Paylaş

Yeni bir kitap Marx’ın Londra’da geçirdiği biçimlendirici yıllara büyülü gerçekçilik perspektifinden hayat veriyor.

Aslında hiç var olmadın mı? Bir makine gibi mi hissediyorsun? Hayatın bir alım satım maddesinden mi ibaret? İşte benim ‘felsefem’ özetle bu noktaya varıyor. Ve hepimiz buna karşı mücadele etmeliyiz.

Karl Marx 1849’da karısı Jenny ve üç çocuğuyla Londra’ya geldiğinde otuz bir yaşında bir mülteciydi. Paris, Brüksel ve Köln’den sürgün edilmiş olan Marx oldukça silik bir figürdü. Marx ailesi Avrupa’da etkili olan devrimsel dalganın devam edeceğini düşünerek Londra’da kısa süre kalmayı planladılar. Buna karşılık devrimlerin bastırılması sonucu İngiltere, hayatının geri kalanında Marx’ın vatanı oldu.

Marx ailesi dünyanın finansal merkezi olan Londra’ya yerleştiğinde aynı zamanda endüstriyel bir merkez olan Manchester’a yakın konuma geldi. Böylece Marx, geri kalan yıllarını hayatı boyunca kuramlaştırmaya ve çökertmeye çalıştığı sistemin içinde geçirdi. Öyle ya da böyle olgun düşüncesindeki kapitalizm algısı, sonradan benimsediği toprakların tarih ve kültürünün tesiri altındaydı. Bu sebeple Kapital’i yazıldığı dil ile olmasa da ana fikir, kaynaklar ve derinden bağlantılı olduğu siyasal ekonomi kapsamında tümüyle bir İngiliz eseri saymak tutarlı olur. 

Jason Barker’ın Marx Geri Dönüyor adlı kitabı Marx ailesinin 1850’lerde yaşadığı kişisel, politik ve finansal karışıklık üzerinde durarak Marx’ın Londra yıllarını canlı bir biçimde yeniden tasavvur ediyor. Barker genelde Marx’ın hayatındaki olaylara değinse de kitap bir biyografi niteliği taşımıyor. Biyografi niteliğinde olması onu Mary Gabriel Mary Gabriel (Love and Capital, 2011), Jonathan Sperber (Karl Marx: A Nineteenth Century Life, 2013), Gareth Stedman-Jones (Karl Marx: Greatness and Illusion, 2016), and Sven-Eric Liedman (Karl Marx: A World to Win, 2018) gibi yazarların katkıda bulunduğu oldukça kalabalık bir alana dahil ederdi.

Buna karşılık Marx Geri Dönüyor, Baker’ın açıklığa kavuşturduğu üzere tarihsel bir roman niteliğinde. Sermayenin doğası, matematik ve ontolojiyi derinlemesine araştırarak Marx’ın perspektifinden düşsel ve gerçek tarihi olayları yaratıcı bir biçimde bir araya getiriyor. Kitap özünde 19. Yüzyılda sürgünü konu alan ailevi bir dram öyküsü. Bu unsurlar bir araya gelerek Marx’ın hayatına yeni bir bakış açısı getirirken aynı zamanda konuya yabancı olanlar için genel bir girizgah sağlıyor.

Kitap, 1989 sonrası Marx ve komünizme olan ilgi uyanışının doruk noktası olan ve yaklaşık olarak on yıl önce ekonomik krizin ardından başlayan dönemle sonlanıyor. (Barker 2011 yapımlı Marx Reloaded adlı belgeselin yazarlığı, yönetmenliği ve yapımcılığını üstleniyor.) Buna rağmen Barker, izleyicinin Marx’ın biyografisi veya yazıları hakkında ön bilgiye sahip olmasını beklemiyor. Kitap boyunca rastlayabileceğiniz dipnotlar Hegel, Bakunin ve Paris Komünü referanslarına açıklık getiriyor. Raoul Peck’in Genç Karl Marx adlı filmini izleyen birinin Marx Geri Dönüyor’u okuması iki eserin kronolojik olarak mükemmel bir uyum içerisinde olması göz önüne alındığında oldukça normal. Hatta kitabı okurken filmdeki karakterleri gözümde canlandırdığımı itiraf etmeliyim.

Fakat Genç Karl Marx gerçekçiliği amaçlayan bir eserken Marx Geri Dönüyor tamamıyla Karl’ın ve kısmen de Jenny’nin subjektif ruh hali tarafından tanımlanıyor. Merkezdeki ve çevredeki tüm karakterler tarihi şahsiyetlerin kurgulanmış versiyonları olduğundan gerçeküstü bir niteliğe sahipken abartılmış kişilikleri gülünç sahnelere yol açıyor.

Engels belirgin bir şekilde zarif ve dalgın fakat oldukça sadık bir arkadaş olarak yer alıyor. Bakunin bir kaç kayda değer yerde görünüyor. Bunların en hatırlanmaya değer olanı Marx’ı 20 Ukraynalı çiftçiden oluşan bir orduyu Rus İmparatorluğunu özgürleştime amacıyla yönetmek üzere askere almaya çalıştığında gerçekleşiyor. Ve Marx’ın dik başlı ve alaycı hizmetçisi, aynı zamanda ev halkının en aklı başında üyesi Lenchen, Karl’ı sürekli olarak ailenin geçimini sağlayamamakla suçluyor.

Elbette bu karakterler Marx’ın kafasının içindeki mücadeleye kıyasla ikinci planda kalıyor. Söz konusu mücadele hikayenin merkezinde konumlanmış durumda. Barker’ın Marx’ı kaçık bir bilim adamı. Kalkülüse siyasal iktisat veya tarihten çok daha fazla takıntılı olan Marx, daima manik bir hararetle kendisine dahi okunmaz olan cümleler ve paragraflar karalıyor, aileye ait mobilyaları, çocukların oyuncaklarını ve en sonunda sırtındaki gömleği rehnediyor.

Bir karaktere söylediğine göre dünyaya kazandırmak istediği “burjuva toplumunun özüne işleyecek, sosyal güçlerin gelişimi ve evrensel bağlamda üretim ilişkileri gibi gerçek devinimleri kavrayacak, sistematik bir yapıt.” Nihayetinde bu yapıt Kapital’in ilk cildi olarak somutlaşıyor. Fakat Marx’ın akıl sağlığı, kişisel ilişkileri ve politik hedeflerinin tesiri altında gelişiyor. Sürgündeki yoldaşlarının Marx’ın projesine karşı çok az tahammülü olduğu kısa sürede ortaya çıkıyor.

Beklendiği üzere Londra Marx’ın her gün rastladığı yoksulların, esnafın, hancıların ve işçilerin iniltileriyle dolup taşan kanlı canlı bir şehir olarak hikayenin arka planını oluşturuyor. Bunlardan bir çoğu Marx’ın çalkantılı ruh halinin birbirine düşürmek üzere yarattığı gölgeler olarak isimsiz kalıyor. Sermaye tekrar tekrar her yerde var olan, hızlanan bir tren; doğaya egemen olmayı ve politikadan aileye sosyal dokuyu kökten değiştirmeyi hedefleyen bir yaratıcı yıkım aracı metaforunda ortaya çıkıyor. Fakat yalnızca Marx’ın hayal gücünde de olsa öteki alternatifini getiriyor. Bir hayalde Lambeth’in gecekonduları ve East End “işi bırakmayı reddeden, işlevsiz ve vahşi, yaşayan ölülerden oluşan bir işçi sınıfına; toplumu ele geçirmeye yarayacak araçların üretiminden başka bir şey düşünmeyen isyancı güce” hayat veriyor. Doğal olarak sermaye tarafından yaratılan ancak sermayenin kontrolünden çıkan bu proleter Leviathan Westminster Sarayı’nı ateşe vermek üzere ilerliyor.

Barker kitap boyunca Marx’ın gözde alıntılarına içinde bulunduğumuz döneme uygun düşmeyen bir biçimde ve yeni bağlamlarda yer veriyor. “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor” Londra’nın mazlum ve ilkel Lambeth Marsh’ında gümbürdeyen bir lokomotifi görmesini takiben doğuyor. Sabahların avlanmakla, öğleden sonraların balık tutmakla ve satranç oynamakla geçtiği huzurlu hayal Jenny tarafından anlatılıyor.

Tarihi kayıtlardan böyle oyunbaz bir şekilde uzaklaşmalar Marx’ın fikirlerine yeni bir öncelik kazandırmak için yapılsa da zaman zaman, örneğin “din toplumun afyonudur” bir rahip tarafından dile getirildiğinde, beceriksizce görünüyor. Buna rağmen hikayenin hayalvari karakterine katkı sağlıyor ve içindeki karakterlerin devamlı olarak hızla değişen dünyayı anlamlandırmaya ve içsel dünyalarını diğerlerine anlatmaya çalıştıkları yoğun, büyülü ve gerçekçi bir sis perdesi oluşturuyor. Söz konusu karakterler çoğunlukla başarısız olarak anlatı ağından ziyade empresyonist bir taslağa doğru yönelen dolambaçlı bir hikaye oluşturuyor.

Marx Geri Dönüyor kahramanına değer biçmek yerine ana karakterini son derece kusurlu bir kişilikle sunuyor. Barker’ın Marx’ın borç batağına saplanmış, ruhsal olarak bitkin, yoldaşlarına karşı tahammülsüz, karısına karşı sadakatsiz, çocuklarına karşı çoğu zaman ihmalkar ve çıbanları tarafından sürekli işkence gören biri. Barker aynı zamanda devrimci anlayışın talepleri ve Jenny ve Lenchen tarafından yaratılan tazmin edilmemiş ev işi arasındaki gergin ilişkiye dikkat çekiyor. “Sevgi paylaşımı ve karşılıklı ihtiyaç hesaplanamazdı. Marx’ın Helene’in maaşını hesaplama beklentisinde olması nasıl mümkün olabilirdi?” Barker bir noktada Marx’ı meraklandırıyor. Fakat Barker’ın Marx’ı kalkülüs ve sonsuzluğa olan takıntısının paylaşılan ve cinsiyetçi devrimsel politikaya teğet olduğu paradoksunu sonuca ulaştırmak yerine bu sorunu bir kenara itiyor ve bir daha gündeme getirmiyor.

İronik bir biçimde bu karakter kusurları Marx’ın tamamıyla sempatik bir izlenim bırakmasa da akranımız olarak görünmesine yol açıyor. Çünkü Marx, kapitalizmin sınırsız ürün seçeneği ve kesintisiz eğlence yoluyla yatıştırma vaadine rağmen günümüzle aynı baskılardan, nevrozlardan ve kaygılardan muzdarip halde. Bir noktada kapitalizme “maddiyatçı arzuların işlenmesi” tanımı yapılıyor. Bu, yirmi birinci yüzyılda on dokuzuncu yüzyıl için olduğundan çok daha tutarlı bir tanım. Karl ve Jenny 19. Yüzyıl burjuva deneyimi çerçevesinde içinde büyüdükleri toplumun gözlerinin önünde  mutasyona uğradığı bir zamanda aşağı yönlü hareketlerinin son derece farkında olan eğitim ve “kültür” insanları.

Marx Geri Dönüyor, Paris Komünü’nün haberlerinin Londra’da yaşlanmakta olan, dikkat ve ün kazanmaya başlamış ve hayat dolu Marx’a ulaşmasıyla moral verici bir şekilde sonlanıyor. Kitabı otuz bin komün üyesinin katledilmesinden yalnızca günler önce Paris halkına yaklaşan milli ordu saldırısı karşısında kendilerini savunmaları çağrısıyla bitirme fikri oldukça çarpıcı. Avrupa tarihinin ilk işçi sınıfı hükümetinin acımasızca bastırılması yirminci yüzyılın dehşet ve yıkımını öngörüyor. Fakat roman Komün’ü tarihi bir olay olarak yürürlüğe sokarak onu yarım kalmış bir siyasal proje olarak sunuyor. Aynı zamanda Marx’ı sonradan gelen işçi sınıfı militanlığı ile ilişkilendirerek bir muhatap olarak “geri dönmesini” sağlıyor.

Bir noktada çaresiz bir Marx “şimdinin teorisyeni olmaktansa “ölümünden sonra” yazar olarak anılan ve gelecek nesiller içi Devasa Fosil Sürüngen gibi kazılarak çıkarılan geçmişin tuhaf gözlemleyicisi olduğunu” düşünüyor. Fakat günümüzde Marx, antika meraklısı bir düşünür olarak değil aktivistler, bilim insanları ve vatandaşlar tarafından kapitalizm ve krizlerinin payidar analisti olarak okunuyor.

1990’lar ve 2000’ler bize kapitalizmin tarihi gerekliliğine ve içkinliğine inanma lüksümüzün olmadığını öğretti. Buna karşın içinde bulunduğumuz on yıl, kapitalizm ve meydana getirdiği egemenlik ilişkilerinin insani gelişim ve gezegenin korunması açısından uzun vadeli güvenilir çözümler olmadığını belirtiyor.

Belki de sermaye treninin uçurumun kenarına doğru paldır küldür ilerleyişini durdurmak için zamanımız vardır. Veya belki de sonraki medeniyetler yitip gitmiş uygarlığımızın eserlerini çıkarıp sergileyecek, Marx’ın zamanındaki Viktoryenlerin nesli tükenmiş “mezozoik sürüngenlerin” kalıntılarına ulaştığında yaptığı gibi kasıtlı ölümümüz karşısında hayrete düşecekler.

Yazan: Rafael Khachaturian
Çeviren: Göksu Nur Kayacılar
Kaynak: jacobinmag

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com