretidir. İnsansız bir doğa yerine, çevreye odaklanan bir felsefe asıl kibir değildir ama kapsayıcıdır. İnsanlık, etki alanını yaratan tek vasıta değildir, bu etki iki yönlü bir caddedir, ve insansız bir dünya geriye gider.
Ekolojideki son gelişmelerin desteği mümkün, ekolojistler bir tür rahatsız edici bu insan etkisinden sonra, ekosistemlerin bir çoğunun istikrarlı ve esnek biçimde geri döndüğünü gördü, ancak tarihi ekolojik kayıtlar, analogsuz kompozisyonlar ve bazen de işlevsel profillerle bunu keşfetti. Şimdiki sözde yeni ekosistemler “yeni” bir doğayı temsil ediyor ve vahşi bir dünyanın güçlerini, önemli insan müdahalesiyle ortaya çıkan yepyeni topluluklara geri döndürerek örneklendiriyorlar.[4]
Örneğin, Hawaii’deki yağmur ormanlarında egzotik tür (bazal alanın yaklaşık %90’ı) hakim ancak araştırmalar, bu “yeni ormanların önemli ölçüde daha yüksek ağaç türü zenginliğine ve baskın ağaç türlerinin daha fazla çeşitliliğine sahip olduğunu gösteriyor. Ayrıca, yerüstü biyo-kütlesi, üretkenlik, besin devir hızı ve yer altı karbon depolamasının ya doğal ormanlara göre yeni olarak önemli ölçüde farklılık göstermediğini ya da önemli ölçüde daha yüksek olduğunu bulduk”. Bu örnekte, insan etkisi nedeniyle “bozulmuş” olarak tarihsel koşullardan önemli ölçüde farklılık gösteren ekosistemlerin varsayılan bir değerlendirmesi, her zaman ekolojik bilim tarafından sürdürülebileceğinden daha fazla ideoloji ve belki de antika bir özlem tarafından yönlendirilir. Araştırmacılar, “Dünya yüzeyinin büyük bölümleri doğaldan yeniye benzer geçişler içerdiğinden, büyük olasılıkla sonuçlarımız geniş çapta uygulanabilir” şeklinde belirtiyorlar.[5]
Yeni ekolojik dünya düzeninin tam bir resmini vermeden- gelecekteki çevreciler tarafından tahayyül edilen çevre- yeni ekosistemlerin ortaya çıkması, “doğal” dünya iyiliğinin her zaman mevcut kapasitelerimizden daha fazla olduğu konusunda radikal bir umuda sahip olmayı öğütler. Ve doğal iyiliği barındıran radikal umut, her şeyle birlikte insanlık Antroposen’deki yaşamda belirsiz bir geleceğe derinden derine sürüklenmeye devam ederken ihtiyaç duyacağımız cesaretin bir kısmını sağlayabilir.
(1) Apsaloke ya da Apsaroka veya Crow, bir çeşit Kızılderili halkıdır. (ç.n.)
(2) Amerika Birleşik Devletleri’nde ABD Kızılderilileri için oluşturulan kısıtlayıcı yasal yerleşim bölgelerine verilen ad (ç.n.)
Notlar:
[1]Lear Jonathan (2008). Radial Hope: Ethics in the Face of Cultural Devastation (Harvard Univ. Press).
[2]Vogel, Steven (2015). Thinking Like a Mall: Environmental Philosophy After the End of Nature (MIT Press).
[3]Cronon, William (1996). “The Trouble with Wilderness: Or, Getting Back to the Wrong Nature” in Environmental History 1/1: 7-28.
[4]Hobbs, Richard, Eric Higgs, and Carol Hall (2013). Novel Ecosystems: Intervening in a New World Order (Wiley-Blackwell).
[5]Mascaro, Joseph, R. Flint Hughes, and Stefan A. Schnitzer (2012). “Novel forests maintain ecosystems processes after the decline of native tree species.” Ecological Monographs, 82(2): 221.
©® Düşünbil (2020)
Yazar : Allen Thompson
Çeviren : Duygu Aydemir
Çeviri Editörü : Elif Arslan
Kaynak: iai.tv