Yeni dram filmi Turist‘teki ikilem, felsefi tereddütler ortaya atıyor. Fakat, bunu yapan ilk film değil Turist. Akıl Defteri, Ida ve Şahane Hayat gibi filmler, büyük sorulara gönderme yapıyorlar.
Nasıl doğru şeyi yapabiliriz?
Turist
Eğer 1939’ların Almanya’sında yaşıyor olsaydınız, Yahudilere yardım eder miydiniz yoksa sistematik şekilde yok edilmelerine razı mı gelirdiniz? Ya da aileniz bir tehlikeyle karşı karşıya olsaydı onları korur muydunuz? Yoksa kendinizi mi kurtarırdınız?
Hepimiz bu gibi durumlarda temel ahlaki değerlerimizin devreye gireceğini düşünürüz; ama asla gerçekte ne olacağını bilemeyiz. Turist’in ana teması, çığın, lüks bir kayak merkezinde öğle yemeği yiyen bir aileyi tehdit etmesine dayanıyor. Eş ve baba Tomas, bu testi geçemiyor. Eşini ve çocuklarını kurtarmaya çalışmak yerine, kaçmaya başlıyor ve kaçarken yanına akıllı telefonunu da almayı ihmal etmiyor.
Sonrasında, birkaç karakter onun bu davranışına bahane bulmaya çalışıyor. “Bu gibi durumlarda, ne yaptığınızın tam olarak farkında değilsinizdir,” diyor biri. “Hayatta kalmaya çalışırsınız.” Aristoteles bundan ya da Tomas’ı savunmak için ileri sürülen diğer bahanelerden pek de tatmin olmazdı. Tomas’ın o birkaç saniye içinde karakterini ortaya koyduğu konusunda ısrarcı olurdu.
Aristoteles’in anlayışı, eyleme geçmeden önce yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu düşünmeye nadiren fırsatımız ya da zamanımız olduğu yönündedir. Aslında, iyi bir insan bunu yapmak zorunda değildir. İyi biri olmak için, iyi alışkanlıkları geliştirmeniz gerekir. Sadece o zaman kendinizi neredeyse otomatik olarak doğru şeyi yaparken bulabilirsiniz. Eğer ne olmak istediğiniz düşünerek ve o insan olmak için ne gerekiyorsa yaparak kendinizi geliştirirseniz, test edildiğinizde, düşünmeden doğru olanı yapmaya muvaffak olabileceksiniz.
Tomas’ın hayatta kalma içgüdüsü kontrolü ele geçirdiğinde, anlık bir delilik yaşadığını varsayabiliriz; ancak eşi Ebba durumun ne olduğunu daha iyi biliyor ve tabii ki bizler de. O şekilde davrandı çünkü kendisini ve telefonunu ailesinden daha çok seviyordu. Bunu onun hayatının küçük detaylarında görebiliriz. Örneğin, olaydan önce Ebba banyodan seslenerek “telefonunu mu kontrol ediyorsun?” diye sorar o da yalan söyleyerek hayır der. Bu korkunç bir suç değil fakat, Aristoteles bunun onu olduğu narsisist ve korkak kişi yapan davranış modelinin sadece küçük bir göstergesi olduğunu söylerdi. Telefonuna bağımlı olduğunu kendisine ve başkalarına itiraf etmek yerine yalan söylemeyi her seçtiğinde biraz daha bencil hale geliyor.
Turist bizlere, Aristoteles’in zaten bildiği şeyi söylüyor: Öngörülemez olaylar meydana gelir, kimsenin sorumlu olmadığı, rastgele, doğal afetler. Fakat onlara verdiğimiz tepkiler rastgele değildir ve bunların sorumluluğu tam olarak bizim omuzlarımızdadır.
-Julian Baggini
Hayatı yaşanmaya değer kılan nedir?
Şahane Hayat
Birçok film bu sorunun cevabını arar: “İnsanın hayatını iyi yapan nedir?” Frank Capra’nın Şahane Hayat’ı, herkesin en sevdiği aşırı duygusal yılbaşı klasiği hem öngörülebilir hem de tahmin edilemez sonuçlarıyla bu görevi doğrudan sırtlıyor. Önceden öngörülebilir olanlarla başlarsak: etik olarak iyi olan bir hayatın aynı zamanda mutluluk anlamında da iyi olup olmadığına dair eski soru, doğrulayıcı şekilde yanıtlanır. James Stewart’ın canlandırdığı George Bailey karakteri, filme adını veren şahane hayatını, kendi planlarını ve hırslarını topluluğunun fakir üyeleri ve ailesi için feda ederek kazanıyor. Filme göre, etik yaşamın iyi tarafı sizi insanlarla bağlamasıdır.
Fakat, daha derin bir düzeyde, film, Sokrat’ın ünlü “Sorgulanmamış yaşam, yaşanmaya değmez” önermesinin doğru olup olmadığına dair bir soru da yöneltiyor. Bailey’i intihar etmekten kurtaran şey, bir düşünce deneyinin felsefi işleyişi vasıtasıyla hayatının muhasebesini yapma şansıdır: “Sana muhteşem bir hediye verildi George. Sensiz dünyanın neye benzeyeceğini görme fırsatı.” Film, eğer şans verilmesiydi, kendini öldüreceğini varsayar. Fakat eğer doğmamış olsa her şeyin daha iyi olacağını düşünerek bunu yapmış olsaydı; biz, seyirciler, hala şahane bir hayatı olduğunu düşünecek miydik? Ve eğer böyle düşünmeseydik, o zaman film bize insan hayatının, onu yaşayan kişi bu hayat hakkında düşünmedikçe ve onun iyi olduğunu bilmedikçe iyi olamayacağını mı gösteriyor?
-Christine Korsgaard
Herhangi bir şey gerçekten haklı çıkarılabilir mi?
Ida
“Ya sonra?” diye soruyor İda. Sevgilisi kendisiyle kaçmasını istemiş. “Sonra” diyor genç adam, “bir köpek alıp evleneceğiz, çocuklarımız ve bir evimiz olacak.” Fakat ida’nın sorusu yine “ya sonra?” genç adamın buna tek cevabı: “Her zamanki. Hayat.”
İda, sadece bir rahibe adayı. Yeminini etmeden önce, yaşayan tek akrabası olan teyzesiyle buluşması için dışarıya gönderiliyor. Film boyunca, Yahudi olduğunu ve ailesinin savaş sırasında öldürüldüğünü öğreniyor. Teyze, İda’yı manastırı terk etmesi ve elinden geldiğince dolu bir hayat yaşaması için teşvik eden dünyevi bir savcı; fakat aslında kendi geçmişinin yükü altında eziliyor. Teyze intihara kalkıştığında, İda sigara içmeyi, votkayı, yüksek topukları, caz dinlemeyi ve nihayetinde arkadaş olduğu genç bir saksafoncu ile ilişkiye girmeyi deniyor. Fakat filmin sonunda, onun yine rahibe kıyafetleriyle manastıra dönmüş olduğunu görüyoruz.
Saksafoncu sevgilisi ona aşk, ev yaşamı ve rahatlık öneriyor. Sürekli tekrarladığı “ya sonra?” sorusuyla ise İda, sorunun sınırlarını zorluyor: “Bir hayatı yaşamaya değer kılan nedir?”
Sevgilisi şaşırıyor. Ve gerçekte, bir ispat talebi bu kadar ileri götürüldüğünde, ne cevap verileceği belirsizdir. İda’nın dünyevi bir bağlılığı reddederek, bunun yerine farklı bir adanmışlığı seçtiğini görürüz. İda, bu seçimi açıklamıyor. Sevgilisinin cevabı “hayat”, filmde duyulan son kelime. Bunu, Bach’ın ezgileri takip ediyor. İda trafikle cebelleşerek manastıra geri dönüyor. Bizler de bu nevi herhangi bir nihai seçimin tam olarak açıklanıp açıklanamayacağına ya da haklı çıkarılıp çıkarılamayacağına dair merakımızla baş başa bırakılıyoruz. İda’nın “ya sonra?” sorusu için nihai bir cevap olabilir mi? Ve eğer varsa, böyle bir cevap ne olabilir?
Ursula Coope Oxford Üniversites’inde Antik felsefe profesörü.
Biz biyolojiden daha fazlası mıyız?
Gattaca
Gattaca, 1997 ‘de gösterime girdi. Tarihteki en ünlü koyun ve yetişkin kök hücreden klonlanan ilk memeli Dolly, bir yaşındaydı. İnsan Genom Projesi, Ay’a astronot çıkarmanın biyolojik eşdeğeri olarak nitelendirildi, ki proje tüm insan genomunun eşleştirilmesi ve sıralanması hedefine doğru giderek hızlanan adımlarla ilerliyordu. Bu gelişmeler, genetik ayrımcılığa dair yaygın etik tartışmaları ateşledi.
Ünlü bilim insanlarının ya da başarılı bir atletin klonlarının, genetik dokularını miras aldıkları insan kadar başarılı olacakları beklentisiyle yaşamaları mümkün olacak mı ya da bu yoğun beklentiler onları zora sokacak birer psikolojik yük mü olacak? İnsan genomunu sıralamak, daha yüksek zekâ seviyesinde payı olan genleri ve ayarlanabilir özellikleri tanımlamamızı sağlayabilir mi ve bunun karşılığında bu özelliklere sahip olmayanlara yönelik bir ayrımcılık yaratabilir mi?
Bu yüksek voltajlı tartışmaya, adını DNA’yı oluşturan dört yapıtaşının baş harflerinden alan bir film de katıldı. Gattaca, ebeveynlerin genleri arasından en iyi özellikli olanları seçerek ideal çocuklarını ürettikleri bir geleceği betimliyor. Bu mahsuller “sahihler” olarak adlandırılıyor ve toplumda iyi kademelere geliyorlar. Film, hırslı bir “geçersiz” olan, modası geçmiş tasarımıyla Vincent’ın, temizlikçi olmaya dair genetik kaderinden kaçarak astronot olma girişimine odaklanır.
Vincent, tamamen irade gücü sayesinde zafer kazanır. Bir sahnede, okyanusta kimin daha uzun mesafe yüzebileceğini görmek için genetik olarak kendisinden daha üstün olan kardeşi Anton’a meydan okur. Vincent kazanır çünkü geri dönüş için yedekte hiçbir şey bırakmaz. Büyük ihtimalle birçok seyirci, filmin tanıtımındaki “insan ruhu için bir gen yoktur” ifadesini kabul ederek izlemeye gelmiştir.
Bu başlık eleştirel bir inceleme gerektirir. Eğer “insan ruhu” kahramanın cesaretine ve kararlılığına bir atıfsa, o zaman muhtemelen bunun için genler vardır ve eğer genlerimiz hakkında yeterince şey bilseydik, onlar bir kimsenin genetik profilinin parçası olurlardı. Eğer bu, “insan ruhu” ile kast edilen şey değilse o zaman nedir? Genetik temeli olmayan bir niteliğimiz olabilir?
-Peter Singer
Hayal ettiğimiz şeyler gerçek mi?
Galaksi Savaşçıları (1999)
Alison Lurie’nin Imaginary Friends (Hayali Arkadaşlar) romanında gerçek ve hayal arasındaki tezatlar ve ilişkilerine dair bir felsefe ve edebiyat dersinden sonra, bir öğrenci bana Galaksi Savaşçıları’nın bir videosuyla geldi. Bu eften püften komedi, Lurie’nin kitabındaki ontolojik karmaşalarla dopdolu ve en az onun kadar gülünç.
İlk birkaç dakika, Star Trek benzeri bir TV dizisinin zayıf bir versiyonunu izliyoruz; yıldız gemisi mısır patlağı paketinden çıkmış gibi görünen bir galaksinin etrafında dolaşıyor, iç kısımları kontrplak ve alüminyum folyodan yapılmış gibi duruyor, oyunculuklar felaket ve diyaloglar da. Bunlar da uzun zaman önce yayından kaldırılmış ve şimdilerde bilim-kurgu hayranlarına yönelik toplantılarda gösterilen dizilerden alıntı gibi duruyorlar. Ama yabancılar gibi giyinmiş onca insan hayran arasında, bir grup gerçek uzaylı, insan uzay gezginleri gibi giyinmiş şekilde gizleniyor. Televizyon şovunu “tarihsel belgeler” le karıştıran uzaylılar, cesur mürettebatı gemilerine ışınlamak için- Şeytan Sarris ile savaşmalarına yardım eden kontrplak ve folyo koruyucusunun gerçek, çalışan versiyonu olarak dünyaya gelmişler.
Ve sonrasında, bir grup talihsiz aktör, kendilerini gerçekten de uzayda buluyorlar ve gerçekten de uzaylılarla savaşıyorlar; videonun başında belirtildiği üzere: “senaryo yok, yönetmen yok ve ipucu yok”. Hayret verici şekilde Platonik bir anda, Kaptan Taggart, Thermian’ların liderine Tv dizisinin belgesel olmadığını fakat eğlence olduğunu açıklamaya çalışıyor: Mürettebat aktörlerden oluşuyor, astronotlardan değil ve hepsi sadece uzay gezginleriymiş gibi yapıyorlar. Thermianlar ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Aldatmacayı duymuşlardı; kaptan kendilerine TV şovunun yalan olduğunu mu söylüyor? Fakat bir şekilde, TV kahramanları, uzaylı arkadaşlarını felaketlerden kurtarıyor ve gerçek kahramanlara dönüşüyorlar. Gerçek ve hayal arasındaki fark nedir? TV yıldız gemisi, gerçek bir yıldız gemisi olmamasına rağmen, yine de gerçek, canlandırılmış bir yıldız gemisi değil mi? Kurgu, edebi sahteliğine rağmen gerçekten yalan söylüyor mu? Ya da bambaşka bir şey mi söylüyor? Şimdilerde bu filmi, öğrencileri bu gibi felsefi sorular hakkında düşünmeye yönlendirmek için kullanıyorum.
-Susan Haack
Kalıcı benlik nedir?
Memento
Memento, benliğin doğası, hafızanın ve kimliğin oluşması ve değişmesindeki rolü üzerine felsefi bir araştırmadır. Filmin kahramanı Lenny Shelby, her saatini karısını öldürmüş bir adamı bulmak için yorucu bir araştırma yaparak geçiriyor. Kısa zamanlı deneyimlerinin uzun vadeli hafızaya dönüşmesini engelleyen bir kafa travmasından muzdarip. Cinayetten sonra olan hiçbir şeyi hatırlamıyor. Her dakika, etrafını sorular sarıyor –karşılaştığı sorular, her zaman yeni ve her zaman bir öncekinden daha önemli. Burada ne yapıyorum? Buraya nasıl geldim? Ne yapmaya çalışıyorum?
Filmin harikuladeliği, sadece hafıza ve benlik hakkında sorular sormasında yatmıyor; bizleri, olayları Lenny’nin bakış açısından görmemiz ve neredeyse film boyunca bununla yetinmemiz için zorlamasında yatıyor. Görünürde ayrı olan fakat nihayetinde kenetlenen iki hikâyeyi birlikte dokuyor– biri zamanda geri giderken, diğeri ilerliyor. Lenny gibi bizler de bir şekilde, hafızanın yardımı olmadan bu kafa karıştırıcı şimdiki zamana nasıl ulaştığımızı, burada ne yaptığımızı ve bunun neden önemli olduğunu anlamalıyız. Bunu da sadece iki anlatının birleşerek Lenny hakkındaki daha bütünlüklü bir gerçeği açığa çıkarmalarıyla yapabiliyoruz. Meğerse, gerçekten de bir süre önce, karısının katilini bulmuş ve intikam almış. Tabii ki, anında unutmuş.
Bir süre sonra, Lenny’nin kendisini, farkında olmadan başka bir adamı bulmak ve öldürmek üzere yönlendirdiğini fark ediyoruz. Lenny’nin oto-güdümlemesi, kırılganlığını maskeleyen bir çeşit otonomi düzeyine hitap ediyor. Lenny her ne kadar doğal ve tam olarak, kendimizin kolaylıkla olduğunu varsaydığımız kırılmamış, özerk, kendini bilen varlık olmasa da, kesinlikle yıkılmış ve kırılmış bir yaratıktan fazlasıdır. Kimliğinin kırılmış parçaları sürekli olarak bir çeşit kendini tamir etmenin peşindedir. Muhtemelen, yine de kalıcı benliğin ilk ve son olarak erişilmiş sabit ve kararlı bir şey olduğunu söylemeliyiz. Muhtemelen benlik her zaman yapım, yıkılma ve yeniden yapılma sürecindedir. Eğer öyleyse, o zaman muhtemelen Lenny, biz geri kalanlardan tür olarak çok da farklı olmasa da sadece aşama olarak farklı bir düzeydedir.
-Kenneth Taylor
İyiliği arayış kötülüğe giden yol mudur?
Bahar, Yaz, Sonbahar, Kış … ve Bahar
Kim ki-duk’un Bahar, Yaz, Sonbahar, Kış … ve Bahar’ı bilge bir Budist rahip ve onun küçük, masum öğrencisi ile başlıyor. Birkaç yıl sonra, iyileşmek isteyen genç bir kadın geliyor ve kaos salınıveriyor: kadın ve çocuk –bu sırada bir ergen olan– bir ilişkiye giriyorlar ve çocuk kadınla şehre gidiyor ve keşişi dağ gölünde yüzen bir sandalın üzerinde bırakıyor. Birkaç yıl sonra, şimdilerde 30’larının başında olan çocuk, iki dedektif tarafından takip edilerek geri dönüyor. Kadını, kıskançlıkla öldürmüş ve bir kadına duyulan aşkın bağlılığa götüreceği uyarısını yapan yaşlı keşişin kehanetinin farkına varmış. Burada yapılacak ilk şey, filmin döngüsünü onun kendini aldığından daha çok ciddiye almak: Genç adam kendisini başka bir adam için terk eden aşkını neden öldürüyor? Aşkı neden bu kadar sahiplenici? Dünyevi hayattaki ortalama bir erkek bunu kendisi için ne kadar acı verici olsa da kabul ederdi. Ya ona bunu yaptıran Budist keşişin yetiştirme tarzıysa? Ya bir kadın sadece bir erkeği kendisini öldürmesi için kışkırtan bir şehvet ve sahiplenme objesi olarak görülüyorsa (Budistlerin bakış açısından ayrılmaya göre)? Bu yüzden filmin harekete geçirdiği bütün doğal döngü, cinayet de dahil, Budist evrenin doğasına mı dahildir?
Hegel, Ruhun Fenomenolojisi (1807) kitabında, “Asıl kötülük, kötülüğü algılayanın kendi içindedir,” diye yazmıştır. Kim ki-duk’un filmi bu kavrayış için mükemmel bir örnek değil mi? Kötülük, sadece erkeğin sahiplenici şehveti değildir, aynı zamanda keşişin, sahiplenici şehveti şeytani addeden son derece bağımsız bakışıdır. Bu, felsefede düşünümlülük dediğimiz şeydir: Bir şeylerin durumunu, aynı zamanda kendi durumunun parçası olması haline mahkûm ettiğimiz bakış açısıdır.
-Slavoj Žižek
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
Kaynak: The Guardian
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.