Lacan’a felsefi açıdan yaklaşmak her zaman tehlikeli olmuştur. Kendisi bir anti-filozoftur ve kimse bu adlandırmayı hafife alma hakkına sahip değildir.
Lacan’ı Pre-Sokratiklerle ilişkilendirmek hala daha riskli bir girişimdir. Lacan’ın çalışmalarında bu düşünürlere yapılan atıflar nadirdir, dağınıktır ve hepsinden önemlisi kendilerinden başka bir şey tarafından aracı edilmektedir. Dahası, retorik bir çıkmazın tüm cazibelerini barındıran Lacan ve Heidegger arasındaki gizli anlaşmazlıkta insanın düşüncesini kaybetme riski vardır.
Lacan’ın metinlerinin kapsamı üzerine bu perspektife ulaştıktan sonra, bunun bir yerelleştirme, bir semptomun ilgisiz incelemesi olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir.
Lacan’ın Pre-Sokratiklere atıflarının açığa vurucu gücü bir sırdır –neredeyse şifrelenmiş diyebilirim. Üç düşünür çağrılır: Empedokles, Heraklitos ve Parmenides. Bu çağrının kendisi dört ana problemin içinde sıkışmış durumdadır. Birincisi şöyle formüle edilebilir: Psikanaliz hangi birincil düşünce dürtüsünün varisidir? Bu soru, Descartes ile girdiğimiz öznenin modern çağı veya Lacan’ın bilimin öznesi olarak adlandırdığı noktanın çok ötesine ulaşır. Tabii ki, psikanaliz sadece bu modernitenin unsuru içinde ortaya çıkabilir. Ancak, düşünme isteğinin (vouloir-penser) genel bir figürü olarak bizim tarafımızdaki en birincil olanla gizemli bir şekilde yüzleşir. Burada, psikanalizin katı bir şekilde Batılı düşünce tarihindeki yerini belirlediğimizde, neyin mevzubahis olduğunu bilmek bir sorudur; psikanaliz, Batılı düşünce tarihinde tamamen felsefe tarafından oluşturulmamıştır ama, daha ziyade vurgulanmış bir kırılmayı işaret eder.
İkinci problem, Lacan için belirleyici olan psikanaliz ile Platon arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Rekabet ve çekişme güdümlü bu ilişki istikrarsızdır. Lacan’ın Pre-Sokratiklere atıfları, bu istikrarsızlığın arkasındaki esasları netleştirir.
Üçüncü sorun, elbette, Lacan’ın Heidegger ile ilişkisine kesin bir sınırlama getirilmesidir. Kaderimizin firar ettiği unutulmuş kaynak olarak Pre-Sokratiklerin yeniden etkinleşmesini Heidegger’e borçluyuz. Burada Lacan ile Heidegger’i “karşılaştırmak” mesele değil ise -ki bu anlamsız olurdu- tek başına kökenler teması bizi, birinin diğerine atıfta bulunmaya ve diğerini çevirmeye neyin yönelttiğinin bir ölçüsünü bulma arayışına zorlar.
Son olarak, dördüncü problem psikanalizin tartışmalı boyutuyla ilgilenir. Psikanaliz hangi ilkel düşünce bölümüne göre kendi tavrını ortaya koyar? Psikanaliz, kendisinden uzun zaman önce gelmiş ısrarlı bir çatışma içinde yazılabilir mi? Kuşkusuz Lacan burada Parmenides ve Heraklitos arasındaki kanonik muhalefetten yararlanıyor. Lacan, son derece açık bir şekilde ikincisini seçiyor.
Freud’un işi yeni bir temeldi, bir kırılmaydı. Fakat aynı zamanda, kendisinden önce var olan bölünmelere ve bölgelere dayanan düşünce içindeki bir yönelimin ürünüydü.
Lacan’ın Pre-Sokratiklere atıfları, -ve bunların zorlukları burada yatar -psikanaliz içinde gerçekten devrimsel olan şeydense kıtasal erişim diye adlandırabileceğimiz diyalektik süreklilik içinde psikanalizi neyin yazdığını kanıtlar.
***
Lacan’ın psikanalitik keşiflerinden Pre-Sokratiklerle rezonansa girmesi sağlanabilenler iki tema etrafında gruplandırılabilir: Söylemin önceliği ve gerçek sürecindeki sevginin işlevi.
Lacan, söylemin gücünü varlığın kavramıyla [la prise sur l’être] tanımlayan Pre-Sokratiklerin masum cesaretini çeşitli vesilelerle över. Bu sebeple, aktarım üzerine olan seminerinde şöyle yazar: “Platon’un ötesinde, arka planda, masumiyetinde görkemli bir çabamız vardır ki, bu umut fizikçiler olarak adlandırılan ilk filozoflarda bulunur. Sonuçta deneyim ölçme aracı olan bu çaba, söylemin garantisi altında gerçek üzerinde nihai bir kavrayış bulmaktır.” [1]
Peki biz “görkemli” ve “masum” arasındaki bu tuhaf dengeyi nasıl karakterize ederiz? Görkemli yönü, “Gerçek’in” sorusunun dilin sorusu ile aynı ölçü ile ölçülebilir olduğu kanısındadır; masumiyet ise gerçek prensibi olan matematikselleştirmeye göre bu kanıyı taşımamıştır. Lacan için matematikselleştirmenin Gerçek ile düşünülebilir herhangi bir ilişkinin anahtarı olduğunu hatırlarsınız. Bu noktada hiç değişmedi. Encore seminerinde, en ufak bir çekincesi olmadan şöyle der: “Matematikselleştirme, Gerçek’e tek başına ulaşır.” [2] Matematikselleştirme olmadan, mektubu kavramadan (la prize de la lettre), Gerçek, bir fantezinin yönlendirdiği sıradan bir gerçekliğe esir kalır.
Bu, Pre-Sokratik fizikçilerin, bize dünyanın fantezisini sağlayan efsanevi anlatı sınırları içinde kaldığı anlamına mı gelir? Hayır, çünkü geleneksel bilgiyle beraber matematiğe ilişkinlik ne kadar masum olsa da özgün bir kırılmanın taslağını çizerler.
Sonuncu nokta önemlidir. Lacan, Pre-Sokratikleri bir geleneğin kurucuları ya da kendi içlerinde kayıp bir gelenek olarak düşünmez. Gelenek, dünya fantezisinin gerçekliğini çevirendir (fait tra-diction). Pre-Sokratikler, söylemin saf üstünlüğüne güvenerek tüm geleneksel bilgi biçimlerini kırmak adına görkemli bir cesarete sahipti.
Yazıları matematikselleştirmeye bu nedenle delalet eder, sonuncu nokta tam anlamıyla bulunmasa bile. Önsezi, paradoksal evirtim içinde şiirsel formun kullanımıyla ortaya çıkar. Heidegger‘in yaptığı gibi, Pre-Sokratik şiire Platon’un matematiğiyle karşı olmaktan çok uzak olan Lacan, şiirin Pre-Sokratikler için matematikselleşmeye eldeki en yakın şey olduğu konusunda güçlü bir fikre sahiptir. Şiirsel form görkemlinin masumiyetidir. Şiirsel form Lacan için, ifadelerin açık içeriğinin bile ötesine geçer; çünkü matematiğin düzenliliğini öngörür. Encore’da şöyle yazar: “Neyse ki Parmenides gerçekten şiirler yazdı. Matematiksel artikülasyona, birbirini izleyen sıralı değişime, sıralı değişimden sonra çerçevelemeye yakın benzerliği olan dilbilimsel cihazları -dilbilimcinin görüşü burada öncelik kazanıyor– kullanmıyor mu? Bu kesinlikle Parmenides’in söyleyeceklerini en az aptalca tavırla söyleyen bir şair olmasındandır. Aksi takdirde, olmanın var olduğu ve olmamanın var olmadığı fikirlerini, sizin için ne anlama geldiğini bilmiyorum, ama şahsen ben aptalca buluyorum.” [3]
Bu metin gerçekten de kendi aptallığının izinde masumiyetini kaydeder. Parmenides’in varlık üzerine savında, fantezisel gerçeklikle hala düşünülmemiş bir bağı olması bakımından gerçekdışı bir şey vardır. Ancak şiirsel form, matematiğin görkemli beklentisini içerir. Değişim, ardıllık, çerçeveleme: şiirsel retorik figürleri sanki bilinçdışı bir şimşek çakması gibi, gelecek olan bir matematikselleşmenin özellikleriyle damgalıdır; Parmenides, şiir yoluyla, Gerçek’e ilişkin düşüncenin kavranmasının sadece mektubun düzenlenmiş gücü ile kurulabileceğini kanıtlar. İşte bu nedenle Pre-Sokratikler övülmelidir: Basit bilgi aktarımını içeren herhangi bir figürden düşünceyi serbest bırakmak istediler. Düşünceyi, matematiğin geçici eksikliği için şiirsel kalan mektubun koşullu bakımına emanet ettiler.
Pre-Sokratiklerin ikinci temel yeniliği, sevginin gücünü gerçekliğin işlevinin yattığı bir varlık ilişkisi olarak ortaya koymaktı. Burada yol gösteren referansımız tabii ki aktarım üzerine çalışmasıdır. “Phaedraos, sevginin Parmenides’in Tanrıçası tarafından hayal edilen tanrıların ilki olduğunu ve sevgi ile gerçeğin, sevgi ile diğer işlevlere kıyasla gerçeğin daha radikal yapısı olduğunu söyler. Jean Beaufret bunu Parmenides hakkındaki kitabında, inanıyorum ki, daha doğru bir şekilde tanımlar.” [4] Aslında Lacan, Pre-Sokratiklere sevgiyi gerçeğin ne olduğu sorusuna iki yoldan bağlamalarına itibar eder.
Her şeyden önce, Lacan’ın söylediği gibi, Pre-Sokratikler, sevginin oluşu kendisiyle yüzleşmeye getiren şey olduğunu görebildiler; bu Empedokles’in ‘uyum ve harmoninin gücü’ olarak geçen sevgi tanımında ifade edilir. İkincisi ve her şeyden önemlisi, Pre-Sokratikler, cinsiyetler arasındaki farkın gizemi olan “İkili”nin serbest bırakılmasının aşk olduğunu belirtti. Sevgi, herhangi bir yüce ilişkinin delinmiş veya tamamlanmamış olduğu ölçüde alınan bir ilişkisizliğin, cinsel ilişkisizliğin ortaya çıkmasıdır. Sevgiyi gerçeğin sorusu ile hizalayan bu delik, “Bir”in yıkımıdır. Burada bir ilişki yerine ilişkisiz olmanın getirdiği şeylerle uğraştığımız gerçeği, bilginin nefret figüründe yaşanan gerçeğin bir parçası olduğunu da söylememize izin verir. Nefret, sevgi ve cehaletle birlikte, ilişki gibi hayal edilen ilişkisizlik olarak ilerlediği ölçüde gerçeğin tutkusudur.
Lacan, gerçeğin bu gücünü sevgiyi nefretle ilişkilendiren kıvrılma şeklinde sembolik olarak Empedokles’e atfeder. Empedokles, varlığımız ve varlığımızın gerçeği hakkında neler söylenebileceği sorusunun, bir ilişkisizliğin, orijinal bir uyumsuzluğun tanımını öngördüğünü gördü. Sevgi/nefret gerginliği bu uyumsuzluğun olası isimlerinden biridir, eğer insan diyalektik uzlaşmazlıkların şemasına göre bunu yanlış yorumlamaya son verirse.
Freud, Lacan’ın vurguladığı gibi Empedokles’te dürtülerin karşılığına yakın bir şey olduğunu fark etmişti. Rome Reports’da, Lacan Empedokles tarafından M.Ö. 5. yüzyılda evrensel hayatın değişimlerinin tabi tutulduğu iki prensibin çatışmasının (Freud’un) yeni anlayışının açık dayanağı olduğuna değinir. [5] Burada söz konusu olanın gerçeğin şekline erişim olduğunu göz önüne alırsak, Empedokles’ın sevgi ve nefretin (philia ve neikos) eşleştirmesinde tanımladığı şeyin erişim tutkusunun aşırısına benzer bir şey olduğunu söyleyebiliriz.
Şüphelenilebilir ki, Lacan bu referansı, uyumsuzluğa ve gerçeğin anahtarı olarak ilişkisizliğe daha fazla vurgu yapacak şekilde yeniden ayarlar. Bu amaçla, Empedokles ve Heraklitos’u geçici olarak eşleştirir. Empedokles, bir ilişkisizlik gerekliliğinin atfedildiği iki terimi ayrı tutar; Empedokles, bir gerçeklik tarafından konuşlandırılmış erişimin iki tutkusunu belirtir. Heraklitos ilişkisizliğin ilişki üzerine kurduğu kronolojik üstünlüğünün düşünürüdür ve uyuşmazlığın önceliğini devam ettirir. Aggressivity in Psychoanalysis metninde ölüm dürtüsü hakkında “İnsanın kurucusu olduğu hayati çatlama insan için önceden oluşturulmuş bir ortam fikrini düşünülemez kılar. Bu çatlama, Efeslilerin harmoniden evvel inandığı Heraklitosçu ‘uyumsuzluk’ görüşünün bir kez daha parlamasını sağlayan negatif libidodur.” diye bahsedilir. [6] Lacan’ın çalışmalarında, negatif libido sürekli Heraklitos’a bağlanır. Kısacası, sevgi, nefret, gerçeklik ve bilgi arasındaki bağlar, Empedokles tarafından kurulmuştur ve daha sonra uyumsuzluğun ve ilişkisizliğin birincil düşünürü Heraklitos tarafından radikalleştirilmiştir.
Pre-Sokratiklerin ölüm dürtüsüyle ilgili öngörülerine bir diğer kanıt da onların Tanrı hakkındaki yazılarından çıkartılan sonuçlarda yatar. Empedokles’in Tanrısı nefret hakkında hiçbir şey bilmez ve böylelikle erişme arzusundan dolayı olan aşırılığın düğüm noktasıyla da ilgili hiçbir şey bilmez. Dolayısıyla, böyle bir Tanrının gerçeğe erişiminin buna paralel olarak sınırlı olduğu beklenebilir. Bu, tam olarak, Lacan’ın, Aristotles’in yorumunu destek alıp ileri sürdüğü ve Encore’da Empedokles’e bağladığı şey. Encore’da:
“Empedokles diye biri vardı, tesadüfmüşçesine Freud’un işlerinde zaman zaman bir tirbuşon gibi kullandığı. Empedokles’in işlerini üç satırdan biliyoruz ama Aristotles bunların sonuçlarını çok iyi çıkarıyor. Aristotles, Empedokles’e göre Tanrının nefrete dair hiçbir şey bilmediği için tüm varlıklar arasında en cahili olduğunu ileri sürer. Empedokles’e göre Tanrı nefreti bilmiyorsa, bu konuda ölümlülerden daha azını biliyor demektir.” [7]
“Tanrının cehaleti hakkında bu düşüncelerden çıkarılabilecek şaşırtıcı sonuçlar için okuyucuyu François Regnault’ın Dieu est inconscient adlı fevkalade kitabına yönlendiriyorum.” [8]
Ancak, burada önemli olan, matematiğin serbest işleyişinin şiirsel öngörüsünü fark ettikten sonra, Lacan’ın cinsel uyumsuzluğun doğasında olan gerçek kaynakları için geniş kapsamlı çıkarımlara sahip bir sezgi ile Pre-Sokratiklere itibar ettiğini gözlemlemektir.
***
Psikanaliz ve Platonizm arasındaki ilişkiyi sabitleme problemine dönelim.
Heidegger’in stratejisinde Pre-Sokratikler, Platon’un metinlerinin yapısal çözümlemesini yapmak adına ve bunun yan etkisi olarak, metafizik sisteminin oluşumunu tasarlamak için de konuşlandırılmıştır. Peki, Lacan da buna benzer bir işlem yürüttü mü? Cevap karışık.
Lacan hiçbir zaman yalnızca felsefi amaçlar peşinede koşmaz. Öyleyse, Lacan’ın amacı Platon’u dikkatle incelemek değil; Platon ile muğlak rekabetini sürdürmektir. Zira Platon’un ve psikanalizin en az iki ortak kavramsal girişimi vardır: sevgiyi aktarım olarak düşünmek ve Bir’in dolambaçlı yolunu keşfetmek. Bu iki noktada, Lacan’ın Freudyen yol dediğinin Platoncu yoldan farklı olduğunu saptamak Lacan için çok önemlidir.
Ancak sonuçta, Lacan’ın psikanaliz ve Platonizm arasındaki sınırı çizmekte zorlanırken Pre-Sokratikleri yardıma çağırdığı eldeki mesele olmayı sürdürür. Ayrıca, bu sınırlama girişimindeki esas bahsin bir kere daha ilişkisizlik, uyumsuzluk, kavramsız başkalık ve sonuç olarak, bilgi ile gerçeğin bağının koparılmasıyla ilgilendiği açık.
Lacan, bilgi ile tamamlanma arzusunu ve böylelikle bilginin gerçek ile özdeşleşmesini (bunun kendisi tam bir hakimiyet ürünüdür) Platon’a dayandırır. Platon’un gözünde “düşünce” aynı anda hem bir bilgi normu hem de a reason d’être anlamına gelen eşsesli bir boyuttur. Lacan’a göre ise böyle bir boyut sadece farazi olabilir; Sanki bilgi ile gerçek arasındaki boşluğu tıkayan bir tıpa gibidir. Hakiki uyumsuzluğa yanıltıcı bir huzur getirir. Lacan’a göre, Empedokles ve Heraklitos’un uyumsuzluğun harmoni üzerine kurduğu üstünlük ile ilgili savlarının ışığında Platon’un duruşu zayıflar.
Böylece hem Lacan hem de Heidegger için olduğu gibi, Pre-Sokratikler ve Platon arasında bir şeylerin unutulduğu veya kaybolduğu kesindir. Ama bu, varlığın anlamı değildir. Bu, daha ziyade, ilişkisizliğin anlamı, ilk ayrılmanın veya aralığın anlamıdır. Aslında, kaybolmuş şey cinsiyetler arası ayrımın kabulü düşüncesidir.
Pre-Sokratikler ve Platon arasında, ayrımın düşünülüşünde bir değişim meydana geldiği söylenebilir. Bu, Lacan için temeldir, çünkü gösterici ayrım tarafından kurulmuştur. Empedokles ve Heraklitos, nesnenin kendisi içinde, kimliğin ayrım tarafından doldurulduğunu varsayar. Nesne, düşünceye maruz kalır kalmaz sadece ayrım ile tanımlanabilir. Argümanın bu hattını Platon’un göremediği söylenebilir; çünkü Platon “düşünce”nin kimliği içinde ayrımın tanımlanma olasılığını ortadan kaldırır. Platon ayrımı tanımlarken Pre-Sokratiklerin kimliği ayırt ettiğini söylemek mümkün. Bu, belki de Lacan’ın Heraklitos’u yeğlemesinin kaynağıdır.
Lacan’ın ilk seminerinde, kavram ve nesne arasındaki ilişki, kimlik ve ayrımın eşleşmesinde yeniden yer bulur ve Lacan şöyle ekler: “Heraklitos’a göre eğer mutlak hareketliliği nesnelerin varlığına sunarsak, dünyanın akışı sanki aynı durumun üzerinden iki kere geçmez, bu tamamen kimlikteki ayrımın nesne içinde çoktan doldurulmuş olduğu içindir.” [9] Burada, Lacan’ın “düşünce”nin sabit noktasına göre (Platon’da olduğu gibi) ayrımın sonsuz tanımını, nesnenin kendi ögesi olan mutlak ayrışıklık süreciyle nasıl karşılaştırdığını görürüz. Kimlik ve ayrım arasındaki ilişkinin Lacancı kavrayışı, (ve böylelikle nesnenin içinde, bir ve çokluk arasında) Plato’nun aksine, Heraklitos’un evrensel hareketliliğinde destek bulur. Bu, Lacan’ın, Schreber’in tanrısı hakkındaki “On a Question Preliminary to Any Possible Treatment of Psychosis” metninde gözlemlediğidir. Schreber’e göre Yaratıcı “çeşitliliğinde eşsiz, birliğinde çeşitlidir (Schreber’in tanımladığı bu özellikler, Heraklitos’un tanımladıklarını anımsatır).” [10]
Aslında, Heraklitos’da düşünmemizi sağladığı şey (ve aksine Platon’un engellediği şey) ölüm dürtüsüdür. Platoncu açıdan ayrımı düşünce üzerinden tanımlama çabası ölüm dürtüsüne alan bırakmaz. Buna karşılık, Heraklitosçu uyuşmazlık ölüm dürtüsünün her etkisini öngörür. Seminar IV’te, Antigone’nun mezarındaki intiharından ve onun içinde ne olduğu konusundaki cehaletimizden bahsederken Lacan, Heraklitos’un aforizmalarından daha iyi bir kaynak olmadığını iddia eder. Bu aforizmalar arasında, en işe yarar olanı Fallus ve ölüm arasındaki korelasyonu belirtendir. Çarpıcı şekliyle: “Hades ve Dionysus birdir ve aynıdır”. Ayrımın otoritesi, ölüm tanrısının kimliğinde hayati coşkunun tanrısıyla beraber, Fallus’un çifte yatırımını Heraklitos’un algılamasını sağlar. Örneğin, Lacan, Bacchus’un törenleri hakkında “Heraklitos sözü, eğer Hades’e gönderme veya coşkunun merasimi olmasaydı, tiksindirici bir fallik merasimden başka bir şey olmazdı demeye kadar götürür.” der. [11] Lacan’a göre, ayrımın kimliğin karşısındaki Platoncu itaati böyle bir noktaya gelmekten acizdir.
O zaman Pre-Sokratikler kendi köklerinden, Platon’un geniş kapsamlı yönelim kaybından yeniden inşa edecek yeterli materyali sağlar. Bu anlamda, Pre-Sokratikler, psikanalizin tartışmalı soyağacının bir parçasını oluşturur.
***
Heidegger’e dönersek, Lacan’ın özellikle Heraklitos ile ilgilenen Logos’unun çevirisini yaptığını hatırlamalıyız. Lacan ve Heidegger arasında üç esas bağlantı kurulabileceğine inanıyorum. Onlar psikolojik baskıyı işe karıştırır, “Bir” ve “ölüm için varlık” (l’être-pour-la-mort), ve Üçünün de Pre-Sokratikler ile dolaylı ilgisi vardır.
Öncelikle, Lacan, Freudyen bastırma teması ile gerçeğin ve unutmanın Heideggerci söylemi arasında en azından bir benzerlik olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebileceğine inanır. Heidegger’in belirttiği gibi, unutmak nehrinin adının (Lethe) gerçek (aletheia) kelimesinin içinde geçmesi Lacan için kayda değerdir. Bu bağlantı ilk seminerde belirginleştirilir. Freudyen anlayıştaki baskılama analizinde, Lacan’ın “varlığın habitatı içine kelimelerle her girişte, bir unutma payı vardır, her aletheia’yı tamamlayan bir lethe gözlemine denk geliriz.” [12] Böyle bir baskılamaya, haklı olarak, ‘birincil’ denir. Bunun birincil karakteri Heidegger’in kökeninde gerçek ve örtüleme arasında kurduğu korelasyonla bağdaşır. Bu korelasyon Pre-Sokratiklerin etimolojik yorumu boyunca sürekli pekiştirilir.
İkinci olarak, Lacan, Heidegger’in Heraklitos üzerine olan yorumundan ‘Bir’ ve Logos temaları arasındaki yakın bağ düşüncesini alır. Bu, Lacan için önemli bir tezdir. Bu, daha sonra yapısal bir şekilde formüle edilir: “Bir” de olan şey” (il y a de l’Un) aforizması sembolik düzenin temelidir. Ama Lacan, Seminar III’de Schreber vakasındaki tartışma ile başlayarak, Heidegger’in Heraklitos okumasını tasdikler. Schreber’in sadece bir muhatabı olduğu gerçeğini yorumlayarak ekler:
Bu Birlik (Einheit) ilgilenmesi çok zevkli bir şey, eğer çevirisini yaptığım ve La Psychanalyse bülteninin ilk sayısında yayınlanacak olan Heidegger’in Logos’undaki metni düşünürsek. Ayrıca Schreber’in hezeyanının, kendi yöntemiyle, bir bütün olarak özne ve dil arasındaki bir ilişki biçimi olduğunu görebiliriz.[13]
Klinik pratiğin en samimi kısmında -psikoz ile ilgilenen- Heraklitos’un aforizmalarının açıklayıcı gücü, Heidegger’in desteklediği gibi, şimdi tekrar ortaya çıkıyor.
Nihayet, Lacan, Freudyen ölüm dürtüsü kavramıyla Dasein’i “ölüm için varlık” olarak tanımlayan Heidegger’in varoluşsal analizine bağlayabileceğine inanır. Empedokles’in sembolik figürü “Roma Raporunda” bu bağlantının vektörü olmaya yarar: “Empedokles, kendini Etna Dağı’ndan atarak insanların hafızasında bu ‘ölüm için varlık’ hareketi ile sonsuza kadar var olur”. [14]
Fark edersiniz ki, Heidegger’in üç vakasında -gerçek ve unutmak, Bir ve Logos, ölüm için varlık- Pre-Sokratikler gerekli referanslardır. Pre-Sokratikler gerçekten de öyle bir boyuta kadar gereklilerdir ki insan, Pre-Sokratiklerin Lacan ve Heidegger arasında bir dikiş noktası veya yansıtma olduğuna mı, yoksa tam aksine, Lacan’ın psikanalizin Pre-Sokratik soyağacına erişimini sağlayan tarafın Heidegger olduğuna mı karar veremez. Ben, kendimce, ikinci hipoteze doğru eğiliyorum.
***
Lacan psikanalizi, aslen Pre-Sokratikler tarafından bilgilendirilen karşıtlıklar ve uzlaşmazlıklarla belirlenen bir düşünce kaderi içinde yazmayı amaçlar. Bu bakış açısında iki kritik karşıtlık vardır: Birincisi, gördüğümüz gibi, uyumsuzluğun Pre-Sokratik anlamını Platoncu şemadaki kimliğin baskınlığıyla karşılaştırmak. Ama, Pre-Sokratiklerin sıralamaları içinde Heraklitos’u Parmenides’in karşısına koyan ve belki de hala daha derin olan bir karşıtlık var. En açık metin Seminer XX’de:
[Düşüncenin yalnızca düşünmeye atfedilerek bilim ile aynı yönde hareket ettiği gerçeği -başka bir deyişle, varlığın düşündüğü varsayımının gerçeği- Parmenides’ten başlayarak felsefe geleneğini kuran şeydir. Parmenides haksızdı ve Heraklitos haklıydı. Bu, 93. kısımda, Heraklitos’un “o ne ilan eder ne de saklar, o gösterir” (oute legei oute kruptei alia semainei) -kazanan tarafın kendisinin söylemini geri yerine koyar- o anax ou to manteion este to en Delphoi, – “Prens” -başka bir deyişle, kazanan -“Delphi’de kehanette bulunan kişi” diye düşüncelerini açıkça belirtmesiyle perçinlenir.] [15]
Lacan’ın felsefe geleneğinin temelini Platon’a değil de Parmenides’e atfettiğini fark etmek ilginçtir.
Başlangıçta dediğim gibi, Pre-Sokratiklerin görkemli masumiyeti bilginin geleneksel formlarıyla kırılmıştır. Ancak, Parmenides’in kendisi de geleneğin kurucusudur. O zaman, iki kırılmanın yerini saptamamız gerekiyor. Bir yandan, Pre-Sokratikler mitik ifadeler ve/veya dünyanın farazi gerçekliğini çeviren mit geleneği ile kırılır. Ama, öbür taraftan Pre-Sokratiklerin en azından biri, Lacan’ın sırasıyla koptuğu bir gelenek kurdu: felsefi gelenek. Çünkü Lacan bir anti-filozoftur. Fakat bu anti-felsefe, belirli bir anlamda Heraklitos tarafından çoktan ortaya konmuştur. Varlığın gerçeğin isteği (l’être pense, an manque le réel) adına düşündüğü felsefi fikirdir. Bu düşünceye karşıt, Heraklitos, ne ifşa ne örtbas ama bir hareket olan ifadenin diyagonal boyutunu hemen öne sürer. Aynı şekilde, psikanaliz prosedürünün kalbi hareketin kendisinde yatar. Heraklitos böylece efendinin ve Delphi’deki kehanetin hak talebini, ama aynı zamanda filozofun düşündüğü varsayılan varlığın sesini dinleme hak talebini de yerine koyar.
Nihayet, Lacan bütün felsefe tarihiyle kurduğu gibi Pre-Sokratiklerle de ikili, hatta iki-yüzlü bir ilişki kurar. İki ismin arasındaki ilişki bunu somutlaştırır: Heraklitos ve Parmenides. Heraklitos psikanalizin soyağacının bileşenlerine değinirken Parmenides felsefenin geleneksel kurumunu kapsar. Lacan, aynı prosedürü Plato ile ilişkisini dengelerken de benimseyecektir. Bunu iki isme paylaştırarak yapar: Sokrates, analistin söylemi ve Platon, efendinin söylemi.
Ancak bu iki-yüzlü ayrım göstericinin içinde yürütülen bir işlemdir. “Parmenides haksız, Heraklitos haklıdır.” der Lacan. Bunu, psikanaliz bakış açısından düşünüldüğünde felsefenin bu yanlış unsuru içinde durgunlaşan mantığın bir formu gibi gözüktüğü anlamı çıkarmamalıyız? Ya da kendi illüzyonunun labirenti içinde, hiçbiri Gerçek ile arkasındaki sebebi tanımak için yeterli temas kurmaz mı?
Öyleyse, bizim için dağınık ifadelerin atfedildiği uygun isimlerin bir karışımı olarak kalmaktan biraz daha fazlası olan Pre-Sokratikler, Lacan’a resmi bir rezervuar olarak hizmet ediyor. Bu isimlerin -Empedokes, Heraklitos, Parmenides- tam ağırlığı ve önem izlenimi, Lacan’ın anti-felsefenin içsel diyalektiklerini şekillendirmesine ucu ucuna yetecek kadardır.
Notlar:
[1] Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre VIII Le transfert, 1960-1961, ed. Jacques-Alain Miller, (Paris: Seuil, 2001), pp. 98-9.
[2] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan Book XX: On Feminine Sexuality, the Limits of Love and Knowledge, 1972-1973, trans. Bruce Fink (New York, 1999), p. 131.
[3] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan Book XX, p. 22.
[4] Jacques Lacan, Le Séminaire, Livre VIII, pp. 66-7.
[5] Jacques Lacan, “The Function and Field of Speech and Language in Psychoanalysis”, in Écrits: A Selection (London, 2001), p. 112
[6] Jacques Lacan, “Aggressivity in Psychoanalysis”, in Écrits, p. 24.
[7] Jacques Lacan, Seminar XX, p. 89.
[8] François Regnault, Dieu est inconscient (Paris: Navarin, 1986).
[9] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan, Book I: Freud’s Papers on Technique 1953-1954, ed. Jacques-Alain Miller, (Cambridge, 1988), p. 243.
[10] Jacques Lacan, “On a Question Preliminary to Any Possible Treatment of Psychosis”, in Écrits, p. 225.
[11] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan Book VII: The Ethics of Psychoanalysis, 1959-1960, (New York, 1992), p. 299.
[12] Jacques Lacan, Seminar I, p. 192.
[13] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan Book III: The Psychoses, 1955-1956, (New York, 1993), p. 124; translation modified.
[14] Jacques Lacan,”Function and Field”, p. 114.
[15] Jacques Lacan, Seminar XX, p. 114.
©® Düşünbil Dergisi 2020
Yazar: Alain Badiou
Çeviren: Gamze Sevin
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: lacan.com