Paylaş

Fedakârlığa veya ayrıcalıklı olmaya gerek duymazlar ama âşık olmaya değecek gerçek niteliklerin neler olduğunu gün ışığına çıkarabilirler

Rus jenerasyonlarının — en azından Rusların inancına göre—  Savaş ve Barış’ın neşeli, dürüst, hassas ve tutkulu kadın kahramanı Natasha Rostova’ya  ‘aşık’ olduğuna inanılıyor. Bazı karakterler okuyucularının hafızalarında ve hayallerinde yarı-özerk bir hayat sürer (bu bir sahne şovuyla veya film ve televizyon uyarlamasıyla olabilir).

Bu extra-metinsel hayatta bu karakterler anlatıcının gözü onların üzerinde olmasa dahi bir şeyler yaparlar ve görüldükleri biçimden başka türlü de davranmayı seçebilirler (bu realizm üslubunun bizden her durumda inanmamızı beklediği şeydir). Okuyucu bir şekilde bu kurgusal dünyaya girdiğinde de bundan dolayı karakterlerin aşkını ortaya çıkarabilirler. Ya da eğer karakterler (bu duruma göre bir resim, poster veya heykelcik de olabilir) yaratıcı olarak sadece kelimeler ile değil aynı zamanda edebi çalışmanın tüm evreniyle dışarı çıkarsa da böylece okurun o anki halinin hayali versiyonunda yönetilmesi gereken — gerçek manada bir yönetim — ilişki ortaya çıkar.

Gerçekliği kavranabilir kılmanın sanatın işlevlerinden biri olduğu göz önüne alındığında, daha büyük olan öngörülebilirlik ve anlaşılabilirliklerinin faziletinden dolayı kurgusal karakterler belki de daha sevilesi olabilirler. Genel olarak aşkı hak eden olarak kabul edilebilecek dominant nitelikleri olan Natasha gibi karakterlere duyulan aşk Plato’nun Symposium’unda bahsi geçen bir eros formu olan Phaedrus ile aynı fonksiyonda hizmet edebilir: iyi eylemlere teşvik edici. Böyle bir durumda bu eylem direkt olarak Natasha ile olmasa da ahlaksal bir taklitle ilk âşık olduğu ve bu aşkı hak eden bir erkek olan Prince Andrei ile olması olabilir. Buna alternatif olarak okuyucular, Symposium’da Aristophanes’in bahsettiği gibi aşkın aslen tek olan bölünmüş ruhların iki parçasını yeniden birleştirdiğinden ziyade kendilerini varoluşun daha gelişmiş bir düzeyine taşıyacağı bilinci ile verilen karakterin bir ruh eşi olduğunu hissedebilirler.

Ama gerçek bir insana duyulan aşkın diğer özellikleri burada pek görülmüyor gibi. Direk olarak kurgusal birine karşı fedakârlık yapma arzusu kurgusallık hissinin tamamen yok olduğu çok nadir, özel durumlarda görülecektir.

Iris Murdoch diyor ki: ‘aşk, yalnız kendi başına gerçek olamayacak kadar zor bir gerçekliktir’; bu tanıma göre kurgusal karakterlere duyulan aşk bir isim hak ediyor.

Filozof Simon Keller’ın dediğine göre de aşk plastik olmalı ve maşukunun değişimlerini takip etmeli. Belirleyici soru da şu olmalı: ‘Uğruna değişmek isteyeceğim insan bu mu?’ Okuyucuların bir karaktere olan bağlılıklarının seyri değişebiliyor ve aynı karakteri farklı zamanlarda okuduklarında bağımsız gelişmelerinin yönü farklı rotalara girebiliyor olsa da diğer tarafta buna eşdeğer değişimler gözlenmez.

J. David Velleman’ın dediğine göre tıpkı saygı gibi aşk da ‘birisinin empati kapasitesine tepki olarak harekete geçer.’ Bu kurgu karakterlerin durumu için son derece imkânsızdır ve en azından bu sebeple sahip olmadaki kıskançlık olası değildir. Kocamın bana anlattığına göre kendisi bir ergen iken sınıfındaki erkekler iki kadından etkilenirmiş: Thackeray’in Becky Sharp’ı ve Dumas’nın Milady de Winter’ı – ama hiçbiri bu karakterlerin romanlardaki aşıklarını ve hatta birbirlerini dahi kıskanmazlarmış. Okuyucular burada pek tekeşlilik örneği sergilemiyor; Emily Brontë’nin Catherine Earnshaw’ı onların bir ruh eşi ise, Bulgakov’un Margarita’sı da başka bir eşi olabiliyor. Yani burada münhasırlık sunulmuyor ya da gerek duyulmuyor.

Aşk olayının işleri çeşitli yollardan etkilediği gibi yaratıcı aynı zamanda sevgili konumunda da olunca mesele karmaşıklaşır. John Casey’nin ona olan ilgisinden dolayı George Eliot’un Middlemarch’ındaki Will Ladislaw karakteri hakkında söylediği gibi; bu durumlarda garantisi olmayan bir müsamaha gösterilebilir. Karakterle ilgili olarak çalışmanın retoriği hakkında tartışmalar yaşanabilir ve çok sayıda eleştirmen “Tolstoy’un Anna Karenina’yı cezalandırması ona olan aşkı ve hayranlığı ile ters düşüyor” fikrinin çeşitli varyantlarını öne sürmüştü. Mary Evans’ın dediğine göre Tolstoy ona tutulmuştu ve ona eziyet etmesinin altındaki net sebep de onun kontrolünden kurtulmaktı. Thomas Mann da 1939’da ‘anlatıcımız acı üzerine acı saçan bu kederli ama acımasız bir el olan yarattığı kadın kahramana âşık’ şeklinde atıf yapmıştı.

Yaratıcının arzusu odaklanmada ve anlatının tonunda kendini gösterecektir. Eleştirmenler Thomas Hardy’nin özellikle Tess of the d’Urbervilles eserinde kadın kahraman üzerindeki erkek bakışları üzerine ısrarla düşmüştü. Janet Freeman’ın gözlemlediği üzere Tess’in yüzündeki anlatısal açıklamayı alıntılamasının ardından: ‘Çok sonra Alec ve Angel için o ağızlar ve gözler hakkında daha az spesifik terimler ile yorum yapılıyor; Hardy ancak onları ilk o zaman görebildi. En yakın açıdan onlara baktı.’ Tess ülkeyi yalnız başına gezerken cinsel taciz tehlikesinden kaçınmak için kaşlarını kesti ve saçlarını örttü. Anlatı incelendiğinde de yakın ve takdir edici biçimde sürdürüldüğü görülüyor. Bunun anlamı da; ‘Hardy, Tess’in kendi tercihi zıt olarak bir samimiyet sağlayabildi. Oliver Lovesey ise şunları söyleyebilecek kadar ileri gidiyor: ‘Anlatıcının Tess’in vücudu üzerindeki saplantılı kışkırtıcı ve destekleyici bakışının yoğunluğu anlatıyı neredeyse ertelenmiş bir tecavüz fantezisi haline getiriyor’. Kişi şunu hissedebilir ki; tıpkı Yunan heykeltıraş Pygmalion’un da— her aşığın prototipi ve arketipi kendi yaratımlarıdır — dediği gibi;  tabi ki o Tess’in canlanmasını ve onu sevmesini isterdi ancak Pygmalion ve onun 20.yy’daki avatarı olan Shaw’ın karakteri Profesör Higgins’in aksine aynı zamanda gerçek bir kadını da sevebiliyordu. Burada bahsedilen Galatea ve Eliza yaratıcıları tarafından can verilen aynı adamın yaratımlarıydı; Ovidius ve Pygmalion meselesinde gösterildiği gibi bu olgunun gerekli incelemesi, ona karşı gerekli hiçbir bağışıklık sağlamaz.

Yaşamın sevimli insanlar üretme konusunda yetersiz kaldığı zamanlarda kendimizin ya da başkalarının sanatının daha zengin alemi ile o yaşamı takas edebiliriz. Bir karşı hareket yaratıcı bir şekilde gerçekliğin kendisini sanat alemine taşıyabilir. Yine belirtelim ki sanat bu fenomeni inceleyebilir. Don Kişot, kahraman olarak tanıtılan yerel bir köylü kızı olan Aldonza Lorenzo’ya ona leydi aşkı olabilmesi için Dulcinea del Toboso ismini veriyor. Onu şu şekilde tanımladığı gibi: ‘benim kraliçem ve kadınım olduğundan ve insanüstü güzelliğinden dolayı, şairlerin hanımlarına uygun gördükleri güzelliklerin tüm imkânsız ve fantezi özellikleri onun içinde gerçekleştiğinden dolayı onun seviyesi en az prenseslik olmalıydı’. Aslında ona empoze ettiği şövalyenin ulaşılamaz sevgili leydisinin sevgisine karşılık vermemesi (ki o bu rol için çok uygundu) de bir gerçekti. Bu öylesine bir şımarıklıktı ki —Phaedrus’un da savunduğu gibi— onu cesurca ve şövalyece işlere sürüklüyor ve ne ona ne de— en azından şımarıklığı konusunda başkalarına kıyasla — kendisine zarar veriyor.

Haydi, durumu bir de tersten düşünelim: tehlikeli niteliklerinden ötürü tekinsiz bir erkeğe olan kadın ilgisi bir güvenlik durumu olmasının yanı sıra bir kurgusallaştırmadır. Öyle görünüyor ki Wuthering Heights’ın heteroseksüel kadın okuyucularının jenerasyonları Heathcliff’e karşı en azından bir seviyede ilgi duyar ve o kurgusal olduğundan ötürü fiziksel ve duygusal hasara karşı güvenli tarafta kalırlar. Ama gerçek hayatta bu böyle olmayabilir ve romanı bu ruhla okuma yanlış okuma diye tabir edilebilir. Brontë, Isabella’nın konusunu böyle bir olasılığa dönebilecek şekilde yazmış gibi görünüyor. Isabella Heathcliff’e âşık olduğunda ve onu arzuladığında Catherine ona: ‘Onun karakterini göz ardı etmek acınası bir davranış, bu hayali kafana sokan bir çocuk, daha fazlası değil. Dua et, onun sert dış kabuğun altında iyilik ve sevgi derinliklerinin gizlediğini hayal etme!  O kaba bir elmas değil – rustik inci içeren bir istiridye: o, acımasız, taş yürekli, kurnaz bir adam.’ demek zorunda kalıyor. Bir ilişkiyi zar zor yürüten biri olduğunu az bir zaman sonra Isabella ile kaçışı ile bize kanıtlıyor. O kurgucu okuyucular için Brontë’nin bir uyarısı: ‘Onun karakterini göz ardı etmek acınası bir davranış, bu hayali kafana sokan bir çocuk, daha fazlası değil.’

1847’den beri kendilerini Catherine ve Heathcliff ile modelleyen belli tür çiftler hep oldu. Bunlardan en ünlüsü de Sylvia Plath ve Ted Hughes’dur. 1956’da Amerika’dan İngiltere’ye dönüşlerinde ilk iş olarak aynı isimdeki ev için model olduğu düşünülen Yorkshire harabesi Top Withens’ı ziyaret ettiler. Her ikisi de sonradan ‘Wuthering Heights’ başlıklı şiirler yazdı ve Ted Sylvia’yı Emily Brontë’nin kendisiyle kıyaslıyordu. Şunu da eklemeliyim ki yaklaşık 40 yıl sonra ben Cambridge’de okurken üniversiteden iki dostum – kız olan Amerikalı, erkek olan İngiliz ve ikisi de şairdi –Cambridge’de Catherine ile Heathcliff ve onların vasıtası ve ötesinde Plath ile Hughes’a olan önceliğin son derece farkındalardı.

Buradakilerden her ikisi de eski geleneklerde kalan gerçek birer çift. Büyük İskender, İlyada ile yetişen biriydi ve eski çağlardan beri Aşil ile güçlü bir biçimde bağdaştırılır. Sonradan, uzun süreli dostu ve bir âşık olan Hyphaeston ile tanıştığında ilişkilerini Achilles ve Patroclus’un ilişkisi şeklinde modelledi. Her ikisi de kendi ilgili olduğu rol modelin mezarını ziyaret etti. Robin Lane Fox’un dediği gibi: ‘karşılaştırma onların ölümlerinden sonraya kaldı ve bu da onların iki âşık olarak yaşadıklarının kanıtı. İskender’in zamanındaki bilgilere göre Achilles ve Patroclus Homer’ın kendisinin asla direk bahsetmediği bir ilişkiden keyif alma konusunda anlaşmışlar.’ İskender’in ricası ile Aristoteles ‘İskender’in tüm mal varlığından çok değer verdiği İlyada adındaki özel bir metin hazırlaması için yardım etti; onun çalışanlarından birisinin dediğine göre bir hançer ve başının altındaki özel İlyada ile uyurmuş.’

Bu şekilde efsanevi karakterleri yaşanmış deneyimlerle özdeşleştirilerek somut gerçeklik kazandırılması ile İskender, sadece yaşamını sanat alemine yükseltmekle kalmadı aynı zamanda sanatı da hayat seviyesine yükseltti. Bu kadar çok romancı tarafından yapılan bir geçişi kolaylaştırmak, kısmen de kurgularının gerçek olduğu iddiasıyla gerçekliğe uyum sağlamaktır. Don Kişot bölümlerinin çoğunun Moorish bir yazarın Arapça’dan çevirilerinden oluştuğu ve olayların yazım zamanından on yıllar önce gerçek bir insanın başından geçtiği iddiası ile başlar.

Seks bebeklerinin gerçek gibi gittikçe artan bir şekilde sunulduğuna dikkat çekmek büyük bir olay değil. Gerçekçi bir derileri, konuşma ve hareket etme yetileri var ve Birleşik Krallık’ın çevresindeki genelevler için hazır edilmişler. Tezat olan da özellikleri; gerçeklik sanatın seviyesine yükseltilmiş, ısıtıcılarla doldurulmuş silikonunda, sensörlerinde ve son olarak da seks deneyiminin duygusal bileşenini sunan programlanabilir ses kutusunda. Seks bebeği ile olan ilişkide tıpkı Anna Karenina ile olana benzer şekilde maşuk size âşık olamıyor; ne karşılıklı bir gelişimin, ne dengini tanımanın ne de başka bir sübjektifliğin olasılığı yok. Onu insan nitelikleri ile donatmak için sevgilinin biri olarak– Pygmalion’unkine benzer olan Ovidius’un eserindeki Afrodit gibi – önemli bir hayal gücü gerekir. Önce bir âşık sonra ise sanatçı olunmalı ancak böyle bir sanat tekbencidir ve bu nedenle kurgu olarak kendi statüsünü gözden kaybedebilir.

Yine de hayal gücü pek çok durumdaki gibi, gerçek ve kurgu arasında ayrımın tehlikeli bulanıklığına yol açabilir. Ve–Wuthering Heights’deki benzer biçimde– onun son derece tehlikeli bir halde yansımasına da sebep olabilir. Ayrıca, Catherine’in Heathcliff hakkındaki ‘kendimden daha ben’ tanımlaması gibi sevmeye layık olan gerçek insan nitelikleri hakkındaki hislerimizi keskinleştirebilir. On İkinci Gece’deki Viola’nın, onun bir -giyinişi ile – erkek olduğunu düşünüp Olivia’nın ona âşık olduğunu fark ettiğinde söylediği gibi:

‘Eğer bu böyle olacaksa/ Zavallı kadın, bir hayale âşık olsa daha iyiydi.’

Eğer ontolojik hataları kişinin yaşam deneyimlerini kısıtlıyorsa o zaman hayallere âşık olmak yalnızca daha iyi bir seçenek olmaz aynı zamanda bu hatalardan kaçmanıza da yardımcı olurlar.

Yazar:     Catherine Brown
Çeviren:  Ömer Murat Urhan
Kaynak:  iainews

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com